31 Ağustos 2009 Pazartesi

Baba Parmaklarım Ne Zaman Çıkacak


Baba Parmaklarım Ne Zaman Çıkacak

Adam yeni kamyonuna bakmak için evinden çıktığında, üç yaşındaki oğlunun gayet mutlu bir biçimde elindeki çekiçle kamyonunun kaportasını mahvettiğini görmüş. Hemen oğlunun yanına koşmuş ve çocuğun eline çekiçle vurmaya başlamış. Biraz sakinleşince oğlunu hemen hastaneye götürmüş. Doktor, çocuğun kırılan kemiklerini kurtarmaya çalıştıysa da elinden bir şey gelmemiş ve çocuğun iki elinin parmaklarını kesmek zorunda kalmış. Çocuk ameliyattan çıkıp gözlerini açtığında, bandajlı ellerini fark etmiş ve gayet masum bir ifadeyle; 

- "Babacığım, kamyonuna zarar verdiğim için çok üzgünüm." demiş ve sonra babasına şu soruyu sormuş; 

- "Parmaklarım ne zaman yeniden çıkacak?" Babası eve dönmüş ve hayatına son vermiş... 

Birisi masaya süt döktüğünde ya da bir bebeğin ağladığını işittiğinizde bu öyküyü hatırlayın. Çok sevdiğiniz birine karşı sabrınızı yitirdiğinizi anladığınızda, önce biraz düşünün. Kamyonlar onarılabilir, ama kırılan kemikler ve incinen duygular hiçbir zaman onarılamaz; genellikle kişiyle performansı arasındaki farkı göremeyiz. İnsan hata yapar. Hepimiz hata yaparız. Fakat öfkeyle ve düşünmeden yapılan şeyler, insanı sonsuza kadar rahatsız eder. Harekete geçmeden önce durun ve düşünün. Sabırlı olun.

SU, kendine sırdaş arıyordu


SU, kendine sırdaş arıyordu 

-Önce buluta verdi sırrını. 
-Ağır geldi sır buluta. 
-Sağanak sağanak döktü suyun tüm sırlarını. 
-Sonra göle gitti su. 
-Ona anlattı derdini. 
-Bu arada bulut suyun sırrını tekrar tekrar yağmur yapıp, dolu yapıp, kar yapıp savurduğu için , zaman zaman taşıyordu 
göl ve suyun sırrı iyice açığa çıkıyordu. 
-Sonra nehre ulaştı suyun sırrı. 
-Nehir aldı suyun sırrını çekti gitti. 
-Dereye verdi. 


-Dere biraz daha yavaş olsa da nehirden , O da götürdü suyun sırrını bir başka bilinmeze.. 
-Çağlayanlar, şelaleler,akarsular.. 
-Hepsi kayboluyordu bir anda. 
-Sonra bir gün su takip etti dereyi. 
-Dereye, okyanusa kavuşunca farketti su, bütün sırlarının akarsularla, çağlayanlarla,ırmaklarla... 
okyanusa taşındığını. 
-Karar verdi su. Sırrını okyanusa verecekti. 
- Öyle de yaptı zaten.Tüm sırlarını okyanusa verdi. 
-Artık suyun sırrını okyanustan başkası bilmiyordu. > 

-Ne taştı okyanus, ne bir başkasına taşıdı suyun sırrını, ne de kurudu.... 

-Geçen karşılaştık suyla. 
-Bir bardaktaydı. - 
-Suskundu. 

-Çok uğraştım konuşturamadım. 


-Ben,tam giderken '' Dur !'' dedi ..su. 

-Durdum! 

'' Okyanus yürekli dostlar bulmadan sakın konuşma! Taşıyamazlar ,kaldıramazlar senin yükünü,canını 
yakarlar,utandırırlar....'' dedi.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

İki Gezgin Melek


İki Gezgin Melek

İki Gezgin Melek,geceyi geçirmek için oldukça varlıklı bir ailenin evinin kapısını çalmışlar.

Aile, pek kaba bir üslupla, meleklere yatacak yer olarak koca malikanenin konuk odalarından birini vermek yerine, soğuk bodrumundaki küçük bir köşeyi göstermiş.Melekler buz gibi odanın soğuk ve sert zemininde kendilerine yatacak bir yer hazırlamaya çalışırken, Yaşlı Melek duvarda bir delik görmüş ve kalkıp deliği onarmaya girişmiş Genç Melek, Yaşlı Meleğe bu hareketinin nedenini sorunca, Yaşlı Melek hafifçe gülümsemiş: Her şey, her zaman, göründüğü gibi değildir.

Sabah malikaneden ayrılan melekler, gece bastırınca bir kez daha kalacak yer bulmak umuduyla, bu defa çok fakir bir çiftçi ailesinin kapısını çalmışlar. Son derece misafirperver olan fakir karı koca, sofralarında ne var ne yoksa meleklerle paylaştıktan sonra, onlara rahatça uyumaları için
kendi yataklarını vererek yanlarından ayrılmışlar. Sabah güneş doğduğunda, melekler zavallı karı kocayı gözyaşları içinde bulmuşlar: 
Yegane geçim kaynakları olan tek inek de tarlalarının ortasında cansız yatmaktaymış. Genç Melek bu sefer iyice öfkelenerek Yaşlı Meleğe isyan etmiş: Bunun olmasına nasıl izin verebildin? ! O varlıklı kaba adamın her şeyi vardı ama sen kalktın ona yine de yardım ettin.
Bu iyi yürekli fakir ailenin ise o tek inekten başka hiçbir şeyleri yoktu; buna rağmen onu bile
paylaşmaya gönüllü oldular. Ama sen o ineği de yitirmelerine izin verdin! ?
Bunun üzerine Yaşlı Melek, Genç Meleğe dönerek şu cevabı vermiş: Her şey, her zaman, göründüğü gibi değildir. O zengin malikanenin bodrumunda kaldığımız gece, duvardaki deliğin dibinde külçe külçe altın saklı olduğunu fark ettim. Malikanenin sahibi bu kadar açgözlü olduğu için ve kendisine verilmiş şans sayesinde edindiği zenginliğin bir parçasını bile paylaşmaya yanaşmadığı için, ben de o deliği öyle bir kapatıp mühürledim ki artık arayıp bulsa da açamaz. Ve devam etmiş:? Sonra, dün gece biz çiftçi ailesinin yatağında uyurken, Ölüm Meleğinin o çiftçinin karısını almaya geldiğini gördüm. Ben de onun yerine Ölüm Meleğine ineği verdim. Yaşlı Melek, gülümseyerek bir kez daha eklemiş: Her şey, her zaman, göründüğü gibi değildir. Bazen, işler
istediğimiz gibi sonuçlanmadığında, aslında bizim de başımıza gelen tam da budur işte. Eğer
inanıyorsanız, yapmanız gereken şey sadece, her sonucun her zaman sizin lehinize olduğuna güvenmektir. Bunun böyle olduğunu, ancak belirli bir zaman sonra öğrenebilecek olsanız bile… Bazı insanlar, Hayatımıza girerler Ve çabucak çıkarlar.. Bazıları ise, Dostumuz olur Ve bir süre
orada kalırlar..Yüreklerimizde O güzel ayak izlerini bırakarak.. Ve bu, İyi bir dost kazandığımız için, Bir daha asla Eskisi gibi olmayacağız demektir! Dün, tarih oldu. Yarın, bir gizemdir. Bugün
ise bir armağan.

Tanrı Misafiri


Tanrı Misafiri

Evvel zaman içinde Batıda Yotan diye bir köy varmış. Köyde pek namazı niyazı olmayan Ali Mahmut diye bir köylü varmış. İşin doğrusu Ali Mahmut dönemin sayılı ateistlerindenmiş. Köyün imamı da, cemaat de bu durumdan pek hoşnut değillermiş. 

Gel zaman git zaman bizimkisi bir gün ölmüş. Köyün imamı "Ben bu adamın cenaze namazını kılmam" diye diretmiş. Köy halkı da "Allah'a inanmıyordu biz bu herifi gömmeyiz" diye tutturmuşlar. Durumu gören köyün yaşlılarından Müzeyyen hanım, köyün dışındaki tepelerden birinde, tek başına yaşayan köylülerin İğdeli İsmail diye andıkları köylüye haber vermiş. İsmail'in de pek namazla ilgisi yokmuş. O köye gitmiş cenazeyi almış ve kendi evinin yakınlarında bir yere gömmüş. 

O akşam imam Nazmi efendi, müezzin Mustafa efendi tüm cemaat aynı rüyayı görmüşler. Ali Mahmut Cennette çok iyi bir yer de keyif yapıyormuş. Sabah herkes birbirine rüyayı anlatmış. İmam, müezzin yanlarına bekçi Şinasi efendiyi de alıp sabah karanlığında yola çıkıp öğleye doğru İsmail'in yanın gelmişler. İmam sormuş 

"Kardeşim sen nasıl bir dua ettin ki bu imansız Allah katında bu kadar iyi bir yere gitti" 

İsmail efendi 
"Vallahi ben bir şey yapmadım, Rahmetliyi gömdüm. Sonra da 

"Allahım soğuk kış gecelerinde, sıcak yaz günlerinde insanlar kapıyı çaldı ve biz 'Tanrı misafiriyiz' dediler, ben de senin misafirlerini en iyi şekilde ağırladım. Misafirleri güvenip bana gönderdiğin için onlara da neyim varsa yoksa yedirdim. 

Ben sana ilk defa bir misafir yolluyorum sen de benim güvenimi boşa çıkarma olur mu? Dedim."

Bırak Sevgi Seni Bulsun


Bırak Sevgi Seni Bulsun 


Iyi kalpli, yalniz bir adam, bir gün bir koza bulur. Kozanin icinde kücük 
bir tirtil vardir. Adam çok sever bu tirtili, onunla tüm yalnizligini, tüm 
sevgisini paylasir. 

Gel zaman git zaman tirtil büyür, güzel bir kelebek olur. Adam, kelebegine 
hayran... birakamaz bir türlü... Aslinda kelebegin aklinda daglar, kirlar, 
çiçekler vardir da; kiyamaz bir türlü adama ve sevgisine, yalniz birakamaz 
onu... Üç günlük ömrünü sevildigi ve sevdigi yerde geçirmeye hazirdir... 

Ama adam bilir ki; "Sevmek bazen vazgeçmeyi de bilmektir" ... Kelebegine 
son kez bakar ve onu saliverir özgürlügüne, kirlarina, çiçeklerine 
dogru... 

Kelebek mutlu olmasina mutlu olur ama hiç bir meltem, hiç bir çiçek 
yapragi adamin avucunun sicakligini andirmaz... Aklinda adam, o çiçek 
senin bu çiçek benim dolasir saatlerce... Adam bir kelebege sevdali, bakip 
durur bosluguna. Kelebekse hala konacak sicak bir avuç aramakta... 

Böylece kelebek sunu anlar: BAZEN AIT OLDUGUMUZ YER ORASIDIR; SICAK BIR 
AVUCTUR BILIRIZ AMA O YERIN BIZE AIT OLMA IHTIMALI BIR HIÇTIR ... 
Böylece adam sunu anlar: HIÇ BIR SEVDAYI YALNIZCA SEVGIYLE YASATAMAZSINIZ 
... 

O günden sonra kelebek, adama duydugu özlemi gömecek bir dag aramaya 
baslar, ama gücü tükenene dek arayis da bulamayinca anlar ki; HIÇ BIR DAG 
BIR ÖZLEMI GÖMEBILECEGINIZ KADAR BÜYÜK DEGILDIR ... 

Adamsa sevdasini koyar simsicak avuçlarina; kelebegin yerine... 

Sevgili dostum; Herkes bir seyler yasar; iyi ya da kötü, dogru ya da 
yanlis... Yasadiklarindan bir çikarim yaparak hayatina bir yol verir; ayni 
zamanda düsüncelerine de... 

Birak SEVGI seni bulsun...

Acılar..


Acılar..  

Zamanın birinde bir oduncu, ormanda odun keserken çalı arasında bir yılana
raslamis. Elindeki baltayı kaldırıp yılanın başını vurmak üzereyken bir an
göz göze gelmiş. Yaradana olan aşkı -yılan bile olsa- yaratılana yansımış ve yılanı vurmaya kıyamamış. Yılan da duygulanmış, dile gelmiş.Ey insanoğlu, sen bana kıyamadın, ben de sana bir iyilik edeceğim demiş.Bir kör kuyuya dalmış ve kaybolmuş. 
Biraz sonra ağzında bir altın lira ile dönmüş ve oduncuya uzatmış.
"Bundan böyle ömür boyu sana her gün bir altın lira vereceğim."
Oduncu altını bozdurmuş ve evinde o gün şenlik olmuş. Hiç kimseye olan biteni anlatmamış, ailesi dahil.Herkes sadece oduncunun çok çalıştığı için durumunun düzeldiğini zannetmiş.Yıllar boyu her gün o kör kuyunun başına gitmiş, yılan ile bulusmuş ve altınını almış.
Gel zaman git zaman, oduncu ağır hastalanmış. Kuyunun başına gidemez olmuş. Bir kaç gün geçince bolluğa alışmış evinde darlık başlamış. Oduncu oğlunu yanına çağırmış ve yılanın sırrını anlatmış.
"Git kör kuyunun başına ve oğlum olduğunu söyle, yılan sana altın verecek"
demiş. Oğlu inanmamış ama gitmiş, yılan önce saklanmış, sonra ortaya çıkmış. 
Onun oduncunun oğlu olduğuna iyice kanaat getirince de kuyuya inip bir altın
getirmiş. Oğlan önce inanmadığı hikayenin gerçek olduğunu görünce hırsa kapılmış, kimbilir daha ne kadar altın var kuyudan içeride demiş....Hırsla yılanı öldürmek için bir hamle yapmış, ıskalamış ama yılanın kuyruğunu koparmış. Yılan da can havliyle dönüp oğlanı sokmuş ve öldürmüş.
Akşam yaklaşıp da oğlu gelmeyince oduncu iyice endişelenmiş. Hasta yatağından sürünerek bile olsa kalkmış. 
Kuyunun başına gitmiş ki oğlu cansız yatıyor. Yılan o arada görünmüş ki, kuyruğu yok ve kanlar içinde.. 
Oduncu durumu anlamış ve çok üzülmüş. Canının parçası oğlu yerde cansız, yıllardır velinimeti olan yılan yaralı...
Hatalı olan oğlum olmalı demiş ve yılandan özür dilemiş. Tekrar dost olalım
demiş...
Yılan ise acı acı gülümsemiş. Çok isterdim ama...Sende bu evlat acısı..bende de bu kuyruk acısı varken biz artık dost olamayız.

Affet Babacıgım..


Affet Babacıgım..  

Evlendiğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında; eşi, bütün bağları kopardı ve "Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak" diyerek rest çekti... Eşini kaybetmeyi göze alamazdı.

Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası, sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hâlâ onu ölürcesine seviyordu.

Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak,böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı.

Babasına lâzım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can, "Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular. 

Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik Can, sürekli babasına "Baba nereye gidiyoruz ?" diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan; nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu.

Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi.Sonra diğer malzemeleri taşıdı en son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.

Tipi, adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı.Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. 

Öyle üzgündü ki, dünya başına göçüyor gibiydi. O, bu duygular içindeyken babası, yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti, içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu.

Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi, yanaklarını ve ellerini defalarca öptü.Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terketti. Arabaya bindiler. 

Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı, neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu. 

Can: "Baba, sen yaşlandığında ben de seni buraya mı getireceğim?" diye sorunca dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında "Beni affet baba." diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. 

Oğlu: "Baba beni affet! Sana bu muameleyi yaptığım için beni affet!" diye hatasını belli ediyordu...Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu..."Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın... Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum.

Ayakkabıcı


  Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki

bir çocuk onu seyretmekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor

ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar sayılmazdı ama, küçük bir

dükkân için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk

vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği

kullanmaktaydı. Hem de güçlükle...


Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin

alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun

baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle

durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkândan dışarı

fırlayıp:


- "Küçüüük!" diye seslendi." Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir hârika!"

Çocuk, ona dönerek:


- "Gerçekten çok güzeller!" diye tebessüm etti, "Ama benim bir bacağım doğuştan eksik".


- "Bence önemli değil!" diye atıldı adam. "Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki! Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı.

Kiminin de aklı veya vicdanı." Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:


- "Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi."


Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:


- "Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?"


- "Çok basit!" dedi, adam. "Eğer yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler

tamamlanacak. Hâttâ sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla

mükâfat görecekler..." Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne

kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işâret ederek:


- "Baktığın ayakkabı, sana yakışır!" dedi. "Denemek ister misin?" Çocuk, başını yanlara sallayıp:


- "Üzerinde 30 lira yazıyor" dedi, "Almam mümkün değil ki!"


- "İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım!" dedi adam, "Bu

durumda 20 liraya düşer. Zâten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira

eder."

Çocuk biraz düşünüp:


- "Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!" dedi, "Onu kim alacak ki?"


- "Amma yaptın ha!" diye güldü adam. "Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım."


Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:


- "Üstelik de öğrencisin değil mi?" diye sordu.


- "İkiye gidiyorum!" diye atıldı çocuk, "Üçe geçtim sayılır."


- "Tamam işte!" dedi adam. "5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri

kalır 5 lira. O da zâten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı

senindir, sattım gitti!" Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında

dükkâna girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynıyla doluydu.

Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra,

çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi

göstererek


-"Benim satış işlemim bitti!" dedi, "Sen de bana, bunu satsan memnun olurum."


- "Şaka mı yapıyorsunuz?" diye kekeledi çocuk, "Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?"


- "Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş..." dedi adam, "Antika eşyalardan

haberin yok her hâlde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para

tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder."

Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi.

Mutlaka bir rûyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rûya. Adamın,

heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kâğıt paralara göz

gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:


- "Bana göre 20 lira yeterli." dedi. "İndirim mevsimini başlattınız ya!"


Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün

mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk,

yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu.

Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:


- "Babam haklıymış!" dedi. "Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok! demişti."


17 Ağustos 2009 Pazartesi

EN PAHALI RESİM


EN PAHALI RESİM



Avrupa'nın ünlü sanat merkezi kentlerinden birinde çocuğun biri vitrinde çok 
hoş bir tablo görür. Tablo belli ki oldukça pahalıdır. Çocuk bu tablonun bir sonraki sene sonraki sene ağabeyinin doğum gününe almayı ister ve 

Bir iş bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile o mağazaya gider. Şanslıdır, tablo satılmamıştır. İçeri girer ve tabloyu bir süre izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve: 

"Ağabeyimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum. Tüm param da bu kadar." der. 



Ressam bir süre düşündükten sonra tabloyu paketler ve resmi satar. Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar. 

Mağazada adamın arkadaşları da vardır ve şaşkın şaşkın sorarlar: 

"Sen ne yaptın! O resmin değeri milyon ederdi Neden bu kadar az bir rakama sattın?" 

Adam cevap verir:

"Evet, ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim. Ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kişi bulabilirdim?"

ZEHİR


ZEHİR


Uzun yıllar önce Çinde Li-Li adlı bir kız evlenir ve aynı evde kocası ve kaynanası ile birlikte yaşamaya başlar. Lakin kısa bir süre sonra kayınvalidesi ile geçinmenin çok zor olduğunu anlar. İkisinin de kişiliği tamamen farklıdır bu da onların sık sık kavga edip tartışmalarına yol açar. Bu Çin geleneklerine göre hoş bir davranış değildir ve çevrenin oldukça tepkisini alır.



Birkaç ay sonra bitmez tükenmez gelin kaynana kavgalarından ev, onun ve kayınvalidesi ile arada kalan eşi içinde cehennem haline gelmiştir. Artık bir şeyler yapmak gerektiğine inanan genç kadın doğru babasının eski bir arkadaşı olan baharatçıya koşar ve derdini anlatır. Yaşlı adam ona bitkilerden yaptığı bir ilaç hazırlar ve bunu 3 ay boyunca her gün azar azar kaynanası için yaptığı yemeklerin içine koymasını söyler. Zehir az az verilecek, böylece onu gelininin öldürdüğü belli olmayacaktır. Yaşlı adam genç kadına kimsenin ve eşinin şüphelenmemesi için kaynanasına çok iyi davranmasını ona en güzel yemekleri yapmasını söyler.



Sevinç içinde eve dönen Li-Li yaşlı adamın dediklerini aynen uygular. Her gün en güzel yemekleri yaparak kaynanasının tabağına azar azar zehri damlatıyordu. Kimseler şüphelenmesin diye de ona çok iyi davranıyordu. Bir süre sonra kayınvalidesi de çok değişmişti ve ona kendi kızı gibi davranıyordu. Evde artık barış rüzgârları esiyordu. Genç kadın kendisini ağır bir yük altında hissetti yaptıklarından pişman bir vaziyette baharatçı dükkânının yolunu tuttu ve yaşlı adama şu ana kadar kaynanasına verdiği zehirleri onun kanından temizleyecek bir iksir için yalvardı. Yaşlı kadının ölmesini artık istemiyordu. Yaşlı adam yaşlı gözlerle karşısında konuşup duran Li-Li ye baktı ve kahkahalarla gülmeye başladı.



Sevgili Li-Li dedi;

Sana verdiklerim sadece vitaminlerdi. Olsa olsa kayınvalideni sadece daha da güçlendirdin hepsi bundan ibaret. Gerçek zehir ise senin beyninde olandı. Sen ona iyi davrandıkça oda dağıldı ve yerini sevgiye bıraktı böylece siz gerçek bir ana kız oldunuz dedi.



Eski bir Çin atasözü şöyle der: "Gül veren elde gül kokusu kalır"



Sevilen insan sevgisini insanlara veren insandır.



İçinizde bir damlacık bile zehir olmaması dileklerimle

Mucize


Mucize 

Küçük bir kız yatak odasına gitti ve gömme dolaptaki gizli yerinden camdan bir reçel kavanozu çıkardı. Tüm bozuk paraları yere döktü ve onları dikkatle saydı. Üç kere saydı. Toplam, tam olarak mükemmel olmalıydı. Hata yapma şansı yoktu. Madeni paraları kavanoza dikkatle geri koydu ve kapağı kapattı, arka kapıdan gizlice çıktı ve 6 blok ilerdeki kapısının üzerinde Yerli Şefin büyük kırmızı işareti olan Rexall eczanesine doğru yola koyuldu. Eczacının dikkatini ona vermesi için sabırla bekledi, ama eczacı o anda çok meşguldü. Tess bir sürtme gürültüsü yapmak için ayağını döndürdü. Hiçbir şey olmadı. Yapabileceği en gürültülü ses ile boğazını temizledi. Faydası olmadı. 

Sonunda kavanozdan bir çeyreklik çıkardı ve onu cam tezgahın üzerine çarptı. İşe yaramıştı ! "Ne istiyorsun?" diye sordu eczacı, kızgın bir ses tonu ile. "Şikago'dan gelen, asırlardır görmediğim erkek kardeşim ile konuşuyorum" dedi sorusunun yanıtını beklemeden. 

"Evet, size erkek kardeşimden bahsetmek istiyorum" diye yanıtladı Tess, aynı kızgın ses tonu ile. "O gerçekten, gerçekten çok hasta...ve ben bir mucize satın almak istiyorum". 

"Pardon ?" dedi eczacı. 

"Onun adı Andrew ve başının içinde giderek büyüyen kötü bir şey var ve babam sadece bir mucizenin onu kurtarabileceğini söylüyor. Bir mucizenin fiyatı ne kadar?" 

"Burada mucize satmıyoruz, küçük kız. Üzgünüm, ama sana yardım edemem" dedi eczacı, biraz yumuşayarak. 

"Dinleyin, onu ödeyecek param var. Eğer yetmezse, kalanını getiririm. Sadece bana fiyatını söyleyin." 

Eczacının kardeşi iyi giyimli bir adamdı. Öne doğru eğildi ve küçük kıza sordu, "Kardeşinin ne tür bir mucizeye ihtiyacı var?" 

"Bilmiyorum," diye yanıtladı Tess, gözleri sulanarak. "Sadece onun gerçekten hasta olduğunu biliyorum ve annem onun bir ameliyata ihtiyacı olduğunu söylüyor. Ama babamın bunu ödeyecek parası yok, onun için paramı kullanmak istiyorum." 

"Ne kadar paran var?" diye sordu Şikago'dan gelen adam. 

"Bir dolar ve on bir sent" diye yanıtladı Tess, ancak duyulabilir bir sesle. "Ve bu sahip olduğum tüm para, ama eğer daha lazımsa biraz daha getirebilirim." 

"Evet, ne tesadüf" diye gülümsedi adam. " Bir dolar ve on bir sent - küçük kardeşin için bir mucizenin tam ücreti. Bir eli ile parayı aldı, diğer eli ile kızın elinden tuttu ve "Beni yaşadığın yere götür" dedi. "Kardeşini görmek ve anne baban ile tanışmak istiyorum. Gereksinim duyduğunuz mucizeye sahip olup olmadığımıza bir bakalım." 

Bu iyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong idi, nöro - cerrahide uzman bir cerrah. Ameliyat ücretsiz yapıldı ve Andrew'in eve dönmesi ve iyileşmesi uzun sürmedi. Anne ve baba onları buraya kadar getiren olaylar zinciri ile ilgili mutlu şekilde konuşuyordu. "Bu ameliyat gerçek bir mucize" diye fısıldadı annesi. "Ameliyatın maliyetini merak ediyorum" 

Tess gülümsedi. O, bir mucizenin fiyatının ne olduğunu tam olarak biliyordu...bir dolar ve on bir sent.

Duyduğum en iyi haber


Duyduğum en iyi haber

Arjantin' li ünlü golf ustası Robert de Vincenzo, yine bir turnuvayı

kazanmış, ödülünü alıp kameralara poz vermiş ve kulüp binasına gidip 
oradan
ayrılmak üzere hazırlanmıştı. Bir süre sonra binadan çıkıp otoparktaki
arabasına yürürken yanına bir kadın yaklaştı. Kadın, başarısını 
kutladıktan
sonra ona çocuğunun çok hasta ve ölmek üzere olduğunu anlattı. Zavallı
kadının hastane masraflarını ödemesi olanaksızdı. Kadının anlattığı 
öykü De
Vincenzo'yu çok etkilemişti, hemen cebinden bir çek defterine ve kalem
çıkarttı, turnuvadan kazandığı paranın bir miktarını yazdı. Çeki 
kadının
eline sıkıştırırken de ona: 
- 'Umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın...' dedi. 

Ertesi hafta kulüpte öğle yemeği yerken, Profesyonel Golf Derneği'nin 
bir
görevlisi yanına geldi. 
- 'Otoparktaki görevli çocuklar bana geçen hafta turnuvayı kazandıktan 
sonra
yanınıza bir kadının geldiğini ve onunla konuştuğunu söylediler' dedi. 

De Vincenzo başını salladı. 'Evet' dedi 
Görevli: 
- 'Size bir haberim var o zaman. O kadın bir sahtekardır. Üstelik hasta 
bir
çocuğu da yok! ' 
- 'Sizi fena halde kandırmış efendim! ' dedi alaycı bir tavırla. 

De Vincenzo; 
- 'Yani ortada ölümü bekleyen bir bebek yok mu? ' dedi. 
- 'Hayır, yok' dedi görevli. 
- 'İşte bu, bu hafta duyduğum en iyi haber! ' dedi De Vincenzo. 


'AYNI PENCEREDEN DIŞARI BAKAN İKİ ADAMDAN BİRİ 
SOKAKTAKİ ÇAMURU, DİĞERİ İSE GÖKTEKİ YILDIZLARI GÖRÜR.

Frederick Langbridge

Marangoz


Marangoz

Eski çiftlik evini restore etmek için tuttuğum marangoz, işteki ilk gününü 

zorlukla tamamlamıştı. Arabasının patlayan lastiği onun işe bir saat geç 
gelmesine neden olmuş, elektrikli testeresi iflas etmiş ve şimdi de eski 
püskü pikabı çalışmayı reddetmişti. Onu evine götürürken yanımda adeta bir 
taş gibi oturuyordu. Evine ulaştığımızda beni, ailesiyle tanışmam için davet 
etti. Eve doğru yürürken küçük bir ağacın önünde kısa bir süre durdu, 
dalların uçlarına her iki eliyle dokundu.
Kapı açıldığında ; adam şaşırtıcı bir şekilde değişti. Yanık yüzü tebessümle 
kaplandı, iki küçük çocuğunu kucakladı ve eşine kocaman bir öpücük 
verdi.Daha sonra beni arabaya yolcu etmeye geldiğinde ; ağacın yanından 
geçerken merakım daha da arttı ve ona eve giderken gördüğüm olayı 
sordum."O,benim dert ağacım," dedi. "Elimde olmadan işimde bazı sorunlar 
çıkıyor, ama şundan eminim ki o sorunlar, evime, eşime ve çocuklarıma ait 
değil.
Bunun için bu sorunları her akşam eve girerken o ağaca asıyorum. Sabahları 
tekrar onları oradan alıyorum. Ama komik olan ne biliyor musunuz? Ertesi 
sabah onları almaya gittiğimde, astığım kadar çok olmadıklarını görüyorum.

" Öfkeyle geçen her dakikanız, mutluluğunuzdan çalınmış 60 saniyedir."


Bir bardak süt


Bir bardak süt

Hamit, yoksul bir ailenin çocuğuydu ve okul giderlerini karşılamak için kapı kapı dolaşarak eşyalar satıyordu. 

O gün, hiçbir şey satamamıştı ve karnı da çok açtı. Bundan sonra çalacağı ilk kapıdan yiyecek birşeyler istemeye karar verdi. Kapıyı açan sevimli genç bayanı görünce utandı. Yiyecek bir şeyler yerine 

- "Affedersiniz, bir bardak su rica edebilir miyim?" diyebildi yalnızca. 

Genç bayan, çocuğun aç olabileceğini düşünerek kocaman bir bardak süt getirdi ona. Çocuk, sütü yavaş yavaş içine sindirerek içtikten sonra 

- "Çok teşekkür ederim, borcum ne kadar?" diye sordu genç bayana. 

Genç bayan, "Borcunuz yok" diyerek, yüzünde sıcak bir gülümsemeyle devam etti; 

- "Annem, gösterdiğimiz şefkat ve nezaket karşılığı olarak asla bir bedel ödenmesini beklemememizi öğretti bize" dedi.

Çocuk "O halde çok teşekkürler, yürekten teşekkür ederim size" dedi. 

Hamit, evin önünden ayrıldığı zaman kendisini yalnızca bedensel olarak değil, ruhsal olarak da güçlü hissediyordu. 

Yıllar sonra genç bayan çok ender rastlanan bir hastalığa yakalanmıştı. Yöredeki doktorlar ç****iz kalınca, hastalığı ile ilgili araştırmalar yapılması için onu büyük kente gönderdiler. 

Dr. Hamit, konsültasyon yapması için çağrıldığı hastanın hangi kasabadan geldiğini duyunca heyecanlandı. Artık genç olmasa da yıllar önce kendisine sevgiyle yaklaşan bayanı ilk gördüğü anda tanımıştı ve onun yaşamını kurtarmak için elinden geleni yaptı. 

Uzun süren tedaviden sonra bayan sağlığına kavuştu. Dr. Hamit, denetlemesi için önüne getirilen faturaya şöyle bir baktı ve üstüne birşeyler yazarak zarfın içine koydu ve hasta bayanın odasına gönderdi. 

Kadın elleri titreyerek aldı zarfı eline. Açmaya korkuyordu... 

Hastane faturasını asla ödeyemeyeceğini ve geri kalan yaşamı boyunca bu faturayı ödemek için çalışacağını biliyordu. 

Sonunda zarfı açtı ve faturaya iliştirilmiş bir not dikkatini çekti. Kâğıtta şunlar yazılıydı: 

- "Hastane giderlerinin tamamı bir bardak süt karşılığı ödenmiştir.".

15 Ağustos 2009 Cumartesi

NOEL HEDİYESİ


Tam bir dolar seksen yedi senti vardı. O kadar, ne bir sent eksik, ne bir sent fazla!.. Bunun da altmış senti penniden ibaret ufaklıktı. Bu pennileri teker teker bakkal, kasap, manavla çekişe çekişe pazarlık ederek ve her defasında satıcıların cimrilik isnatları karşısında utancından kıpkırmızı kesilerek biriktirmişti. Della paraları üç . defa saydı. Bir dolar seksen yedi sent, o kadar! Halbuki ertesi gün Yılbaşıydı. 

Kendini odadaki partal divanın üzerine atıp hıçkıra hıçkıra ağl amaktan başka çare yoktu. Della da böyle yaptı. 

Della ın evi, haftada sekiz dolara tutulmuş mobilyalı bir apartman! Tasvire değer bir hali yok. Tam bir fakirhane! 

Aşağıda antrede, içine tek bir zarf sığdırmaya imkan olmayan bir mektup kutusu ile ölümlü bir elin asla çaldıramayacağı bir zil vardı. Kapıda da "Mr. James Dillingham Young" ismini taşıyan bir kart asılı idi. 

Mr. James Dillingham eve geldiği vakit size evvelce Della diye takdim ettiğimiz karısı kendisine . "Jim" diye hitap eder, boynuna sarılarak onu bağrına basardı. 

Gözyaşları dindikten sonra Della eline bir ponpon alarak yüzünü pudraladı. Pencerede durarak apartmanın o kasvetli arka avlusundaki bulut rengi bir parmaklık üzerinde yürüyen bulut rengi kediyi aptal aptal seyretti. Ertesi günü Yılbaşıydı. Jime bir hediye alabilecek yalnız bir dolar seksen yedi senti vardı. Bu pennileri aylardan beri birer birer biriktirmişti. Halbuki şimdi hiçbir işe yaramadıklarını görüyordu. Haftada yirmi dolara pek bir şey yapmaya imkan yoktu. Masraf umduğundan fazlaya çıkıyordu. Zaten her zaman öyle olur!.. Şimdi Jime hediye alacak yalnız bir dolar seksen yedi senti vardı. Sevgili Jimine güzel bir şey . almak hususunda hülyalar kurarak bir çok mesut anlar yaşamıştı. Güzel, nadir, parlak bir şey, Jime ait olmak şerefi ile az çok mütenasip bir hediye. 

Pencereden uzaklaşarak kendini aynanın önüne attı. Gözleri pırıl pırıl yanıyordu, ama yirmi saniye içinde rengi uçuvermişti. Saçlarını çözerek omuzlarının üzerine döktü. 

James Dillingham Young Ailesi in iftihar ettikleri iki şeyleri vardı. Birisi Jimin babasından intikal eden ve aslında büyük babasına ait olan altın saat, diğeri ise Della ın saçları idi. Apartmanın hava deliğinin karşı tarafında Saba Melikesi otursaydı Della, kraliçenin mücevherlerini kıymetten düşürmek kastiyle, o güzel saçlarını pencereden dışarı sarkıtırdı. Hazreti Süleyman apartmanın kapıcısı olsa ve bütün servetini, elmaslarını, bodrumda bulundursaydı, Jim ihtiyarı kıskandırıp hasetle sakalını kaşıttırmak için önünden her geçişinde cebindeki saati çekip bakar gibi yaparak gösterirdi. 

Della ın saçları altın renkli bir çağlayan gibi parlayarak ve dalgalanarak dizlerine kadar döküldü ve bir elbise gibi vücudunu örttü. Bununla beraber Della, saçlarının uzun . müddet böyle kalmasına müsaade etmedi. Sinirli ellerle hemen topladı. Bir aralık bir an için durdu. Tereddüt eder gibi oldu. Yerdeki kırmızı tüyleri dökük halıya bir iki damla gözyaşı aktı. 

Della, gözlerinin yaşı kurumadan kahverengi ceketini kapıp aynı renkteki şapkasını başına geçirdiği gibi, eteklerini savurarak kapıdan fırladı. Merdivenleri inip . sokağa çıktı. 

"Mm. Sofronie. Her nevi saç levazımı" ibaresini taşıyan bir tabelanın önünde durdu. Bir hamlede kendini yukarıda buldu. İriyarı, süt beyaz, soğuk bir kadın olan Madam Sofronieye nefes nefese: 

- Saçlarımı alır mısınız? diye sordu. 

Madam: 

- Saç alırım ama şapkanı çıkar da bir bakalım, cevabını verdi. Della altın renkli, çağlayana benzeyen saçlarını döküverdi. 

Madam, saçları pişkin bir alıcı eli ile bir yokladıktan sonra. 

- Yirmi dolar, dedi. 

Della: 

- Peki. Derhal, cevabını verdi. 

Ondan sonraki iki saati pembe bir bulut üstünde uçar gibi sevinçle nasıl geçirdiğini bilmiyordu. Edebiyat bertaraf, Jim için istediği hediyeyi bulmak arzusu ile dükkanların altını üstüne getiriyordu. 

Nihayet bulabildi. Hasseten Jim için yapılmış bir şey? Dükkan dükkan gezmiş, hiçbirinde buna benzer bir şey görmemişti. Platin bir saat zinciri. Kıymeti, fazla gösterişli süslerde değil, deseninin sadeliğinde ve kibarlığında idi. 

Bütün iyi şeyler böyle olmalıdır. Zincir Jimin o emsalsiz saatine layık derecede güzeldi. Della ilk nazarda kararını verdi. Zincir tıpkı Jim gibi idi. Gösterişsiz, fakat kıymetli. Kocasını da, zinciri de aynı şekilde tarif etmek mümkündü, yirmibir dolar verdi. Bu zinciri taktıktan sonra Jim artık, saatine nerede olsa bakabilir, daha doğrusu bakmaya heveslenebilirdi. Halbuki, şimdi o emsalsiz saate, bir kayışa asılı olduğundan hep gizleyerek bakıyordu. 

Eve avdet ettikten sonra Della ın sarhoşluğu biraz geçti. Aklı başına gelerek ihtiyatlı hareket etmeyi düşündü. Saç maşalarını çıkartarak hava gazını yaktı. Ve aşkla cömertliğin birleşmesinden doğan tahribatı tamire koyuldu. . Sayın dostlar, burun kıvırıp geçmeyin. Bu her zaman muazzam bir iştir. Müthiş bir iş!. 

Kırk dakika zarfında saçları mektep kaçağı bir çocuk kafası gibi kıvrım kıvrım olmuştu. Della aynadaki aksini tenkitçi bir nazarla uzun uzadıya dikkatle seyretti. 

Kendi kendine: 

- Jim bu halimi görüp de beni ilk bakışta öldürmezse iyi. Tiyatro kızlarına benzetecek ama ne yapayım. Bir dolar seksen yedi sentle ne alınabilirdi ki, dedi. 

Yedi buçukta kahve pişirilmişti. Tava da sobanın arkasına yerleştirilerek ısıtılmış olan pirzolaları kızartmak üzere hazırlanmıştı. 

Jim, hiç geç kalmazdı. Della zinciri avucuna alarak kapının yanındaki . masanın başına oturdu. Kocasının, merdivenlerin ilk basamağındaki ayak seslerini duyunca bembeyaz oldu. Gündelik, en basit şeyleri için dua etmeyi adet etmişti. 

- Büyük Allahım! Yalvarırım sana, ne olur, saçlarımı beğendir, diye mırıldandı. 

Jim kapıyı açtı ve içeri girip arkasından kapadı. Zayıf ve pek ciddi bir hali vardı. Zavallı henüz yirmi iki yaşında, aile yükü taşıyordu. Yeni bir pardesüye ihtiyacı vardı, ellerinde eldiven yoktu. 

Odaya koku almış bir av köpeği gibi etrafına kayıtsız bir halde bakınarak girdi. Gözleri Dellaya dikilmişti. Della bu dik nazarların manasını anlamayarak korktu. Bu nazarlar ne hayret, ne hiddet, ne dehşet, ne beğenmemezlik, yani genç kadının hazırlandığı hislerden hiçbirini ifade etmiyordu. Jim, yüzünde o garip ifade ile nazarlarını karısına dikmiş sadece bakıyordu. 

Della masanın yanından kıvrılarak yaklaştı. 

- Jim, şekerim ne olursun öyle bakma, diye yalvardı. Saçımı kesip sattım.Yılbaşı ı 

sana hediye almadan geçiremezdim, ölürdüm. Ne olacak yine büyür. Affediyorsun değil mi? Ne yapayım başka çarem yoktu. Saçlarım çabuk büyür. Unutalım bunu, haydi Jim, şekerim. Yeni yılın kutlu olsun de de barışalım. Ne güzel ne hoş bir hediye aldığımı tasavvur edemezsin, dedi. 

Jim zihnini yoracak kadar düşünüp taşındığı halde bir türlü anlayamamış gibi yavaş yavaş: 

- Saçını mı kestin, dedi. 

Della: 

- Kesip sattım. Bu halimi beğenmedin mi? Eskisi kadar sevmedin mi? Saçsız da yine aynı insan değil miyim, diye yalvardı. 

Jim etrafına şaşkın şaşkın baktı. Nihayet aptallaşmış gibi: 

- Saçımı kestim mi dedin, diye cevap verdi. 

Della: 

- Evet, kesip sattım diyorum, diye izah etti. Yavrucuğum bu akşam Yılbaşı! Beni mazur gör, affet. Senin uğruna gitti, deyip ciddi bir tatlılıkla: 

- Saçlarımın tellerini saymak belki mümkündür ama sana olan sevgimi ölçmek imkansızdır. Şekerim, pirzolaları ateşe koyalım mı? diye sordu. 

Jim, daldığı rüyadan uyanır gibi oldu. Dellacığını kollarına aldı, pardesünün cebinden bir paket çıkararak masanın üstüne attı. 

- Dellacığım, aldanıyorsun. Saçını nasıl kesersen kes, hiç fark etmez. Sana olan sevgimde hiç değişiklik yapmaz. Paketi açarsan birdenbire neden afalladığımı anlarsın, dedi. 

Della beyaz parmakları . ile kağıdı yırtarak ipleri kopararak paketi açtı. Açmasıyle feryadı basması bir oldu. 

Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. 

Paketten Della ın Broodwayde bir vitrinde görüp uzun müddettir arzuladığı taraklar çıkmıştı. Kaplumbağa kabuğundan yapılmış elmas kenarlı o güzel taraklar işte önündeydi. Renkleri de saçlarına ne kadar uyuyordu. Pahalı olduklarını bildiğinden . hiç ümide kapılmadan beğenmiş ve arzulamıştı. Hiç beklemediği olmuştu. Ama ne çare ki pek tamah ettiği bu canım tarakları süsleyecek lüleler gitmişti. 

Della nihayet kendini toplayarak kocasının getirdiği hediyeleri bağrına bastı. Gülümseyerek kocasına baktı. 

- Şekerim, saçım pek çabuk uzar, deyip tüyleri tutuşan bir kedi gibi yerinden fırlayarak: 

- Ay unutuyordum, diye bağırdı. 

Jim alınan güzel hediyeyi görmemişti. Della avucunu açarak sevinçle kocasına uzattı. Bu kıymetli, fakat donuk maden genç kadının ruhundaki ateşin aksi ile parlar gibi oldu. 

- Şekerim, güzel değil mi? Bütün şehri altüst ettikten sonra bulabildim. Saatini ver bakalım nasıl yakışacak, dedi. 

Jim, Della ın dediğini yapacak yerde kendini sedire attı. Ellerini başının arkasına koyarak gülmeye başladı. 

- Della sevgilim, hediyelerimizi bir kenara koyup bir müddet saklayalım. Bugünkü halimize uygun değil. Biraz fazla. Tarakları almak için saati sattım. Pirzolaları koy bakalım ateşe, dedi.

KÜÇÜK İTFAİYECİ


Anne, altı yaşındaki lösemiyle savaşan oğluna bakarken dalıp gitmişti. Kalbi, acı içinde olmasına rağmen, kararlılık duygusunun da etkisini hissediyordu. Her ebeveyn gibi o da oğlunun büyümesini ve umutlarını gerçekleştirmesini istemişti. Ama bu, artık mümkün değildi. Löseminin buna fırsat tanıması olası değildi. Oysa o oğlunun hayallerini gerçekleştirmesini istiyordu.

- “Bob! Büyüyünce ne olmak istediğini hiç düşündün mü?
Hayatında neler olmasını dilediğin ve hayal ettiğin oldu mu?” diye sordu.
- “Anneciğim, ben büyüyünce hep itfaiyeci olmak istedim”.
Anne gülümsedi ve.. ”Dileğini gerçekleştirebilecek miyiz bir bakalım” dedi. Daha sonra, Arizona’daki itfaiye müdürlüğüne gitti ve orada yüreği en az Arizona kadar büyük itfaiyeciler ile tanıştı. Ona oğlunun son isteğinden söz etti ve oğlunun itfaiye arabasına bınip şehirde küçük bir tur atmasının mümkün olup olmadığını sordu.

- ”Bundan daha iyisini de yapabiliriz. Eğer oğlunuzu Çarşamba sabahı saat yedide hazır ederseniz, onu o gün şeref konuğu yapar, itfaiyeci kimliğine büründürürüz. Bizimle itfaiye müdürlüğüne gelir, bizimle yemek yer, yangın söndürmeye gelir. Hatta bize ölçülerini verirsen, ona üzerinde Arizona itfaiyecilerinin sarı renk üzerine işlenmiş ambleminin olduğu gerçek bir itfaiyeci kostümü diktirir, lastik botları ısmarlarız. Hepsi Arizona’da üretiliyor.”

Üç gün sonra, itfaiyeci Bob’u aldı, ona elbisesini giydirdi ve hasta yatağından itfaiye arabasına kadar eşlik etti. Bob, itfaiye arabasına kuruldu ve müdürlüğe doğru yol almaya başladı. Kendini çok mutlu hissediyordu. O gün Arizona’da tam üç yangın ihbarı olmuştu. Değişik itfaiye arabalarına, hatta itfaiye Müdürlüğünün özel arabasına da binmişti.Yerel televizyonlar da onu izleyip, çekmişlerdi. Hayallerinin gerçek olması, gösterilen sevgi ve ilgi, Bob’u o kadar etkilemişti ki, doktorların söylediğinden tam üç ay daha fazla yaşamıştı.
Bir gece bütün yaşam belirtileri dramatik bir şekilde yok olmaya başlayınca, hiç kimsenin yalnız ölmemesi gerektiğine inanan başhemşire, aile bireylerini hastaneye çağırdı. Daha sonra Bob’un itfaiyede geçirdiği günü hatırladı ve itfaiye müdürlüğüne telefon açıp Bob’un bu dünyaya veda ederken yanında, özel kıyafetleri içinde bir itfaiyecinin bulundurulmasının mümkün olup olamayacağını sordu. İtfaiye Müdürü;

- ”Bundan daha iyisini de yapabiliriz. Beş dakika içinde oradayız. Bana bir iyilik yapar mısınız? Sirenlerin çaldığını duyduğunuzda, yangın olmadığı anonsunu yaptırabilir misiniz? Sadece itfaiyecilerin önemli bir meslektaşlarını ziyarete geldiklerini söyleyiniz ve lütfen onun odasının penceresini açınız” diye yanıtladı.
Yaklaşık beş dakika sonra hastaneye çengel ve merdiven taşıyan kamyonet ulaştı. Merdiveni açtı ve Bob’un 3.kattaki odasına doğru yaklaştı. Tam ondört itfaiyeci Bob’un odasına tırmandılar. Annesinin izniyle onu kucakladılar ve ona onu ne kadar sevdiklerini söylediler.

Ölümle pençeleşen Bob itfaiye müdürüne baktı ve;
- ”Efendim ben şimdi gerçekten itfaiyeci miyim?” diye sordu.
- ”Bundan şüphen mi var Bob?” diye yanıtladı müdür. Bu kelimelerden sonra Bob gülümsedi ve gözlerini sonsuza dek kapattı.

Belki unuttunuz, belki hatırlamıyorsunuz, belki de çok duygusuz, çok katı oldunuz; ama bilin ki “HAYAT, SEVGI VE UMUT SAÇMAKTIR.”

KIRMIZI ARABA


Kırmızı araba


Arkadaşım Gayle dört yıldan bu yana kansere karşı yaşam mücadelesi veriyordu. 

  Diğer arkadaşlarımla birlikte onu ziyarete gittiğim bir gün çocukluk düşlerimizden söz ediyorduk. Gayle başını pencereye doğru çevirdi. Gözleri çok uzaklarda, sesi sitem dolu 

  "Ben, kumandalı, kırmızı bir oyuncak arabamın olmasını isterdim hep, ama doğum günümde ne istediğimi söylersem; dileğimin gerçekleşmeyeceği korkusuyla hiç kimseye söyleyememiştim bunu. Bu nedenle de asla radyolu, kırmızı bir oyuncak arabam olmadı." dedi. 

  Gayle’i ziyaretimden bir kaç gün sonraydı. Çok sevdiğim dondurmayı almak için sırada beklerken birden dondurmacının vitrinindeki kırmızı oyuncak arabayı gördüm. 

  Yanına da bir not iliştirilmişti: 

  "Dondurmanızı alırken vereceğimiz kuponu doldurmayı unutmayın, belki de çekiliş sonunda bu kumandalı araba sizin olabilir." 

  Hemen Gayle’in sözleri geldi aklıma. Bir kaç hafta boyunca sürekli dondurma alıp, verdikleri kuponları doldurdum. Hiç bir çekilişte de kazanamadım. Bu kırmızı arabayı mutlaka Gayle’e almalıydım. 

  Dördüncü haftanın sonunda artık çekilişte kazanmaktan ümidimi yitirmiştim. 

  Dükkan sahibi ile konuşarak bana bu arabalardan bir tanesini satmalarını rica ettim. 

  Dükkan sahibi dört haftadır hergün dondurma alıp, kuponları doldurduktan sonra büyük bir heyecanla çekiliş sonuçlarına baktığımın gözünden kaçmadığını söyledi. 

  Ardından da gözlerimin içine bakarak: 

  "Söyler misiniz, neden bu kadar çok istiyorsunuz bu arabayı ?" diye sordu. 

  Gözlerimden süzülen yaşlara aldırmadan ona arkadaşımdan söz ettim. Çok etkilenmişti. 

  "İstediğiniz oyuncak arabayı verdiğiniz adrese göndereceğim" dedi. 

  Yazdığım çeki masanın üstüne bırakarak , büyük bir mutlulukla evime geldim. 

  Ertesi günü Gayle’i ziyarete gittiğimde gözleri ışı ışıldı. Elindeki kırmızı oyuncak arabayı göstererek küçük bir çocuk heyecanıyla: 

  "Bak" dedi. "Bunca yıl bekledim ama nihayet dileğim gerçekleşti, hem de tam istediğim gibi !" 

  Ertesi günü postacı bir zarf uzattı elime. Açıp okumaya başladım: 

  "Sevgili Bonnie, annem ve babam da kanserdi ve ikisinide, altı ay gibi kısa bir sürede kaybettim. İkisi içinde çok çabaladım ama doğrusu dostlarımın sevgisi ve cömertliği olmasaydı hiç bir şey yapamazdım. Gerçek dostlarım olduğu için kendimi hep şanslı hissettim. Gayle’de senin gibi bir dostu olduğu için çok şanslı. En iyi dileklerimle. Norma" 

  Dondurma dükkanının sahibiydi mektubu yazan. Benim masasına bıraktığım çek de zarfın içindeydi.

EĞER (Can Dündar)


Eğer ; 


 O'nu hatırladıkta başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz... ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz... ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin... O'nunlayken pervaneleşen yelkovanlar, O'nsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain... 


 sınıfta, büroda, yolda, yatakta içiniz içinize sığmıyor, O'ndan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa, 


 ve O, her durduğunuz yerde duruyor, 

 her baktığınız yerden size bakıyor, siz keyiflendikçe gülüp, 

 hüzünlendikçe ağlıyorsa... 

 dünyanın en güzel yeri O'nun yaşadığı yer, en güzel kokusu 

 bedenindeki ter, en dayanılmaz duygusu gözlerindeki kederse... 

 hayat O'nunla güzel ve onsuz müptezelse... elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü, 

 O'nun yüzü pembeyse, kışlar ilkbaharsa, yazlar ilkbahar, güzler ilkbahar... 

 her şiirde anlatılan O'ysa... her filmin kahramanı O... 

 her roman O'ndan söz ediyor, her çiçek O'nu açıyorsa... 

 bir anlık ayrılık, bir ömür gibi geliyor ve gider gitmez 

 özlem saç diplerinizden çekiştirip beyninizi acıtıyorsa, 

 iştahınız kapanıyor, iştahınız açılıyor, iştahınız şaşırıyorsa... 

 iştahınız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa... 

 eliniz telefonda yaşıyor, işaret parmağınızla ha bire O'nu tuşluyor, dara düştüğünüzde kapıyı çalanın 

 O olduğunu adınız gibi biliyorsanız... mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona O diye atlıyor, vitrindeki her giysiyi O'na yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken "keşke O anlatsa" diye iç geçiriyorsanız... 

 kokusu burnunuzdan, sureti gözünüzden, sesi kulağınızdan, teni aklınızdan silinmiyorsa bir türlü... 

 özlemi, sol memenizin altında tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu... 

 hem kimseler duymasın, hem cümle alem bilsin istiyorsanız... 

 O'nsuz geceler ıssız, sokaklar öksüzse... ayrılık ölüme, 

 vuslat sehere denkse... 

 gamze gamze tebessüm de onun içinse, alev alev öfke de; 

 bunca tavır, onca sabır ve nihayetsiz kahır hep O'nun yüzü suyu hürmetine... 

 uğruna ödenmeyecek bedel, gidilmeyecek yol, vazgeçilmeyecek konfor yoksa... 

 dışarıda yer yerinden oynuyor ve "içeri"de bu sizi zerrece ilgilendirmiyorsa, nedensiz küsüyor, sebepsiz affediyorsanız ve bütün bu hallerinize siz bile akıl erdiremiyorsanız kaybetme korkusu, kavuşma sevincinden ağır basıyorsa ve aşk, gurura baskın çıkıyorsa bu yüzden her daim... gece yarısı kadim bir dost gibi kucaklayan tanıdık bir şarkı, 

 bütün acı sözleri unutturmaya yetiyorsa... 

 Her gidişte ayaklarınız "Geri dön" diye yalpalıyorsa ve siz kendinize rağmen dönüyorsanız, 

 sınırsız, sabırsız, doyumsuz bir tutkuyla... 

 ...o halde bugün sizin gününüz!.. 

 "Çok yaşa"yın ve de "siz de görün"üz. 


 Can Dündar

SANA BAKMAK


SANA BAKMAK

 

Herşey yapılabilir 

Bir beyaz kağıtla 

Uçak örneğin, uçurtma mesela. 

Altına konulabilir 

Bir ayağı ötekinden kısa olduğu için 

Sallanan bir masanın. 

Veya şiir yazılabilir 

Süresi ötekilerden kısa 

Bir ömür üzerine.. 

 

Bir beyaz kağıda 

Herşey yazılabilir, 

Senin dışında.. 

Güzelliğine benzetme bulmak zor, 

Sen iyisimi sana benzemeye çalışan 

Herşeyden: 

Bir gülden bir ilk bir sonbahardan sor. 

Belki tabiattadır çaresi 

Senin bir çiçeğe bu kadar benzemenin.. 

Ve benim 

Bilinci nasırlı bir bahçıvan çaresizliğim.. 

Anlarım bitkiden filan 

Ama anlatamam 

Toprağın güneşle konuşmasını 

Sana çok benzeyen bir çiçek yoluyla 

 

Sen bana ışık ver yeter 

Bende filiz çok.. 

Köklerim içimde gizlidir 

Gelen giden, açan soran, bere budak yok 

Bir şiir istersin 

"içinde benzetmeler" olan 

Kusura bakma sevgilim 

Heybemde sana benzeyecek kadar 

Güzel birşey yok 

 

Uzun bir yoldan gelen 

Tedariksiz, katıksız bir yolcuyum 

Yaralı yarasız sevdalardan geçtim 

Koynumda bir beyaz kağıt boşluğu 

Herşeyi anlattım.. 

Olan olmayan, acıtan sancıtan.. 

Bilsem ki sana varmak içindi 

Bütün mola sancıları 

Bütün stabilize arkadaşlıklar 

Daha hızlı koşardım 

Severadım gelirdim 

Gözlerinin mercan maviliğine.. 

 

Sana bakmak 

Suya bakmaktır.. 

Sana bakmak 

Bir mucizeyi anlamaktır.. 

 

Sağa sola bakmadan yürüdüğüm yollar tanıktır 

Aşk sorgusunda şahanem 

Yalnız kelepçeler sanıktır 

Ne yazsam olmuyor 

Çünkü bilenler hatırlar.. 

Hem yapılmış hem yapma çiçek satanlar 

Bahçıvan değil tüccarlardır 

Sen öyle göz, 

Sen öyle toprak ve güneş ortaklığı 

Sen teninde cennet kayganlığı iken, 

Sana şiir yazmak ahmaklıktır.. 

 

Bir tek söz kalır 

Dişlerimin arasından 

Ben sana gülüm derim 

Gülün ömrü uzamaya başlar 

 

Verdiğim bütün sözler 

Sende kalsın isterim 

Ben sana gülüm derim 

Gül sana benzediği için ölümsüz.. 

Yazdığım bütün şiirler 

Sana başlayan bir kitap için önsöz 

 

Sana bakmak 

Bir beyaz kağıda bakmaktır. 

Her şey olmaya hazır 

sana bakmak 

suya bakmaktır.. 

gördüğün suretten utanmak.. 

sana bakmak 

bütün rastlantıları reddedip 

bir mucizeyi anlamaktır.. 

sana bakmak 

Allah’a inanmaktır.

BEN HEP SENİ İZLİYOR OLACAĞIM


BEN HEP SENİ İZLİYOR OLACAĞIM
Bir otobüs duraginda karsilasmislardi ilk kez…. Biri tipta okuyordu, öbürü
mimarlikta. O ilk karsilasmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha
karsilasabilmek için, hep ayni saatte, ayni duraktan, ayni otobüse bindiler.
Gençtiler, çok genç… Birbirileriyle konusacak cesareti bulmalari biraz
zaman aldi ama sonunda basrdilar. Ikisi de her sabah otobüse bindikleri
semtte oturmuyorlardi aslinda. Delikanli arkadasinda kaldigi için o duraktan
binmisti otobüse, kiz ise ablasinda…. Sirf birbirilerini görebilmek için, 
her sabah erkenden evlerinden çikip, sehrin öbür ucundaki o duraga, onlarin
duragina geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra…
Okullarini bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu… Bazen
issiz, bazen parasiz kaldilar ama öylesine siki kenetlenmisti ki yürekleri
ve elleri hiçbir seyi umursamadilar. Ayin sonunu zor getirdikleri günlerde
de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarinda da hep mutluydular. Zaman
asimina ugrayan, aliskanliklara yenik düsen, banka hesabinda para kalmadigi
için ya da tam tersine o hesabi daha da kabarik hale getirmek uguruna
bitip-tükeniveren sevgilerden degildi onlarinki… Günler günleri, yillar
yillari kovaladikça sevgileri de büyüdü, büyüdü… Tek eksikleri
çocuklarinin olmamasiydi. Zorlu bir tedavi sürecine ragman çocuk sahibi
olmayinca, “bütün
mutluluklarin bizim olmasini beklemek, bencillik olur” diyerek devam ettiler
hayatlarina. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler… “Senin için ölürüm”
derdi kadin, simsiki sarilip adama ve adma “Hayir, ben senin için ölürüm”
diye yanit verirdi hep…
Bazen eve geldiginde, aynanin üzerinde bir not görürdü kadin, “Bir tanem,
kütüphanenin ikinci rafina bak….” Kütüphanenin ikinci rafinda baska bir
not olurdu, “Mutfaktaki masanin üzerine bak ve seni çok sevdigimi sakin
unutma” Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notlari okuya okuya
kosturan kadin, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdigi
çikolatalar, kimi zaman da pahali armaganlarla karsilasirdi… Aldigi
hediyenin ne oldugu önemli degildi zaten….
Hayat ne kadar hizli akarsa aksin, isleri ne kadar yogun olursa olsun hep
birbirlerine ayiracak zaman buluyorlardi bulmasina ama kirkli yaslarin
ortalarina geldiklerinde, daha az çalismaya karar verdiler. Adam, hastaneden
ayrildi ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye basladi. Kadin da mimarlik
bürosunu kapadi ve sadece özel projelerde görev aldi. Artik daha fazla
beraber olabiliyorlardi. Bir gün sahilde dolasirken, harap durumda bir ev
gördü kadin, üzerinde “satilik” levhasi asili olan. “Ne dersin, bu evi
alalim mi?” dedi adama. “Bu viraneyi yiktirir, harika bir ev yapariz.
Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terasi olan, martilari kahvaltiya davet
edecegimiz bir deniz evi yapalim
burayi…” “Sen istersin de ben hiç hayir diyebilirmiyim?” diye yanit verdi
adam. “Amerika’daki tip kongresinden döner dönmez ararim emlakçiyi… Kaç
para olursa olsun, burasi bizimdir artik….”
Sadece bir hafta ayri kalacaklarini bildikleri halde, ayrilmalari zor oldu
adam Amerika’ya giderken.Her gün, her saat konustular telefonla. Gözyaslari
içinde kucaklastilar havaalaninda. Fakat birkaç gün sonra, kocasinda bir
tuhaflik oldugunu fark etti kadin. Eskisi kadar mutlu görünmüyor,
konusmaktan kaçiniyordu. Onu neselendirmek için, sahildeki evi hatirlatti ve
çizdigi projeyi verdi kadin ama hiç beklemedigi bir cevap aldi: “Canim, o ev
bizim bütçemizi asiyor. Sen en iyisi o evi unut…”
Mutsuzluk, mutlulugun tadina alismis insanlara daha da aci, daha da çekilmez
gelir. Kadin, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için
yalvardi adama, “Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat” diye dil
döktü bos yere… Yillardir sevdigi adam, duyarsiz ve sevgisiz biriyle yer
degistirmisti sanki. Ona ulasmaya çalistikça, beton duvarlara çarpiyordu
kadin, her çarpmada daha fazla kaniyordu yüregi…
Bir gün, çocuklugunun, gençliginin ve bütün hayatinin birlikte geçtigi
arkadasina dert yanarken, “Artik dayanamiyorum, sana söylemek zorundayim”
diye sözünü kesti arkadasi. “O, seni aldatiyor. Is yerimin tam karsisindaki
restoranda genç bir kadinla yemek yiyiyor her öglen. Sonra sarmas dolas
biniyorlar arabaya….”
“Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanlari” diye bagirdi kadin. Onca
yillik arkadasini, kendisini kiskanmakla suçladi…. Ertesi gün, ögle vakti
o restoranin hemen karsisinda bir köseye sindi sessizce ve peri masallarinin
sadece masal oldugunu anladi… Kocasinin eskiden ayni hastanede çalistigi
genç çocuk doktorunu tanidi hemen. Bazen evlerinde agirladiklari kadina
nasil sarildigini
gördü adamin…
Aksam kocasi eve gelir gelmez, bazen bagirip, bazen aglayarak, bazen ona
simsiki sarilip bazen de yumruklayarak haykirdi suratina her seyi. Inkar
etmedi adam. Zamanla duygularin degisebildigi, insanlarin orta yasa
geldiklerinde farklilik aradigi gibi bir seyler geveledi agzinda ve bavulunu
alip gitti evden. Kapidan çikarken, “son bir kez kucaklamak isterim seni”
diyecek oldu ama kadin, “defol” dedi nefretle…
Ilk celsede bosandilar… Modern bir ask hikayesinin böyle son bulmasina
kimse inanamadi. Arkadaslarinin destegiyle ayakta kalmaya çalisti kadin.
Adamin, sevgilisiyle birlikte Amerika’ya yerlestigini ögrendi. Bazen yalniz
kaldiginda, onu hala sevdigini hissedince, aglama nöbetleri geçiriyor, askin
yerini, en az onun kadar yogun bir duygu olan nefretin almasi için dua
ediyordu.

Aradan bir yil geçti… Her seyin ilaci oldugu söylenen zaman bile, kadinin
derdine çare olamamisti. Bir sabah, israrla çalan zilin sesiyle uyandi.
Kapiyi açtiginda, karsisinda o kadini gördü. “Sen, buraya ne yüzle
geliyorsun” diye bagirmak istedi ama sesi çikmadi. “Lütfen, içeri girmeme
izin ver, mutlaka konusmamiz gerekiyor.” dedi genç kadin. Kanepeye ilisti ve
zor duyulan bir sesle konusmaya
basladi: “Hiçbir sey göründügü gibi degil aslinda. Çok üzgünüm ama o bir
saat önce öldü. Geçen yil Amerika’daki kongre sirasinda ögrendi hastaligini

ve yaklasik bir senelik ömrü kaldgini. Buna dayanamayacagini, hep söyledigin
gibi onunla birlikte ölmek isteyecegini biliyordu. Seni kendinden
uzaklastirmak için, benden sevgilisi rolünü oynamami istedi. Ailesine de
haber vermedi. Birlikte Amerika’ya yerlestigimiz yalanini yaydi. Oysa ilk
karsilastiginiz otobüs duraginin karsisinda bir ev tutmustu. Tedavi görüyor
ve kurtulacagina inaniyordu ama olmadi. Gece fenalasmis, bakicisi beni
aradi, son anda yetistim. Sana bu kutuyu vermemi istedi…” Gözlerinden
akan yaslari durduramayacagini biliyordu kadin. Hemen oracikta ölmek
istiyordu. Eline tutusturulan kutuyu açmayi neden sonra akil edebildi.
Itinayla katlanmis bir sürü kagit duruyordu kutuda. Ilk kagitta, “Lütfen
bütün notlari sirayla oku bir tanem” diyordu… Sirayla okudu; “Seni çok
sevdim”, “Seni sevmekten hiç vazgeçmedim”, “Senin için ölürüm derdin hep,
dogru söyledigini bilirdim.” “Fakat benim için ölmeni istemedim” “Simdi bana
söz vermeni istiyorum.” “Benim için yasayacaksin, anlastik mi?” son kagidi
eline alirken, kutuda bir anahtar oldugunu gördü kadin… Ve son kagitta
sunlar yaziliydi:
“Sahildeki evimizi senin çizdigin projeye göre yaptirdim. Kocaman terasta
martilarla kahvalti ederken, ben hep seni izliyor olacagim….”

14 Ağustos 2009 Cuma

DERGAHIMIN KIRK KURALI


Birinci Kural: 
Yaradanı hangi kelimerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet Tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok eğer, Tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.
İkinci Kural:
Hak Yolu’nda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil!
Üçüncü Kural:
Kuran dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahiri manadır. Sonraki batıni mana. Üçüncü batıninin batınisidir. Dördüncü seviye o kadar derindir ki kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye.
Dördüncü Kural:
Kâinattaki her zerrede Allah’ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede, havrada değil, her an her yerdedir. Allah’ı görüp yaşayan olmadığı gibi, O’nu görüp ölen de yoktur. Kim O’nu bulursa, sonsuza dek O’nda kalır.
Beşinci Kural:
Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. “Aman sakın kendini” diye tembihler. Hâlbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği : “Bırak kendini, ko gitsin!” Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Hâlbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!
Altıncı Kural: 
Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur.

Yedinci Kural:
Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, Hakikat’i keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.

Sekizinci Kural:
Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilir.
Dokuzuncu Kural:
Sabretmek öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah âşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.

Onuncu Kural:
Ne yöne gidersen git, -Doğu, Batı, Kuzey ya da Güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.


On Birinci Kural:
Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir “sen” zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.

On İkinci Kural: 
Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.


On Üçüncü Kural: 
Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı hoca şeyh şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.


On Dördüncü Kural: 
Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir” diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?

On Beşinci Kural:
Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldur. Tek tek herbirimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermemiz için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.


On Altıncı Kural: 
Kusursuzdur ya Allah, O’nu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir, ne layıkıyla sevebilirsin.
On Yedinci Kural:
Esas kirlilik, dışta değil içte, kisvede değil, kalpte olur. Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.
On Sekizinci Kural:
Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil, bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara; dışında, başkalarında değil. Ve unutma ki nefsini bilen Rabbini bilir. Başkalarıyla değil, sadece kendiyle uğraşan insan, sonunda mükafat olarak Yaradan’ı tanır.
On Dokuzuncu Kural: 
Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan, önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.
Yirminci Kural: 
Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.




Yirmi Birinci Kural: 
Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek, kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hakk’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.


Yirmi İkinci Kural: 
Hakiki Allah Aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgah olur. Ama bekri aynı namazgaha girdi mi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.


Yirmi Üçüncü Kural: 
Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki, ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı, kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir, ya kıymet bilmeyiz. Aşırılıklardan uzak dur. Sufi ne ifrattadır ne tefritte. Sufi daima orta yerde...

Yirmi Dördüncü Kural:
Madem ki insan eşrefi-i mahlukattır, yani varlıkların en şereflisi, attığı her adımda Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu hatırlayarak, buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile, gene başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemelidir.


Yirmi Beşinci Kural: 
Cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama. İkisi de şu an burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.
Yirmi Altıncı Kural:
Kainat yekvücut, tek varlıktır. Herkes ve her şey görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının, hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti, herkesin yüzünü güldürebilir.
Yirmi Yedinci Kural:
Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana sesleri öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır. Şer çıkarsa, sana gerisin geri şer yankılanır. Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece sadece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin her şey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse, dünya değişir.
Yirmi Sekizinci Kural: 
Geçmiş, zihinlerimizi kaplayan bir sis bulutundan ibaret. Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz. Sufi daima şu an’ın hakikatini yaşar.
Yirmi Dokuzuncu Kural: 
Kader, hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten, “ne yapalım kaderimiz böyle” deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin, ne de hayat karşısında çaresizsin.






Otuzuncu Kural: 
Hakiki Sufi öyle biridir ki, başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa, hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kelime kötü laf etmez. Sufi kusur görmez. Kusur örter.


Otuz Birinci Kural: 
Hakk’a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık; kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp... Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bundaki hikmeti anlar ve yumuşar; kimimiz ise, ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.
Otuz İkinci Kural: 
Aranızdaki bütün perdeleri tek tek kaldır ki, Tanrı’ya saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma! İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama!
Otuz Üçüncü Kural: 
Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken, sen HİÇ ol. Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir.
Otuz Dördüncü Kural: 
Hakk’a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine, böylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır; emin bir beldede yaşar.
Otuz Beşinci Kural: 
Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Tanrı’ya inanmayan kişi ise içindeki inananla. İnsan-ı Kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.
Otuz Altıncı Kural: 
Hileden, desiseden endişe etme. Eğer birileri sana tuzak kuruyor, zarar vermek istiyorsa, Tanrı da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar, o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır, ne bir katre şer. O’nun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Sen sadece buna inan!
Otuz Yedinci Kural: 
Tanrı kılı kırk yararak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır, bir de ölmek zamanı.
Otuz Sekizinci Kural: 
“Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım?” diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün. Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa, yazık. Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.





Otuz Dokuzuncu Kural: 
Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz, her şey yerli yerinde kalır, merkezinde.. . Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz. Ölen her Sufi için bir Sufi daha doğar.
Kırkıncı Kural: 
Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. AŞK’ın ise hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde.

Elif Şafak'ın AŞK isimli romanından aldığım bu kırk kural siteminde kurallarıdır.Siteyi gezmek isteyen herkes bu kırk kurala okumuş ve kabul etmiş sayılır.

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Baba Parmaklarım Ne Zaman Çıkacak


Baba Parmaklarım Ne Zaman Çıkacak

Adam yeni kamyonuna bakmak için evinden çıktığında, üç yaşındaki oğlunun gayet mutlu bir biçimde elindeki çekiçle kamyonunun kaportasını mahvettiğini görmüş. Hemen oğlunun yanına koşmuş ve çocuğun eline çekiçle vurmaya başlamış. Biraz sakinleşince oğlunu hemen hastaneye götürmüş. Doktor, çocuğun kırılan kemiklerini kurtarmaya çalıştıysa da elinden bir şey gelmemiş ve çocuğun iki elinin parmaklarını kesmek zorunda kalmış. Çocuk ameliyattan çıkıp gözlerini açtığında, bandajlı ellerini fark etmiş ve gayet masum bir ifadeyle; 

- "Babacığım, kamyonuna zarar verdiğim için çok üzgünüm." demiş ve sonra babasına şu soruyu sormuş; 

- "Parmaklarım ne zaman yeniden çıkacak?" Babası eve dönmüş ve hayatına son vermiş... 

Birisi masaya süt döktüğünde ya da bir bebeğin ağladığını işittiğinizde bu öyküyü hatırlayın. Çok sevdiğiniz birine karşı sabrınızı yitirdiğinizi anladığınızda, önce biraz düşünün. Kamyonlar onarılabilir, ama kırılan kemikler ve incinen duygular hiçbir zaman onarılamaz; genellikle kişiyle performansı arasındaki farkı göremeyiz. İnsan hata yapar. Hepimiz hata yaparız. Fakat öfkeyle ve düşünmeden yapılan şeyler, insanı sonsuza kadar rahatsız eder. Harekete geçmeden önce durun ve düşünün. Sabırlı olun.

SU, kendine sırdaş arıyordu


SU, kendine sırdaş arıyordu 

-Önce buluta verdi sırrını. 
-Ağır geldi sır buluta. 
-Sağanak sağanak döktü suyun tüm sırlarını. 
-Sonra göle gitti su. 
-Ona anlattı derdini. 
-Bu arada bulut suyun sırrını tekrar tekrar yağmur yapıp, dolu yapıp, kar yapıp savurduğu için , zaman zaman taşıyordu 
göl ve suyun sırrı iyice açığa çıkıyordu. 
-Sonra nehre ulaştı suyun sırrı. 
-Nehir aldı suyun sırrını çekti gitti. 
-Dereye verdi. 


-Dere biraz daha yavaş olsa da nehirden , O da götürdü suyun sırrını bir başka bilinmeze.. 
-Çağlayanlar, şelaleler,akarsular.. 
-Hepsi kayboluyordu bir anda. 
-Sonra bir gün su takip etti dereyi. 
-Dereye, okyanusa kavuşunca farketti su, bütün sırlarının akarsularla, çağlayanlarla,ırmaklarla... 
okyanusa taşındığını. 
-Karar verdi su. Sırrını okyanusa verecekti. 
- Öyle de yaptı zaten.Tüm sırlarını okyanusa verdi. 
-Artık suyun sırrını okyanustan başkası bilmiyordu. > 

-Ne taştı okyanus, ne bir başkasına taşıdı suyun sırrını, ne de kurudu.... 

-Geçen karşılaştık suyla. 
-Bir bardaktaydı. - 
-Suskundu. 

-Çok uğraştım konuşturamadım. 


-Ben,tam giderken '' Dur !'' dedi ..su. 

-Durdum! 

'' Okyanus yürekli dostlar bulmadan sakın konuşma! Taşıyamazlar ,kaldıramazlar senin yükünü,canını 
yakarlar,utandırırlar....'' dedi.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

İki Gezgin Melek


İki Gezgin Melek

İki Gezgin Melek,geceyi geçirmek için oldukça varlıklı bir ailenin evinin kapısını çalmışlar.

Aile, pek kaba bir üslupla, meleklere yatacak yer olarak koca malikanenin konuk odalarından birini vermek yerine, soğuk bodrumundaki küçük bir köşeyi göstermiş.Melekler buz gibi odanın soğuk ve sert zemininde kendilerine yatacak bir yer hazırlamaya çalışırken, Yaşlı Melek duvarda bir delik görmüş ve kalkıp deliği onarmaya girişmiş Genç Melek, Yaşlı Meleğe bu hareketinin nedenini sorunca, Yaşlı Melek hafifçe gülümsemiş: Her şey, her zaman, göründüğü gibi değildir.

Sabah malikaneden ayrılan melekler, gece bastırınca bir kez daha kalacak yer bulmak umuduyla, bu defa çok fakir bir çiftçi ailesinin kapısını çalmışlar. Son derece misafirperver olan fakir karı koca, sofralarında ne var ne yoksa meleklerle paylaştıktan sonra, onlara rahatça uyumaları için
kendi yataklarını vererek yanlarından ayrılmışlar. Sabah güneş doğduğunda, melekler zavallı karı kocayı gözyaşları içinde bulmuşlar: 
Yegane geçim kaynakları olan tek inek de tarlalarının ortasında cansız yatmaktaymış. Genç Melek bu sefer iyice öfkelenerek Yaşlı Meleğe isyan etmiş: Bunun olmasına nasıl izin verebildin? ! O varlıklı kaba adamın her şeyi vardı ama sen kalktın ona yine de yardım ettin.
Bu iyi yürekli fakir ailenin ise o tek inekten başka hiçbir şeyleri yoktu; buna rağmen onu bile
paylaşmaya gönüllü oldular. Ama sen o ineği de yitirmelerine izin verdin! ?
Bunun üzerine Yaşlı Melek, Genç Meleğe dönerek şu cevabı vermiş: Her şey, her zaman, göründüğü gibi değildir. O zengin malikanenin bodrumunda kaldığımız gece, duvardaki deliğin dibinde külçe külçe altın saklı olduğunu fark ettim. Malikanenin sahibi bu kadar açgözlü olduğu için ve kendisine verilmiş şans sayesinde edindiği zenginliğin bir parçasını bile paylaşmaya yanaşmadığı için, ben de o deliği öyle bir kapatıp mühürledim ki artık arayıp bulsa da açamaz. Ve devam etmiş:? Sonra, dün gece biz çiftçi ailesinin yatağında uyurken, Ölüm Meleğinin o çiftçinin karısını almaya geldiğini gördüm. Ben de onun yerine Ölüm Meleğine ineği verdim. Yaşlı Melek, gülümseyerek bir kez daha eklemiş: Her şey, her zaman, göründüğü gibi değildir. Bazen, işler
istediğimiz gibi sonuçlanmadığında, aslında bizim de başımıza gelen tam da budur işte. Eğer
inanıyorsanız, yapmanız gereken şey sadece, her sonucun her zaman sizin lehinize olduğuna güvenmektir. Bunun böyle olduğunu, ancak belirli bir zaman sonra öğrenebilecek olsanız bile… Bazı insanlar, Hayatımıza girerler Ve çabucak çıkarlar.. Bazıları ise, Dostumuz olur Ve bir süre
orada kalırlar..Yüreklerimizde O güzel ayak izlerini bırakarak.. Ve bu, İyi bir dost kazandığımız için, Bir daha asla Eskisi gibi olmayacağız demektir! Dün, tarih oldu. Yarın, bir gizemdir. Bugün
ise bir armağan.

Tanrı Misafiri


Tanrı Misafiri

Evvel zaman içinde Batıda Yotan diye bir köy varmış. Köyde pek namazı niyazı olmayan Ali Mahmut diye bir köylü varmış. İşin doğrusu Ali Mahmut dönemin sayılı ateistlerindenmiş. Köyün imamı da, cemaat de bu durumdan pek hoşnut değillermiş. 

Gel zaman git zaman bizimkisi bir gün ölmüş. Köyün imamı "Ben bu adamın cenaze namazını kılmam" diye diretmiş. Köy halkı da "Allah'a inanmıyordu biz bu herifi gömmeyiz" diye tutturmuşlar. Durumu gören köyün yaşlılarından Müzeyyen hanım, köyün dışındaki tepelerden birinde, tek başına yaşayan köylülerin İğdeli İsmail diye andıkları köylüye haber vermiş. İsmail'in de pek namazla ilgisi yokmuş. O köye gitmiş cenazeyi almış ve kendi evinin yakınlarında bir yere gömmüş. 

O akşam imam Nazmi efendi, müezzin Mustafa efendi tüm cemaat aynı rüyayı görmüşler. Ali Mahmut Cennette çok iyi bir yer de keyif yapıyormuş. Sabah herkes birbirine rüyayı anlatmış. İmam, müezzin yanlarına bekçi Şinasi efendiyi de alıp sabah karanlığında yola çıkıp öğleye doğru İsmail'in yanın gelmişler. İmam sormuş 

"Kardeşim sen nasıl bir dua ettin ki bu imansız Allah katında bu kadar iyi bir yere gitti" 

İsmail efendi 
"Vallahi ben bir şey yapmadım, Rahmetliyi gömdüm. Sonra da 

"Allahım soğuk kış gecelerinde, sıcak yaz günlerinde insanlar kapıyı çaldı ve biz 'Tanrı misafiriyiz' dediler, ben de senin misafirlerini en iyi şekilde ağırladım. Misafirleri güvenip bana gönderdiğin için onlara da neyim varsa yoksa yedirdim. 

Ben sana ilk defa bir misafir yolluyorum sen de benim güvenimi boşa çıkarma olur mu? Dedim."

Bırak Sevgi Seni Bulsun


Bırak Sevgi Seni Bulsun 


Iyi kalpli, yalniz bir adam, bir gün bir koza bulur. Kozanin icinde kücük 
bir tirtil vardir. Adam çok sever bu tirtili, onunla tüm yalnizligini, tüm 
sevgisini paylasir. 

Gel zaman git zaman tirtil büyür, güzel bir kelebek olur. Adam, kelebegine 
hayran... birakamaz bir türlü... Aslinda kelebegin aklinda daglar, kirlar, 
çiçekler vardir da; kiyamaz bir türlü adama ve sevgisine, yalniz birakamaz 
onu... Üç günlük ömrünü sevildigi ve sevdigi yerde geçirmeye hazirdir... 

Ama adam bilir ki; "Sevmek bazen vazgeçmeyi de bilmektir" ... Kelebegine 
son kez bakar ve onu saliverir özgürlügüne, kirlarina, çiçeklerine 
dogru... 

Kelebek mutlu olmasina mutlu olur ama hiç bir meltem, hiç bir çiçek 
yapragi adamin avucunun sicakligini andirmaz... Aklinda adam, o çiçek 
senin bu çiçek benim dolasir saatlerce... Adam bir kelebege sevdali, bakip 
durur bosluguna. Kelebekse hala konacak sicak bir avuç aramakta... 

Böylece kelebek sunu anlar: BAZEN AIT OLDUGUMUZ YER ORASIDIR; SICAK BIR 
AVUCTUR BILIRIZ AMA O YERIN BIZE AIT OLMA IHTIMALI BIR HIÇTIR ... 
Böylece adam sunu anlar: HIÇ BIR SEVDAYI YALNIZCA SEVGIYLE YASATAMAZSINIZ 
... 

O günden sonra kelebek, adama duydugu özlemi gömecek bir dag aramaya 
baslar, ama gücü tükenene dek arayis da bulamayinca anlar ki; HIÇ BIR DAG 
BIR ÖZLEMI GÖMEBILECEGINIZ KADAR BÜYÜK DEGILDIR ... 

Adamsa sevdasini koyar simsicak avuçlarina; kelebegin yerine... 

Sevgili dostum; Herkes bir seyler yasar; iyi ya da kötü, dogru ya da 
yanlis... Yasadiklarindan bir çikarim yaparak hayatina bir yol verir; ayni 
zamanda düsüncelerine de... 

Birak SEVGI seni bulsun...

Acılar..


Acılar..  

Zamanın birinde bir oduncu, ormanda odun keserken çalı arasında bir yılana
raslamis. Elindeki baltayı kaldırıp yılanın başını vurmak üzereyken bir an
göz göze gelmiş. Yaradana olan aşkı -yılan bile olsa- yaratılana yansımış ve yılanı vurmaya kıyamamış. Yılan da duygulanmış, dile gelmiş.Ey insanoğlu, sen bana kıyamadın, ben de sana bir iyilik edeceğim demiş.Bir kör kuyuya dalmış ve kaybolmuş. 
Biraz sonra ağzında bir altın lira ile dönmüş ve oduncuya uzatmış.
"Bundan böyle ömür boyu sana her gün bir altın lira vereceğim."
Oduncu altını bozdurmuş ve evinde o gün şenlik olmuş. Hiç kimseye olan biteni anlatmamış, ailesi dahil.Herkes sadece oduncunun çok çalıştığı için durumunun düzeldiğini zannetmiş.Yıllar boyu her gün o kör kuyunun başına gitmiş, yılan ile bulusmuş ve altınını almış.
Gel zaman git zaman, oduncu ağır hastalanmış. Kuyunun başına gidemez olmuş. Bir kaç gün geçince bolluğa alışmış evinde darlık başlamış. Oduncu oğlunu yanına çağırmış ve yılanın sırrını anlatmış.
"Git kör kuyunun başına ve oğlum olduğunu söyle, yılan sana altın verecek"
demiş. Oğlu inanmamış ama gitmiş, yılan önce saklanmış, sonra ortaya çıkmış. 
Onun oduncunun oğlu olduğuna iyice kanaat getirince de kuyuya inip bir altın
getirmiş. Oğlan önce inanmadığı hikayenin gerçek olduğunu görünce hırsa kapılmış, kimbilir daha ne kadar altın var kuyudan içeride demiş....Hırsla yılanı öldürmek için bir hamle yapmış, ıskalamış ama yılanın kuyruğunu koparmış. Yılan da can havliyle dönüp oğlanı sokmuş ve öldürmüş.
Akşam yaklaşıp da oğlu gelmeyince oduncu iyice endişelenmiş. Hasta yatağından sürünerek bile olsa kalkmış. 
Kuyunun başına gitmiş ki oğlu cansız yatıyor. Yılan o arada görünmüş ki, kuyruğu yok ve kanlar içinde.. 
Oduncu durumu anlamış ve çok üzülmüş. Canının parçası oğlu yerde cansız, yıllardır velinimeti olan yılan yaralı...
Hatalı olan oğlum olmalı demiş ve yılandan özür dilemiş. Tekrar dost olalım
demiş...
Yılan ise acı acı gülümsemiş. Çok isterdim ama...Sende bu evlat acısı..bende de bu kuyruk acısı varken biz artık dost olamayız.

Affet Babacıgım..


Affet Babacıgım..  

Evlendiğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında; eşi, bütün bağları kopardı ve "Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak" diyerek rest çekti... Eşini kaybetmeyi göze alamazdı.

Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası, sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hâlâ onu ölürcesine seviyordu.

Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak,böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı.

Babasına lâzım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can, "Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular. 

Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik Can, sürekli babasına "Baba nereye gidiyoruz ?" diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan; nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu.

Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi.Sonra diğer malzemeleri taşıdı en son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.

Tipi, adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı.Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. 

Öyle üzgündü ki, dünya başına göçüyor gibiydi. O, bu duygular içindeyken babası, yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti, içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu.

Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi, yanaklarını ve ellerini defalarca öptü.Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terketti. Arabaya bindiler. 

Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı, neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu. 

Can: "Baba, sen yaşlandığında ben de seni buraya mı getireceğim?" diye sorunca dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında "Beni affet baba." diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. 

Oğlu: "Baba beni affet! Sana bu muameleyi yaptığım için beni affet!" diye hatasını belli ediyordu...Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu..."Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın... Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum.

Ayakkabıcı


  Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki

bir çocuk onu seyretmekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor

ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar sayılmazdı ama, küçük bir

dükkân için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk

vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği

kullanmaktaydı. Hem de güçlükle...


Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin

alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun

baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle

durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkândan dışarı

fırlayıp:


- "Küçüüük!" diye seslendi." Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir hârika!"

Çocuk, ona dönerek:


- "Gerçekten çok güzeller!" diye tebessüm etti, "Ama benim bir bacağım doğuştan eksik".


- "Bence önemli değil!" diye atıldı adam. "Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki! Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı.

Kiminin de aklı veya vicdanı." Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:


- "Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi."


Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:


- "Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?"


- "Çok basit!" dedi, adam. "Eğer yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler

tamamlanacak. Hâttâ sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla

mükâfat görecekler..." Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne

kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işâret ederek:


- "Baktığın ayakkabı, sana yakışır!" dedi. "Denemek ister misin?" Çocuk, başını yanlara sallayıp:


- "Üzerinde 30 lira yazıyor" dedi, "Almam mümkün değil ki!"


- "İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım!" dedi adam, "Bu

durumda 20 liraya düşer. Zâten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira

eder."

Çocuk biraz düşünüp:


- "Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!" dedi, "Onu kim alacak ki?"


- "Amma yaptın ha!" diye güldü adam. "Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım."


Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:


- "Üstelik de öğrencisin değil mi?" diye sordu.


- "İkiye gidiyorum!" diye atıldı çocuk, "Üçe geçtim sayılır."


- "Tamam işte!" dedi adam. "5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri

kalır 5 lira. O da zâten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı

senindir, sattım gitti!" Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında

dükkâna girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynıyla doluydu.

Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra,

çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi

göstererek


-"Benim satış işlemim bitti!" dedi, "Sen de bana, bunu satsan memnun olurum."


- "Şaka mı yapıyorsunuz?" diye kekeledi çocuk, "Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?"


- "Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş..." dedi adam, "Antika eşyalardan

haberin yok her hâlde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para

tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder."

Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi.

Mutlaka bir rûyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rûya. Adamın,

heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kâğıt paralara göz

gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:


- "Bana göre 20 lira yeterli." dedi. "İndirim mevsimini başlattınız ya!"


Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün

mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk,

yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu.

Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:


- "Babam haklıymış!" dedi. "Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok! demişti."


17 Ağustos 2009 Pazartesi

EN PAHALI RESİM


EN PAHALI RESİM



Avrupa'nın ünlü sanat merkezi kentlerinden birinde çocuğun biri vitrinde çok 
hoş bir tablo görür. Tablo belli ki oldukça pahalıdır. Çocuk bu tablonun bir sonraki sene sonraki sene ağabeyinin doğum gününe almayı ister ve 

Bir iş bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile o mağazaya gider. Şanslıdır, tablo satılmamıştır. İçeri girer ve tabloyu bir süre izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve: 

"Ağabeyimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum. Tüm param da bu kadar." der. 



Ressam bir süre düşündükten sonra tabloyu paketler ve resmi satar. Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar. 

Mağazada adamın arkadaşları da vardır ve şaşkın şaşkın sorarlar: 

"Sen ne yaptın! O resmin değeri milyon ederdi Neden bu kadar az bir rakama sattın?" 

Adam cevap verir:

"Evet, ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim. Ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kişi bulabilirdim?"

ZEHİR


ZEHİR


Uzun yıllar önce Çinde Li-Li adlı bir kız evlenir ve aynı evde kocası ve kaynanası ile birlikte yaşamaya başlar. Lakin kısa bir süre sonra kayınvalidesi ile geçinmenin çok zor olduğunu anlar. İkisinin de kişiliği tamamen farklıdır bu da onların sık sık kavga edip tartışmalarına yol açar. Bu Çin geleneklerine göre hoş bir davranış değildir ve çevrenin oldukça tepkisini alır.



Birkaç ay sonra bitmez tükenmez gelin kaynana kavgalarından ev, onun ve kayınvalidesi ile arada kalan eşi içinde cehennem haline gelmiştir. Artık bir şeyler yapmak gerektiğine inanan genç kadın doğru babasının eski bir arkadaşı olan baharatçıya koşar ve derdini anlatır. Yaşlı adam ona bitkilerden yaptığı bir ilaç hazırlar ve bunu 3 ay boyunca her gün azar azar kaynanası için yaptığı yemeklerin içine koymasını söyler. Zehir az az verilecek, böylece onu gelininin öldürdüğü belli olmayacaktır. Yaşlı adam genç kadına kimsenin ve eşinin şüphelenmemesi için kaynanasına çok iyi davranmasını ona en güzel yemekleri yapmasını söyler.



Sevinç içinde eve dönen Li-Li yaşlı adamın dediklerini aynen uygular. Her gün en güzel yemekleri yaparak kaynanasının tabağına azar azar zehri damlatıyordu. Kimseler şüphelenmesin diye de ona çok iyi davranıyordu. Bir süre sonra kayınvalidesi de çok değişmişti ve ona kendi kızı gibi davranıyordu. Evde artık barış rüzgârları esiyordu. Genç kadın kendisini ağır bir yük altında hissetti yaptıklarından pişman bir vaziyette baharatçı dükkânının yolunu tuttu ve yaşlı adama şu ana kadar kaynanasına verdiği zehirleri onun kanından temizleyecek bir iksir için yalvardı. Yaşlı kadının ölmesini artık istemiyordu. Yaşlı adam yaşlı gözlerle karşısında konuşup duran Li-Li ye baktı ve kahkahalarla gülmeye başladı.



Sevgili Li-Li dedi;

Sana verdiklerim sadece vitaminlerdi. Olsa olsa kayınvalideni sadece daha da güçlendirdin hepsi bundan ibaret. Gerçek zehir ise senin beyninde olandı. Sen ona iyi davrandıkça oda dağıldı ve yerini sevgiye bıraktı böylece siz gerçek bir ana kız oldunuz dedi.



Eski bir Çin atasözü şöyle der: "Gül veren elde gül kokusu kalır"



Sevilen insan sevgisini insanlara veren insandır.



İçinizde bir damlacık bile zehir olmaması dileklerimle

Mucize


Mucize 

Küçük bir kız yatak odasına gitti ve gömme dolaptaki gizli yerinden camdan bir reçel kavanozu çıkardı. Tüm bozuk paraları yere döktü ve onları dikkatle saydı. Üç kere saydı. Toplam, tam olarak mükemmel olmalıydı. Hata yapma şansı yoktu. Madeni paraları kavanoza dikkatle geri koydu ve kapağı kapattı, arka kapıdan gizlice çıktı ve 6 blok ilerdeki kapısının üzerinde Yerli Şefin büyük kırmızı işareti olan Rexall eczanesine doğru yola koyuldu. Eczacının dikkatini ona vermesi için sabırla bekledi, ama eczacı o anda çok meşguldü. Tess bir sürtme gürültüsü yapmak için ayağını döndürdü. Hiçbir şey olmadı. Yapabileceği en gürültülü ses ile boğazını temizledi. Faydası olmadı. 

Sonunda kavanozdan bir çeyreklik çıkardı ve onu cam tezgahın üzerine çarptı. İşe yaramıştı ! "Ne istiyorsun?" diye sordu eczacı, kızgın bir ses tonu ile. "Şikago'dan gelen, asırlardır görmediğim erkek kardeşim ile konuşuyorum" dedi sorusunun yanıtını beklemeden. 

"Evet, size erkek kardeşimden bahsetmek istiyorum" diye yanıtladı Tess, aynı kızgın ses tonu ile. "O gerçekten, gerçekten çok hasta...ve ben bir mucize satın almak istiyorum". 

"Pardon ?" dedi eczacı. 

"Onun adı Andrew ve başının içinde giderek büyüyen kötü bir şey var ve babam sadece bir mucizenin onu kurtarabileceğini söylüyor. Bir mucizenin fiyatı ne kadar?" 

"Burada mucize satmıyoruz, küçük kız. Üzgünüm, ama sana yardım edemem" dedi eczacı, biraz yumuşayarak. 

"Dinleyin, onu ödeyecek param var. Eğer yetmezse, kalanını getiririm. Sadece bana fiyatını söyleyin." 

Eczacının kardeşi iyi giyimli bir adamdı. Öne doğru eğildi ve küçük kıza sordu, "Kardeşinin ne tür bir mucizeye ihtiyacı var?" 

"Bilmiyorum," diye yanıtladı Tess, gözleri sulanarak. "Sadece onun gerçekten hasta olduğunu biliyorum ve annem onun bir ameliyata ihtiyacı olduğunu söylüyor. Ama babamın bunu ödeyecek parası yok, onun için paramı kullanmak istiyorum." 

"Ne kadar paran var?" diye sordu Şikago'dan gelen adam. 

"Bir dolar ve on bir sent" diye yanıtladı Tess, ancak duyulabilir bir sesle. "Ve bu sahip olduğum tüm para, ama eğer daha lazımsa biraz daha getirebilirim." 

"Evet, ne tesadüf" diye gülümsedi adam. " Bir dolar ve on bir sent - küçük kardeşin için bir mucizenin tam ücreti. Bir eli ile parayı aldı, diğer eli ile kızın elinden tuttu ve "Beni yaşadığın yere götür" dedi. "Kardeşini görmek ve anne baban ile tanışmak istiyorum. Gereksinim duyduğunuz mucizeye sahip olup olmadığımıza bir bakalım." 

Bu iyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong idi, nöro - cerrahide uzman bir cerrah. Ameliyat ücretsiz yapıldı ve Andrew'in eve dönmesi ve iyileşmesi uzun sürmedi. Anne ve baba onları buraya kadar getiren olaylar zinciri ile ilgili mutlu şekilde konuşuyordu. "Bu ameliyat gerçek bir mucize" diye fısıldadı annesi. "Ameliyatın maliyetini merak ediyorum" 

Tess gülümsedi. O, bir mucizenin fiyatının ne olduğunu tam olarak biliyordu...bir dolar ve on bir sent.

Duyduğum en iyi haber


Duyduğum en iyi haber

Arjantin' li ünlü golf ustası Robert de Vincenzo, yine bir turnuvayı

kazanmış, ödülünü alıp kameralara poz vermiş ve kulüp binasına gidip 
oradan
ayrılmak üzere hazırlanmıştı. Bir süre sonra binadan çıkıp otoparktaki
arabasına yürürken yanına bir kadın yaklaştı. Kadın, başarısını 
kutladıktan
sonra ona çocuğunun çok hasta ve ölmek üzere olduğunu anlattı. Zavallı
kadının hastane masraflarını ödemesi olanaksızdı. Kadının anlattığı 
öykü De
Vincenzo'yu çok etkilemişti, hemen cebinden bir çek defterine ve kalem
çıkarttı, turnuvadan kazandığı paranın bir miktarını yazdı. Çeki 
kadının
eline sıkıştırırken de ona: 
- 'Umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın...' dedi. 

Ertesi hafta kulüpte öğle yemeği yerken, Profesyonel Golf Derneği'nin 
bir
görevlisi yanına geldi. 
- 'Otoparktaki görevli çocuklar bana geçen hafta turnuvayı kazandıktan 
sonra
yanınıza bir kadının geldiğini ve onunla konuştuğunu söylediler' dedi. 

De Vincenzo başını salladı. 'Evet' dedi 
Görevli: 
- 'Size bir haberim var o zaman. O kadın bir sahtekardır. Üstelik hasta 
bir
çocuğu da yok! ' 
- 'Sizi fena halde kandırmış efendim! ' dedi alaycı bir tavırla. 

De Vincenzo; 
- 'Yani ortada ölümü bekleyen bir bebek yok mu? ' dedi. 
- 'Hayır, yok' dedi görevli. 
- 'İşte bu, bu hafta duyduğum en iyi haber! ' dedi De Vincenzo. 


'AYNI PENCEREDEN DIŞARI BAKAN İKİ ADAMDAN BİRİ 
SOKAKTAKİ ÇAMURU, DİĞERİ İSE GÖKTEKİ YILDIZLARI GÖRÜR.

Frederick Langbridge

Marangoz


Marangoz

Eski çiftlik evini restore etmek için tuttuğum marangoz, işteki ilk gününü 

zorlukla tamamlamıştı. Arabasının patlayan lastiği onun işe bir saat geç 
gelmesine neden olmuş, elektrikli testeresi iflas etmiş ve şimdi de eski 
püskü pikabı çalışmayı reddetmişti. Onu evine götürürken yanımda adeta bir 
taş gibi oturuyordu. Evine ulaştığımızda beni, ailesiyle tanışmam için davet 
etti. Eve doğru yürürken küçük bir ağacın önünde kısa bir süre durdu, 
dalların uçlarına her iki eliyle dokundu.
Kapı açıldığında ; adam şaşırtıcı bir şekilde değişti. Yanık yüzü tebessümle 
kaplandı, iki küçük çocuğunu kucakladı ve eşine kocaman bir öpücük 
verdi.Daha sonra beni arabaya yolcu etmeye geldiğinde ; ağacın yanından 
geçerken merakım daha da arttı ve ona eve giderken gördüğüm olayı 
sordum."O,benim dert ağacım," dedi. "Elimde olmadan işimde bazı sorunlar 
çıkıyor, ama şundan eminim ki o sorunlar, evime, eşime ve çocuklarıma ait 
değil.
Bunun için bu sorunları her akşam eve girerken o ağaca asıyorum. Sabahları 
tekrar onları oradan alıyorum. Ama komik olan ne biliyor musunuz? Ertesi 
sabah onları almaya gittiğimde, astığım kadar çok olmadıklarını görüyorum.

" Öfkeyle geçen her dakikanız, mutluluğunuzdan çalınmış 60 saniyedir."


Bir bardak süt


Bir bardak süt

Hamit, yoksul bir ailenin çocuğuydu ve okul giderlerini karşılamak için kapı kapı dolaşarak eşyalar satıyordu. 

O gün, hiçbir şey satamamıştı ve karnı da çok açtı. Bundan sonra çalacağı ilk kapıdan yiyecek birşeyler istemeye karar verdi. Kapıyı açan sevimli genç bayanı görünce utandı. Yiyecek bir şeyler yerine 

- "Affedersiniz, bir bardak su rica edebilir miyim?" diyebildi yalnızca. 

Genç bayan, çocuğun aç olabileceğini düşünerek kocaman bir bardak süt getirdi ona. Çocuk, sütü yavaş yavaş içine sindirerek içtikten sonra 

- "Çok teşekkür ederim, borcum ne kadar?" diye sordu genç bayana. 

Genç bayan, "Borcunuz yok" diyerek, yüzünde sıcak bir gülümsemeyle devam etti; 

- "Annem, gösterdiğimiz şefkat ve nezaket karşılığı olarak asla bir bedel ödenmesini beklemememizi öğretti bize" dedi.

Çocuk "O halde çok teşekkürler, yürekten teşekkür ederim size" dedi. 

Hamit, evin önünden ayrıldığı zaman kendisini yalnızca bedensel olarak değil, ruhsal olarak da güçlü hissediyordu. 

Yıllar sonra genç bayan çok ender rastlanan bir hastalığa yakalanmıştı. Yöredeki doktorlar ç****iz kalınca, hastalığı ile ilgili araştırmalar yapılması için onu büyük kente gönderdiler. 

Dr. Hamit, konsültasyon yapması için çağrıldığı hastanın hangi kasabadan geldiğini duyunca heyecanlandı. Artık genç olmasa da yıllar önce kendisine sevgiyle yaklaşan bayanı ilk gördüğü anda tanımıştı ve onun yaşamını kurtarmak için elinden geleni yaptı. 

Uzun süren tedaviden sonra bayan sağlığına kavuştu. Dr. Hamit, denetlemesi için önüne getirilen faturaya şöyle bir baktı ve üstüne birşeyler yazarak zarfın içine koydu ve hasta bayanın odasına gönderdi. 

Kadın elleri titreyerek aldı zarfı eline. Açmaya korkuyordu... 

Hastane faturasını asla ödeyemeyeceğini ve geri kalan yaşamı boyunca bu faturayı ödemek için çalışacağını biliyordu. 

Sonunda zarfı açtı ve faturaya iliştirilmiş bir not dikkatini çekti. Kâğıtta şunlar yazılıydı: 

- "Hastane giderlerinin tamamı bir bardak süt karşılığı ödenmiştir.".

15 Ağustos 2009 Cumartesi

NOEL HEDİYESİ


Tam bir dolar seksen yedi senti vardı. O kadar, ne bir sent eksik, ne bir sent fazla!.. Bunun da altmış senti penniden ibaret ufaklıktı. Bu pennileri teker teker bakkal, kasap, manavla çekişe çekişe pazarlık ederek ve her defasında satıcıların cimrilik isnatları karşısında utancından kıpkırmızı kesilerek biriktirmişti. Della paraları üç . defa saydı. Bir dolar seksen yedi sent, o kadar! Halbuki ertesi gün Yılbaşıydı. 

Kendini odadaki partal divanın üzerine atıp hıçkıra hıçkıra ağl amaktan başka çare yoktu. Della da böyle yaptı. 

Della ın evi, haftada sekiz dolara tutulmuş mobilyalı bir apartman! Tasvire değer bir hali yok. Tam bir fakirhane! 

Aşağıda antrede, içine tek bir zarf sığdırmaya imkan olmayan bir mektup kutusu ile ölümlü bir elin asla çaldıramayacağı bir zil vardı. Kapıda da "Mr. James Dillingham Young" ismini taşıyan bir kart asılı idi. 

Mr. James Dillingham eve geldiği vakit size evvelce Della diye takdim ettiğimiz karısı kendisine . "Jim" diye hitap eder, boynuna sarılarak onu bağrına basardı. 

Gözyaşları dindikten sonra Della eline bir ponpon alarak yüzünü pudraladı. Pencerede durarak apartmanın o kasvetli arka avlusundaki bulut rengi bir parmaklık üzerinde yürüyen bulut rengi kediyi aptal aptal seyretti. Ertesi günü Yılbaşıydı. Jime bir hediye alabilecek yalnız bir dolar seksen yedi senti vardı. Bu pennileri aylardan beri birer birer biriktirmişti. Halbuki şimdi hiçbir işe yaramadıklarını görüyordu. Haftada yirmi dolara pek bir şey yapmaya imkan yoktu. Masraf umduğundan fazlaya çıkıyordu. Zaten her zaman öyle olur!.. Şimdi Jime hediye alacak yalnız bir dolar seksen yedi senti vardı. Sevgili Jimine güzel bir şey . almak hususunda hülyalar kurarak bir çok mesut anlar yaşamıştı. Güzel, nadir, parlak bir şey, Jime ait olmak şerefi ile az çok mütenasip bir hediye. 

Pencereden uzaklaşarak kendini aynanın önüne attı. Gözleri pırıl pırıl yanıyordu, ama yirmi saniye içinde rengi uçuvermişti. Saçlarını çözerek omuzlarının üzerine döktü. 

James Dillingham Young Ailesi in iftihar ettikleri iki şeyleri vardı. Birisi Jimin babasından intikal eden ve aslında büyük babasına ait olan altın saat, diğeri ise Della ın saçları idi. Apartmanın hava deliğinin karşı tarafında Saba Melikesi otursaydı Della, kraliçenin mücevherlerini kıymetten düşürmek kastiyle, o güzel saçlarını pencereden dışarı sarkıtırdı. Hazreti Süleyman apartmanın kapıcısı olsa ve bütün servetini, elmaslarını, bodrumda bulundursaydı, Jim ihtiyarı kıskandırıp hasetle sakalını kaşıttırmak için önünden her geçişinde cebindeki saati çekip bakar gibi yaparak gösterirdi. 

Della ın saçları altın renkli bir çağlayan gibi parlayarak ve dalgalanarak dizlerine kadar döküldü ve bir elbise gibi vücudunu örttü. Bununla beraber Della, saçlarının uzun . müddet böyle kalmasına müsaade etmedi. Sinirli ellerle hemen topladı. Bir aralık bir an için durdu. Tereddüt eder gibi oldu. Yerdeki kırmızı tüyleri dökük halıya bir iki damla gözyaşı aktı. 

Della, gözlerinin yaşı kurumadan kahverengi ceketini kapıp aynı renkteki şapkasını başına geçirdiği gibi, eteklerini savurarak kapıdan fırladı. Merdivenleri inip . sokağa çıktı. 

"Mm. Sofronie. Her nevi saç levazımı" ibaresini taşıyan bir tabelanın önünde durdu. Bir hamlede kendini yukarıda buldu. İriyarı, süt beyaz, soğuk bir kadın olan Madam Sofronieye nefes nefese: 

- Saçlarımı alır mısınız? diye sordu. 

Madam: 

- Saç alırım ama şapkanı çıkar da bir bakalım, cevabını verdi. Della altın renkli, çağlayana benzeyen saçlarını döküverdi. 

Madam, saçları pişkin bir alıcı eli ile bir yokladıktan sonra. 

- Yirmi dolar, dedi. 

Della: 

- Peki. Derhal, cevabını verdi. 

Ondan sonraki iki saati pembe bir bulut üstünde uçar gibi sevinçle nasıl geçirdiğini bilmiyordu. Edebiyat bertaraf, Jim için istediği hediyeyi bulmak arzusu ile dükkanların altını üstüne getiriyordu. 

Nihayet bulabildi. Hasseten Jim için yapılmış bir şey? Dükkan dükkan gezmiş, hiçbirinde buna benzer bir şey görmemişti. Platin bir saat zinciri. Kıymeti, fazla gösterişli süslerde değil, deseninin sadeliğinde ve kibarlığında idi. 

Bütün iyi şeyler böyle olmalıdır. Zincir Jimin o emsalsiz saatine layık derecede güzeldi. Della ilk nazarda kararını verdi. Zincir tıpkı Jim gibi idi. Gösterişsiz, fakat kıymetli. Kocasını da, zinciri de aynı şekilde tarif etmek mümkündü, yirmibir dolar verdi. Bu zinciri taktıktan sonra Jim artık, saatine nerede olsa bakabilir, daha doğrusu bakmaya heveslenebilirdi. Halbuki, şimdi o emsalsiz saate, bir kayışa asılı olduğundan hep gizleyerek bakıyordu. 

Eve avdet ettikten sonra Della ın sarhoşluğu biraz geçti. Aklı başına gelerek ihtiyatlı hareket etmeyi düşündü. Saç maşalarını çıkartarak hava gazını yaktı. Ve aşkla cömertliğin birleşmesinden doğan tahribatı tamire koyuldu. . Sayın dostlar, burun kıvırıp geçmeyin. Bu her zaman muazzam bir iştir. Müthiş bir iş!. 

Kırk dakika zarfında saçları mektep kaçağı bir çocuk kafası gibi kıvrım kıvrım olmuştu. Della aynadaki aksini tenkitçi bir nazarla uzun uzadıya dikkatle seyretti. 

Kendi kendine: 

- Jim bu halimi görüp de beni ilk bakışta öldürmezse iyi. Tiyatro kızlarına benzetecek ama ne yapayım. Bir dolar seksen yedi sentle ne alınabilirdi ki, dedi. 

Yedi buçukta kahve pişirilmişti. Tava da sobanın arkasına yerleştirilerek ısıtılmış olan pirzolaları kızartmak üzere hazırlanmıştı. 

Jim, hiç geç kalmazdı. Della zinciri avucuna alarak kapının yanındaki . masanın başına oturdu. Kocasının, merdivenlerin ilk basamağındaki ayak seslerini duyunca bembeyaz oldu. Gündelik, en basit şeyleri için dua etmeyi adet etmişti. 

- Büyük Allahım! Yalvarırım sana, ne olur, saçlarımı beğendir, diye mırıldandı. 

Jim kapıyı açtı ve içeri girip arkasından kapadı. Zayıf ve pek ciddi bir hali vardı. Zavallı henüz yirmi iki yaşında, aile yükü taşıyordu. Yeni bir pardesüye ihtiyacı vardı, ellerinde eldiven yoktu. 

Odaya koku almış bir av köpeği gibi etrafına kayıtsız bir halde bakınarak girdi. Gözleri Dellaya dikilmişti. Della bu dik nazarların manasını anlamayarak korktu. Bu nazarlar ne hayret, ne hiddet, ne dehşet, ne beğenmemezlik, yani genç kadının hazırlandığı hislerden hiçbirini ifade etmiyordu. Jim, yüzünde o garip ifade ile nazarlarını karısına dikmiş sadece bakıyordu. 

Della masanın yanından kıvrılarak yaklaştı. 

- Jim, şekerim ne olursun öyle bakma, diye yalvardı. Saçımı kesip sattım.Yılbaşı ı 

sana hediye almadan geçiremezdim, ölürdüm. Ne olacak yine büyür. Affediyorsun değil mi? Ne yapayım başka çarem yoktu. Saçlarım çabuk büyür. Unutalım bunu, haydi Jim, şekerim. Yeni yılın kutlu olsun de de barışalım. Ne güzel ne hoş bir hediye aldığımı tasavvur edemezsin, dedi. 

Jim zihnini yoracak kadar düşünüp taşındığı halde bir türlü anlayamamış gibi yavaş yavaş: 

- Saçını mı kestin, dedi. 

Della: 

- Kesip sattım. Bu halimi beğenmedin mi? Eskisi kadar sevmedin mi? Saçsız da yine aynı insan değil miyim, diye yalvardı. 

Jim etrafına şaşkın şaşkın baktı. Nihayet aptallaşmış gibi: 

- Saçımı kestim mi dedin, diye cevap verdi. 

Della: 

- Evet, kesip sattım diyorum, diye izah etti. Yavrucuğum bu akşam Yılbaşı! Beni mazur gör, affet. Senin uğruna gitti, deyip ciddi bir tatlılıkla: 

- Saçlarımın tellerini saymak belki mümkündür ama sana olan sevgimi ölçmek imkansızdır. Şekerim, pirzolaları ateşe koyalım mı? diye sordu. 

Jim, daldığı rüyadan uyanır gibi oldu. Dellacığını kollarına aldı, pardesünün cebinden bir paket çıkararak masanın üstüne attı. 

- Dellacığım, aldanıyorsun. Saçını nasıl kesersen kes, hiç fark etmez. Sana olan sevgimde hiç değişiklik yapmaz. Paketi açarsan birdenbire neden afalladığımı anlarsın, dedi. 

Della beyaz parmakları . ile kağıdı yırtarak ipleri kopararak paketi açtı. Açmasıyle feryadı basması bir oldu. 

Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. 

Paketten Della ın Broodwayde bir vitrinde görüp uzun müddettir arzuladığı taraklar çıkmıştı. Kaplumbağa kabuğundan yapılmış elmas kenarlı o güzel taraklar işte önündeydi. Renkleri de saçlarına ne kadar uyuyordu. Pahalı olduklarını bildiğinden . hiç ümide kapılmadan beğenmiş ve arzulamıştı. Hiç beklemediği olmuştu. Ama ne çare ki pek tamah ettiği bu canım tarakları süsleyecek lüleler gitmişti. 

Della nihayet kendini toplayarak kocasının getirdiği hediyeleri bağrına bastı. Gülümseyerek kocasına baktı. 

- Şekerim, saçım pek çabuk uzar, deyip tüyleri tutuşan bir kedi gibi yerinden fırlayarak: 

- Ay unutuyordum, diye bağırdı. 

Jim alınan güzel hediyeyi görmemişti. Della avucunu açarak sevinçle kocasına uzattı. Bu kıymetli, fakat donuk maden genç kadının ruhundaki ateşin aksi ile parlar gibi oldu. 

- Şekerim, güzel değil mi? Bütün şehri altüst ettikten sonra bulabildim. Saatini ver bakalım nasıl yakışacak, dedi. 

Jim, Della ın dediğini yapacak yerde kendini sedire attı. Ellerini başının arkasına koyarak gülmeye başladı. 

- Della sevgilim, hediyelerimizi bir kenara koyup bir müddet saklayalım. Bugünkü halimize uygun değil. Biraz fazla. Tarakları almak için saati sattım. Pirzolaları koy bakalım ateşe, dedi.

KÜÇÜK İTFAİYECİ


Anne, altı yaşındaki lösemiyle savaşan oğluna bakarken dalıp gitmişti. Kalbi, acı içinde olmasına rağmen, kararlılık duygusunun da etkisini hissediyordu. Her ebeveyn gibi o da oğlunun büyümesini ve umutlarını gerçekleştirmesini istemişti. Ama bu, artık mümkün değildi. Löseminin buna fırsat tanıması olası değildi. Oysa o oğlunun hayallerini gerçekleştirmesini istiyordu.

- “Bob! Büyüyünce ne olmak istediğini hiç düşündün mü?
Hayatında neler olmasını dilediğin ve hayal ettiğin oldu mu?” diye sordu.
- “Anneciğim, ben büyüyünce hep itfaiyeci olmak istedim”.
Anne gülümsedi ve.. ”Dileğini gerçekleştirebilecek miyiz bir bakalım” dedi. Daha sonra, Arizona’daki itfaiye müdürlüğüne gitti ve orada yüreği en az Arizona kadar büyük itfaiyeciler ile tanıştı. Ona oğlunun son isteğinden söz etti ve oğlunun itfaiye arabasına bınip şehirde küçük bir tur atmasının mümkün olup olmadığını sordu.

- ”Bundan daha iyisini de yapabiliriz. Eğer oğlunuzu Çarşamba sabahı saat yedide hazır ederseniz, onu o gün şeref konuğu yapar, itfaiyeci kimliğine büründürürüz. Bizimle itfaiye müdürlüğüne gelir, bizimle yemek yer, yangın söndürmeye gelir. Hatta bize ölçülerini verirsen, ona üzerinde Arizona itfaiyecilerinin sarı renk üzerine işlenmiş ambleminin olduğu gerçek bir itfaiyeci kostümü diktirir, lastik botları ısmarlarız. Hepsi Arizona’da üretiliyor.”

Üç gün sonra, itfaiyeci Bob’u aldı, ona elbisesini giydirdi ve hasta yatağından itfaiye arabasına kadar eşlik etti. Bob, itfaiye arabasına kuruldu ve müdürlüğe doğru yol almaya başladı. Kendini çok mutlu hissediyordu. O gün Arizona’da tam üç yangın ihbarı olmuştu. Değişik itfaiye arabalarına, hatta itfaiye Müdürlüğünün özel arabasına da binmişti.Yerel televizyonlar da onu izleyip, çekmişlerdi. Hayallerinin gerçek olması, gösterilen sevgi ve ilgi, Bob’u o kadar etkilemişti ki, doktorların söylediğinden tam üç ay daha fazla yaşamıştı.
Bir gece bütün yaşam belirtileri dramatik bir şekilde yok olmaya başlayınca, hiç kimsenin yalnız ölmemesi gerektiğine inanan başhemşire, aile bireylerini hastaneye çağırdı. Daha sonra Bob’un itfaiyede geçirdiği günü hatırladı ve itfaiye müdürlüğüne telefon açıp Bob’un bu dünyaya veda ederken yanında, özel kıyafetleri içinde bir itfaiyecinin bulundurulmasının mümkün olup olamayacağını sordu. İtfaiye Müdürü;

- ”Bundan daha iyisini de yapabiliriz. Beş dakika içinde oradayız. Bana bir iyilik yapar mısınız? Sirenlerin çaldığını duyduğunuzda, yangın olmadığı anonsunu yaptırabilir misiniz? Sadece itfaiyecilerin önemli bir meslektaşlarını ziyarete geldiklerini söyleyiniz ve lütfen onun odasının penceresini açınız” diye yanıtladı.
Yaklaşık beş dakika sonra hastaneye çengel ve merdiven taşıyan kamyonet ulaştı. Merdiveni açtı ve Bob’un 3.kattaki odasına doğru yaklaştı. Tam ondört itfaiyeci Bob’un odasına tırmandılar. Annesinin izniyle onu kucakladılar ve ona onu ne kadar sevdiklerini söylediler.

Ölümle pençeleşen Bob itfaiye müdürüne baktı ve;
- ”Efendim ben şimdi gerçekten itfaiyeci miyim?” diye sordu.
- ”Bundan şüphen mi var Bob?” diye yanıtladı müdür. Bu kelimelerden sonra Bob gülümsedi ve gözlerini sonsuza dek kapattı.

Belki unuttunuz, belki hatırlamıyorsunuz, belki de çok duygusuz, çok katı oldunuz; ama bilin ki “HAYAT, SEVGI VE UMUT SAÇMAKTIR.”

KIRMIZI ARABA


Kırmızı araba


Arkadaşım Gayle dört yıldan bu yana kansere karşı yaşam mücadelesi veriyordu. 

  Diğer arkadaşlarımla birlikte onu ziyarete gittiğim bir gün çocukluk düşlerimizden söz ediyorduk. Gayle başını pencereye doğru çevirdi. Gözleri çok uzaklarda, sesi sitem dolu 

  "Ben, kumandalı, kırmızı bir oyuncak arabamın olmasını isterdim hep, ama doğum günümde ne istediğimi söylersem; dileğimin gerçekleşmeyeceği korkusuyla hiç kimseye söyleyememiştim bunu. Bu nedenle de asla radyolu, kırmızı bir oyuncak arabam olmadı." dedi. 

  Gayle’i ziyaretimden bir kaç gün sonraydı. Çok sevdiğim dondurmayı almak için sırada beklerken birden dondurmacının vitrinindeki kırmızı oyuncak arabayı gördüm. 

  Yanına da bir not iliştirilmişti: 

  "Dondurmanızı alırken vereceğimiz kuponu doldurmayı unutmayın, belki de çekiliş sonunda bu kumandalı araba sizin olabilir." 

  Hemen Gayle’in sözleri geldi aklıma. Bir kaç hafta boyunca sürekli dondurma alıp, verdikleri kuponları doldurdum. Hiç bir çekilişte de kazanamadım. Bu kırmızı arabayı mutlaka Gayle’e almalıydım. 

  Dördüncü haftanın sonunda artık çekilişte kazanmaktan ümidimi yitirmiştim. 

  Dükkan sahibi ile konuşarak bana bu arabalardan bir tanesini satmalarını rica ettim. 

  Dükkan sahibi dört haftadır hergün dondurma alıp, kuponları doldurduktan sonra büyük bir heyecanla çekiliş sonuçlarına baktığımın gözünden kaçmadığını söyledi. 

  Ardından da gözlerimin içine bakarak: 

  "Söyler misiniz, neden bu kadar çok istiyorsunuz bu arabayı ?" diye sordu. 

  Gözlerimden süzülen yaşlara aldırmadan ona arkadaşımdan söz ettim. Çok etkilenmişti. 

  "İstediğiniz oyuncak arabayı verdiğiniz adrese göndereceğim" dedi. 

  Yazdığım çeki masanın üstüne bırakarak , büyük bir mutlulukla evime geldim. 

  Ertesi günü Gayle’i ziyarete gittiğimde gözleri ışı ışıldı. Elindeki kırmızı oyuncak arabayı göstererek küçük bir çocuk heyecanıyla: 

  "Bak" dedi. "Bunca yıl bekledim ama nihayet dileğim gerçekleşti, hem de tam istediğim gibi !" 

  Ertesi günü postacı bir zarf uzattı elime. Açıp okumaya başladım: 

  "Sevgili Bonnie, annem ve babam da kanserdi ve ikisinide, altı ay gibi kısa bir sürede kaybettim. İkisi içinde çok çabaladım ama doğrusu dostlarımın sevgisi ve cömertliği olmasaydı hiç bir şey yapamazdım. Gerçek dostlarım olduğu için kendimi hep şanslı hissettim. Gayle’de senin gibi bir dostu olduğu için çok şanslı. En iyi dileklerimle. Norma" 

  Dondurma dükkanının sahibiydi mektubu yazan. Benim masasına bıraktığım çek de zarfın içindeydi.

EĞER (Can Dündar)


Eğer ; 


 O'nu hatırladıkta başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz... ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz... ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin... O'nunlayken pervaneleşen yelkovanlar, O'nsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain... 


 sınıfta, büroda, yolda, yatakta içiniz içinize sığmıyor, O'ndan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa, 


 ve O, her durduğunuz yerde duruyor, 

 her baktığınız yerden size bakıyor, siz keyiflendikçe gülüp, 

 hüzünlendikçe ağlıyorsa... 

 dünyanın en güzel yeri O'nun yaşadığı yer, en güzel kokusu 

 bedenindeki ter, en dayanılmaz duygusu gözlerindeki kederse... 

 hayat O'nunla güzel ve onsuz müptezelse... elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü, 

 O'nun yüzü pembeyse, kışlar ilkbaharsa, yazlar ilkbahar, güzler ilkbahar... 

 her şiirde anlatılan O'ysa... her filmin kahramanı O... 

 her roman O'ndan söz ediyor, her çiçek O'nu açıyorsa... 

 bir anlık ayrılık, bir ömür gibi geliyor ve gider gitmez 

 özlem saç diplerinizden çekiştirip beyninizi acıtıyorsa, 

 iştahınız kapanıyor, iştahınız açılıyor, iştahınız şaşırıyorsa... 

 iştahınız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa... 

 eliniz telefonda yaşıyor, işaret parmağınızla ha bire O'nu tuşluyor, dara düştüğünüzde kapıyı çalanın 

 O olduğunu adınız gibi biliyorsanız... mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona O diye atlıyor, vitrindeki her giysiyi O'na yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken "keşke O anlatsa" diye iç geçiriyorsanız... 

 kokusu burnunuzdan, sureti gözünüzden, sesi kulağınızdan, teni aklınızdan silinmiyorsa bir türlü... 

 özlemi, sol memenizin altında tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu... 

 hem kimseler duymasın, hem cümle alem bilsin istiyorsanız... 

 O'nsuz geceler ıssız, sokaklar öksüzse... ayrılık ölüme, 

 vuslat sehere denkse... 

 gamze gamze tebessüm de onun içinse, alev alev öfke de; 

 bunca tavır, onca sabır ve nihayetsiz kahır hep O'nun yüzü suyu hürmetine... 

 uğruna ödenmeyecek bedel, gidilmeyecek yol, vazgeçilmeyecek konfor yoksa... 

 dışarıda yer yerinden oynuyor ve "içeri"de bu sizi zerrece ilgilendirmiyorsa, nedensiz küsüyor, sebepsiz affediyorsanız ve bütün bu hallerinize siz bile akıl erdiremiyorsanız kaybetme korkusu, kavuşma sevincinden ağır basıyorsa ve aşk, gurura baskın çıkıyorsa bu yüzden her daim... gece yarısı kadim bir dost gibi kucaklayan tanıdık bir şarkı, 

 bütün acı sözleri unutturmaya yetiyorsa... 

 Her gidişte ayaklarınız "Geri dön" diye yalpalıyorsa ve siz kendinize rağmen dönüyorsanız, 

 sınırsız, sabırsız, doyumsuz bir tutkuyla... 

 ...o halde bugün sizin gününüz!.. 

 "Çok yaşa"yın ve de "siz de görün"üz. 


 Can Dündar

SANA BAKMAK


SANA BAKMAK

 

Herşey yapılabilir 

Bir beyaz kağıtla 

Uçak örneğin, uçurtma mesela. 

Altına konulabilir 

Bir ayağı ötekinden kısa olduğu için 

Sallanan bir masanın. 

Veya şiir yazılabilir 

Süresi ötekilerden kısa 

Bir ömür üzerine.. 

 

Bir beyaz kağıda 

Herşey yazılabilir, 

Senin dışında.. 

Güzelliğine benzetme bulmak zor, 

Sen iyisimi sana benzemeye çalışan 

Herşeyden: 

Bir gülden bir ilk bir sonbahardan sor. 

Belki tabiattadır çaresi 

Senin bir çiçeğe bu kadar benzemenin.. 

Ve benim 

Bilinci nasırlı bir bahçıvan çaresizliğim.. 

Anlarım bitkiden filan 

Ama anlatamam 

Toprağın güneşle konuşmasını 

Sana çok benzeyen bir çiçek yoluyla 

 

Sen bana ışık ver yeter 

Bende filiz çok.. 

Köklerim içimde gizlidir 

Gelen giden, açan soran, bere budak yok 

Bir şiir istersin 

"içinde benzetmeler" olan 

Kusura bakma sevgilim 

Heybemde sana benzeyecek kadar 

Güzel birşey yok 

 

Uzun bir yoldan gelen 

Tedariksiz, katıksız bir yolcuyum 

Yaralı yarasız sevdalardan geçtim 

Koynumda bir beyaz kağıt boşluğu 

Herşeyi anlattım.. 

Olan olmayan, acıtan sancıtan.. 

Bilsem ki sana varmak içindi 

Bütün mola sancıları 

Bütün stabilize arkadaşlıklar 

Daha hızlı koşardım 

Severadım gelirdim 

Gözlerinin mercan maviliğine.. 

 

Sana bakmak 

Suya bakmaktır.. 

Sana bakmak 

Bir mucizeyi anlamaktır.. 

 

Sağa sola bakmadan yürüdüğüm yollar tanıktır 

Aşk sorgusunda şahanem 

Yalnız kelepçeler sanıktır 

Ne yazsam olmuyor 

Çünkü bilenler hatırlar.. 

Hem yapılmış hem yapma çiçek satanlar 

Bahçıvan değil tüccarlardır 

Sen öyle göz, 

Sen öyle toprak ve güneş ortaklığı 

Sen teninde cennet kayganlığı iken, 

Sana şiir yazmak ahmaklıktır.. 

 

Bir tek söz kalır 

Dişlerimin arasından 

Ben sana gülüm derim 

Gülün ömrü uzamaya başlar 

 

Verdiğim bütün sözler 

Sende kalsın isterim 

Ben sana gülüm derim 

Gül sana benzediği için ölümsüz.. 

Yazdığım bütün şiirler 

Sana başlayan bir kitap için önsöz 

 

Sana bakmak 

Bir beyaz kağıda bakmaktır. 

Her şey olmaya hazır 

sana bakmak 

suya bakmaktır.. 

gördüğün suretten utanmak.. 

sana bakmak 

bütün rastlantıları reddedip 

bir mucizeyi anlamaktır.. 

sana bakmak 

Allah’a inanmaktır.

BEN HEP SENİ İZLİYOR OLACAĞIM


BEN HEP SENİ İZLİYOR OLACAĞIM
Bir otobüs duraginda karsilasmislardi ilk kez…. Biri tipta okuyordu, öbürü
mimarlikta. O ilk karsilasmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha
karsilasabilmek için, hep ayni saatte, ayni duraktan, ayni otobüse bindiler.
Gençtiler, çok genç… Birbirileriyle konusacak cesareti bulmalari biraz
zaman aldi ama sonunda basrdilar. Ikisi de her sabah otobüse bindikleri
semtte oturmuyorlardi aslinda. Delikanli arkadasinda kaldigi için o duraktan
binmisti otobüse, kiz ise ablasinda…. Sirf birbirilerini görebilmek için, 
her sabah erkenden evlerinden çikip, sehrin öbür ucundaki o duraga, onlarin
duragina geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra…
Okullarini bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu… Bazen
issiz, bazen parasiz kaldilar ama öylesine siki kenetlenmisti ki yürekleri
ve elleri hiçbir seyi umursamadilar. Ayin sonunu zor getirdikleri günlerde
de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarinda da hep mutluydular. Zaman
asimina ugrayan, aliskanliklara yenik düsen, banka hesabinda para kalmadigi
için ya da tam tersine o hesabi daha da kabarik hale getirmek uguruna
bitip-tükeniveren sevgilerden degildi onlarinki… Günler günleri, yillar
yillari kovaladikça sevgileri de büyüdü, büyüdü… Tek eksikleri
çocuklarinin olmamasiydi. Zorlu bir tedavi sürecine ragman çocuk sahibi
olmayinca, “bütün
mutluluklarin bizim olmasini beklemek, bencillik olur” diyerek devam ettiler
hayatlarina. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler… “Senin için ölürüm”
derdi kadin, simsiki sarilip adama ve adma “Hayir, ben senin için ölürüm”
diye yanit verirdi hep…
Bazen eve geldiginde, aynanin üzerinde bir not görürdü kadin, “Bir tanem,
kütüphanenin ikinci rafina bak….” Kütüphanenin ikinci rafinda baska bir
not olurdu, “Mutfaktaki masanin üzerine bak ve seni çok sevdigimi sakin
unutma” Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notlari okuya okuya
kosturan kadin, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdigi
çikolatalar, kimi zaman da pahali armaganlarla karsilasirdi… Aldigi
hediyenin ne oldugu önemli degildi zaten….
Hayat ne kadar hizli akarsa aksin, isleri ne kadar yogun olursa olsun hep
birbirlerine ayiracak zaman buluyorlardi bulmasina ama kirkli yaslarin
ortalarina geldiklerinde, daha az çalismaya karar verdiler. Adam, hastaneden
ayrildi ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye basladi. Kadin da mimarlik
bürosunu kapadi ve sadece özel projelerde görev aldi. Artik daha fazla
beraber olabiliyorlardi. Bir gün sahilde dolasirken, harap durumda bir ev
gördü kadin, üzerinde “satilik” levhasi asili olan. “Ne dersin, bu evi
alalim mi?” dedi adama. “Bu viraneyi yiktirir, harika bir ev yapariz.
Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terasi olan, martilari kahvaltiya davet
edecegimiz bir deniz evi yapalim
burayi…” “Sen istersin de ben hiç hayir diyebilirmiyim?” diye yanit verdi
adam. “Amerika’daki tip kongresinden döner dönmez ararim emlakçiyi… Kaç
para olursa olsun, burasi bizimdir artik….”
Sadece bir hafta ayri kalacaklarini bildikleri halde, ayrilmalari zor oldu
adam Amerika’ya giderken.Her gün, her saat konustular telefonla. Gözyaslari
içinde kucaklastilar havaalaninda. Fakat birkaç gün sonra, kocasinda bir
tuhaflik oldugunu fark etti kadin. Eskisi kadar mutlu görünmüyor,
konusmaktan kaçiniyordu. Onu neselendirmek için, sahildeki evi hatirlatti ve
çizdigi projeyi verdi kadin ama hiç beklemedigi bir cevap aldi: “Canim, o ev
bizim bütçemizi asiyor. Sen en iyisi o evi unut…”
Mutsuzluk, mutlulugun tadina alismis insanlara daha da aci, daha da çekilmez
gelir. Kadin, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için
yalvardi adama, “Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat” diye dil
döktü bos yere… Yillardir sevdigi adam, duyarsiz ve sevgisiz biriyle yer
degistirmisti sanki. Ona ulasmaya çalistikça, beton duvarlara çarpiyordu
kadin, her çarpmada daha fazla kaniyordu yüregi…
Bir gün, çocuklugunun, gençliginin ve bütün hayatinin birlikte geçtigi
arkadasina dert yanarken, “Artik dayanamiyorum, sana söylemek zorundayim”
diye sözünü kesti arkadasi. “O, seni aldatiyor. Is yerimin tam karsisindaki
restoranda genç bir kadinla yemek yiyiyor her öglen. Sonra sarmas dolas
biniyorlar arabaya….”
“Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanlari” diye bagirdi kadin. Onca
yillik arkadasini, kendisini kiskanmakla suçladi…. Ertesi gün, ögle vakti
o restoranin hemen karsisinda bir köseye sindi sessizce ve peri masallarinin
sadece masal oldugunu anladi… Kocasinin eskiden ayni hastanede çalistigi
genç çocuk doktorunu tanidi hemen. Bazen evlerinde agirladiklari kadina
nasil sarildigini
gördü adamin…
Aksam kocasi eve gelir gelmez, bazen bagirip, bazen aglayarak, bazen ona
simsiki sarilip bazen de yumruklayarak haykirdi suratina her seyi. Inkar
etmedi adam. Zamanla duygularin degisebildigi, insanlarin orta yasa
geldiklerinde farklilik aradigi gibi bir seyler geveledi agzinda ve bavulunu
alip gitti evden. Kapidan çikarken, “son bir kez kucaklamak isterim seni”
diyecek oldu ama kadin, “defol” dedi nefretle…
Ilk celsede bosandilar… Modern bir ask hikayesinin böyle son bulmasina
kimse inanamadi. Arkadaslarinin destegiyle ayakta kalmaya çalisti kadin.
Adamin, sevgilisiyle birlikte Amerika’ya yerlestigini ögrendi. Bazen yalniz
kaldiginda, onu hala sevdigini hissedince, aglama nöbetleri geçiriyor, askin
yerini, en az onun kadar yogun bir duygu olan nefretin almasi için dua
ediyordu.

Aradan bir yil geçti… Her seyin ilaci oldugu söylenen zaman bile, kadinin
derdine çare olamamisti. Bir sabah, israrla çalan zilin sesiyle uyandi.
Kapiyi açtiginda, karsisinda o kadini gördü. “Sen, buraya ne yüzle
geliyorsun” diye bagirmak istedi ama sesi çikmadi. “Lütfen, içeri girmeme
izin ver, mutlaka konusmamiz gerekiyor.” dedi genç kadin. Kanepeye ilisti ve
zor duyulan bir sesle konusmaya
basladi: “Hiçbir sey göründügü gibi degil aslinda. Çok üzgünüm ama o bir
saat önce öldü. Geçen yil Amerika’daki kongre sirasinda ögrendi hastaligini

ve yaklasik bir senelik ömrü kaldgini. Buna dayanamayacagini, hep söyledigin
gibi onunla birlikte ölmek isteyecegini biliyordu. Seni kendinden
uzaklastirmak için, benden sevgilisi rolünü oynamami istedi. Ailesine de
haber vermedi. Birlikte Amerika’ya yerlestigimiz yalanini yaydi. Oysa ilk
karsilastiginiz otobüs duraginin karsisinda bir ev tutmustu. Tedavi görüyor
ve kurtulacagina inaniyordu ama olmadi. Gece fenalasmis, bakicisi beni
aradi, son anda yetistim. Sana bu kutuyu vermemi istedi…” Gözlerinden
akan yaslari durduramayacagini biliyordu kadin. Hemen oracikta ölmek
istiyordu. Eline tutusturulan kutuyu açmayi neden sonra akil edebildi.
Itinayla katlanmis bir sürü kagit duruyordu kutuda. Ilk kagitta, “Lütfen
bütün notlari sirayla oku bir tanem” diyordu… Sirayla okudu; “Seni çok
sevdim”, “Seni sevmekten hiç vazgeçmedim”, “Senin için ölürüm derdin hep,
dogru söyledigini bilirdim.” “Fakat benim için ölmeni istemedim” “Simdi bana
söz vermeni istiyorum.” “Benim için yasayacaksin, anlastik mi?” son kagidi
eline alirken, kutuda bir anahtar oldugunu gördü kadin… Ve son kagitta
sunlar yaziliydi:
“Sahildeki evimizi senin çizdigin projeye göre yaptirdim. Kocaman terasta
martilarla kahvalti ederken, ben hep seni izliyor olacagim….”

14 Ağustos 2009 Cuma

DERGAHIMIN KIRK KURALI


Birinci Kural: 
Yaradanı hangi kelimerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet Tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok eğer, Tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.
İkinci Kural:
Hak Yolu’nda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil!
Üçüncü Kural:
Kuran dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahiri manadır. Sonraki batıni mana. Üçüncü batıninin batınisidir. Dördüncü seviye o kadar derindir ki kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye.
Dördüncü Kural:
Kâinattaki her zerrede Allah’ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede, havrada değil, her an her yerdedir. Allah’ı görüp yaşayan olmadığı gibi, O’nu görüp ölen de yoktur. Kim O’nu bulursa, sonsuza dek O’nda kalır.
Beşinci Kural:
Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. “Aman sakın kendini” diye tembihler. Hâlbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği : “Bırak kendini, ko gitsin!” Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Hâlbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!
Altıncı Kural: 
Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur.

Yedinci Kural:
Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, Hakikat’i keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.

Sekizinci Kural:
Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilir.
Dokuzuncu Kural:
Sabretmek öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah âşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.

Onuncu Kural:
Ne yöne gidersen git, -Doğu, Batı, Kuzey ya da Güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.


On Birinci Kural:
Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir “sen” zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.

On İkinci Kural: 
Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.


On Üçüncü Kural: 
Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı hoca şeyh şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.


On Dördüncü Kural: 
Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir” diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?

On Beşinci Kural:
Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldur. Tek tek herbirimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermemiz için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.


On Altıncı Kural: 
Kusursuzdur ya Allah, O’nu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir, ne layıkıyla sevebilirsin.
On Yedinci Kural:
Esas kirlilik, dışta değil içte, kisvede değil, kalpte olur. Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.
On Sekizinci Kural:
Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil, bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara; dışında, başkalarında değil. Ve unutma ki nefsini bilen Rabbini bilir. Başkalarıyla değil, sadece kendiyle uğraşan insan, sonunda mükafat olarak Yaradan’ı tanır.
On Dokuzuncu Kural: 
Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan, önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.
Yirminci Kural: 
Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.




Yirmi Birinci Kural: 
Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek, kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hakk’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.


Yirmi İkinci Kural: 
Hakiki Allah Aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgah olur. Ama bekri aynı namazgaha girdi mi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.


Yirmi Üçüncü Kural: 
Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki, ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı, kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir, ya kıymet bilmeyiz. Aşırılıklardan uzak dur. Sufi ne ifrattadır ne tefritte. Sufi daima orta yerde...

Yirmi Dördüncü Kural:
Madem ki insan eşrefi-i mahlukattır, yani varlıkların en şereflisi, attığı her adımda Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu hatırlayarak, buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile, gene başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemelidir.


Yirmi Beşinci Kural: 
Cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama. İkisi de şu an burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.
Yirmi Altıncı Kural:
Kainat yekvücut, tek varlıktır. Herkes ve her şey görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının, hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti, herkesin yüzünü güldürebilir.
Yirmi Yedinci Kural:
Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana sesleri öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır. Şer çıkarsa, sana gerisin geri şer yankılanır. Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece sadece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin her şey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse, dünya değişir.
Yirmi Sekizinci Kural: 
Geçmiş, zihinlerimizi kaplayan bir sis bulutundan ibaret. Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz. Sufi daima şu an’ın hakikatini yaşar.
Yirmi Dokuzuncu Kural: 
Kader, hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten, “ne yapalım kaderimiz böyle” deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin, ne de hayat karşısında çaresizsin.






Otuzuncu Kural: 
Hakiki Sufi öyle biridir ki, başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa, hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kelime kötü laf etmez. Sufi kusur görmez. Kusur örter.


Otuz Birinci Kural: 
Hakk’a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık; kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp... Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bundaki hikmeti anlar ve yumuşar; kimimiz ise, ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.
Otuz İkinci Kural: 
Aranızdaki bütün perdeleri tek tek kaldır ki, Tanrı’ya saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma! İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama!
Otuz Üçüncü Kural: 
Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken, sen HİÇ ol. Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir.
Otuz Dördüncü Kural: 
Hakk’a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine, böylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır; emin bir beldede yaşar.
Otuz Beşinci Kural: 
Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Tanrı’ya inanmayan kişi ise içindeki inananla. İnsan-ı Kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.
Otuz Altıncı Kural: 
Hileden, desiseden endişe etme. Eğer birileri sana tuzak kuruyor, zarar vermek istiyorsa, Tanrı da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar, o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır, ne bir katre şer. O’nun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Sen sadece buna inan!
Otuz Yedinci Kural: 
Tanrı kılı kırk yararak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır, bir de ölmek zamanı.
Otuz Sekizinci Kural: 
“Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım?” diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün. Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa, yazık. Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.





Otuz Dokuzuncu Kural: 
Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz, her şey yerli yerinde kalır, merkezinde.. . Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz. Ölen her Sufi için bir Sufi daha doğar.
Kırkıncı Kural: 
Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. AŞK’ın ise hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde.

Elif Şafak'ın AŞK isimli romanından aldığım bu kırk kural siteminde kurallarıdır.Siteyi gezmek isteyen herkes bu kırk kurala okumuş ve kabul etmiş sayılır.

Popüler Yayınlar