31 Mart 2010 Çarşamba

30 Mart 2010 Salı

Sözün Bittiği Yer-Film




Film sever misiniz? Peki duygusal film sever misiniz? Herhangi bir filmde ağladığınız ya da gözlerinizin dolduğu oldu mu? Ben hiç ağlamam diyenlerdenseniz ya da beni çok ağlatan bir film var zaten ondan daha güzeli olamaz diyenlerdenseniz bu filmi izleyin derim. Ne yapın edin bulun ve izleyin. Mükemmel bir film.

Keyfi kaçmasın diye konusu hakkında tek kelime yazmadım. Umarım beğenirsiniz.

Aile - Family






92 yasında, ufak tefek, kendinden emin ve gururlu, her sabah sekizde giyinip kuşanan ve her ne kadar kör bile olsa saçlarını kıvırıp makyajını mükemmelce yapan yaslı hanım bugün bir huzur evine tasındı. 70 yasındaki kocası ise geçenlerde gereken hamleyi yapıp Allah'ın rahmetine kavuşmuştu.Huzur evinin kapısında sabırla beklenen bir kaç saatin ardından, odasının hazır olduğu söylendiğinde tatlı tatlı gülümsedi. Yürütecini asansöre yönlendirdiği sırada, kendisine odasını anlatmaya başladım penceresinde asılı perdelerden de söz ettim. Ben anlatırken ,az önce kendisine köpek yavrusu verilmiş 8 yaşındaki küçük bir kızın heyecanıyla o perdeleri pek severim, dedi.Mrs. Jones henüz odayı görmediniz, biraz bekleyin demiştim ki; Bunun onunla bir ilgisi yok, dedi. mutluluk zamandan önce karar verdiğiniz bir şeydir. Benim odadan hoşlanıp hoşlanmamam mobilyaların nasıl düzenlenmiş olduğuyla değil, benim onları zihnimde nasıl düzenlediğimle ilgilidir. Ben onları sevmeye karar vermiştim zaten Bu benim her sabah uyandığımda verdiğim bir karardır. Bir seçme hakkim var: Ya bütün günümü artık çalışmayan vücut parçalarımın bana verdiği sıkıntıyı düşünerek geçiririm ya da yataktan çıkıp hala çalışanlar için şükrederim. Gözlerim açık olduğu sürece her yeni gün bir hediyedir. Yeni güne ve hayatimin sadece bu döneminde, biriktirdiğim mutlu anılara konsantre olacağım.Yaşlılık banka hesabi gibidir. Ne yatırdıysan onu çekersin hesabından. Bu nedenle benim tavsiyem, hatıraların banka hesabına dolu dolu mutluluk yatırman olacaktır. Anı bankamı doldurmaktaki katkın için sana teşekkür ederim. Hala oradan mutluluk çekiyorum. Mutlu olmak için su beş basit kuralı hatırla:

1. Kalbini nefretten arındır
2. Zihnini endişelerden arındır
3. Basit yasa
4. Çok ver
5. Daha az bekle

Aile
Bilmem farkında mısın, eğer yarin ölecek olsak çalıştığımız şirket daha birkaç gün bile olmadan yerimizi dolduruverir. Oysaki ardımızda bıraktığımız ailemiz bizim kaybımızı ömürlerinin sonuna dek hissedecektir. Gel gelelim ki, ailemizden daha çok isimize veririz kendimizi, pek de akıllıca bir yatırım değil, ne dersin?

FAMILY ne demektir biliyor musun?
FAMILY= (F)ather (A)nd (M)other (I) (L)ove (Y)ou

29 Mart 2010 Pazartesi

Sevgi Ağacı




Yeni evli bir çift vardı. Evliliklerinin daha ilk
aylarında, evliliğin hiç de hayal ettikleri
gibi olmadığını anlamışlardı.
Aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi.
Son zamanlarda o kadar sık olmasa da,
evlenmeden önce sık sık birbirlerini çok
sevdiklerine dair ne kadar da dil dökmüşlerdi.
Ama şimdilerde, küçük bir söz, ufak bir
hadise aralarında orta çaplı bir
kavganın çıkmasına yetiyordu.

Bir akşam oturup, ilişkilerini gözden
geçirmeye karar verdiler Her ikisi de,
boşanmayı istememekle beraber, işlerin böyle
gitmeyeceğinin farkındaydılar.

Erkek, "Aklıma bir fikir geldi"dedi.
"Bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer bu ağaç
üç ay içinde kurursa boşanalım. Kurumaz da
büyürse ayrılmayı bir daha aklımızdan
geçirmeyelim. Bu süre içinde de ayrı ayrı
odalarda kalalım."

Bu ilginç fikir eşinin da hoşuna gitti.
Erkesi gün gidip bir meyve fidanı aldılar
ve birlikte bahçeye diktiler.

Aradan bir ay geçti. Bir gece bahçede karşılaştılar.
Her ikisinin de elinde içi su dolu birer bidon vardı.

Unutamadım





Dün yine yapayalnız dolaştım yollarda

Yağmurlarda ıslanan bomboş sokaklarda

Gözlerimde yaş kalbimde sızı unutmadım seni

Unutamadım unutamadım ne olur anla beni


Unutmak kolay demiştin alışırsın demiştin

Öyleyse sen unut beni yeter ki benden isteme

Gözlerimde yaş kalbimde sızı unutmadım seni

Unutamadım unutamadım ne olur anla beni

Yıllar ikimizden de çok şeyler götürmüş

Sen yeni yuva kurarken beni paramparça bölmüş

Gözlerimde yaş kalbimde sızı unutmadım seni

Unutamadım unutamadım ne olur anla beni

Unutmak kolay demiştin alışırsın demiştin

Öyleyse sen unut beni yeter ki benden isteme

Gözlerimde yaş kalbimde sızı unutmadım seni

Unutamadım unutamadım ne olur anla beni......


Barış Manço

27 Mart 2010 Cumartesi

KIRMIZI GÜL




Adam karısını kaybettikten sonra hayata küstü... Kimseyi görmek istemiyordu...Sadece her sabah bir kırmızı gül alıp eşinin mezarına götürüyordu... Zamanla, orta yaşta olmasına rağmen kendini çok ihtiyarlamış hissetmeye başladı... ayakları tutmaz oldu...yürüyemiyordu... pencerenin önündeki koltuğunda geçiyordu günleri... bir süre sonra iyice yatağa düştü...
Bir sabah kapı tıkladı...çocukları kapının önünde buldukları kırmızı gülü adama getirdiler... üzerinde bir not:....’Seni seviyorum!’... ve anımsadığı bir kadın parfümü...ertesi gün...sonraki gün... daha sonraki gün...bu böyle devam etti her sabah...
Adam giderek iyi hissetmeye başladı kendini...yürüyebiliyordu artık... daha genç ve daha dinç hissediyordu...kadın olduğundan emin olduğu, hiç görmediği, bu gülün sahibine aşık olmuştu zamanla...onun kim olduğunu öğrenmeye karar verdi...
Her sabah erkenden pencerede bekliyor fakat bir türlü göremiyordu... bahçe kapısından uzanan bir el, gülü kapıya doğru atıp kaçıyordu... ertesi gün bahçedeki bir ağacın altına saklandı... kapişonlu bir kadın yine bahçe kapısından içeriye bir gül atıp kaçmaya başladı... Adam peşinden koşup yakaladı kadını...bu, bir zamanlar her sabah bir gül aldığı dükkanın sahibesiydi...
-- Siz! dedi adam... Neden?
Kadın gözleri yaşararak:
-- Siz, dedi... Bir zamanlar her sabah dükkanıma geliyordunuz... hayat dolu merhabanızla, sevgi dolu gözlerinizle, yüreğinizden dökülen sıcacık, yumuşacık kelimelerle yüreğimi ısıttınız... beni hayata bağladınız...ve size aşık oldum... ama bir gün artık gelmez oldunuz... kötü durumda olduğunuzu hissettim... güllerimle ve yüreğimden kopan sözcüklerimle sizin de yüreğinizi ısıtmak istedim.................................’Seni seviyorum!’......

Şengül CENNET

Bir «vâv» Çiziver





Hâfız Osman, Beşiktaş’tan Üsküdar’a geçmek için bir yolcu kayığına binmişti. Sâhile yaklaşıldığında kayıkçı, ücretleri toplamaya başladığında Hâfız Osman, üzerinde hiç parası olmadığını farketti. Mahcûbiyet içerisinde kayıkçıya:

“–Efendi! Yeni farkettim; nasıl olmuşsa yanıma para almamışım! Sana para yerine bir «vâv» yazıversem olmaz mı?” dedi.

Hâfız Osman’ı tanımayan kayıkçının canı sıkıldı:

“–A mübârek! Mâdem paran yoktu, niye kayığa bindin? Bir «vâv» harfinden ne çıkar? Ne yapayım ben «vâv»ı?” dedi.

Hâfız Osman da:

“–Satarsın! Başka türlü ücretini şu an vermem mümkün değil!” dedi.

Bunun üzerine kayıkçı, yapılan teklîfi çaresiz bir şekilde kabul etti. Hâfız Osman da, oracıkta bir «vâv» yazıp kendisine veriverdi.

Günün birinde yolu Bedesten’e uğrayan kayıkçı, gördü ki birkısım hat yazıları satılmaktadır. Hemen cebindeki Hâfız Osman’ın vavını hatırladı. Çıkarıp orada tellâllık yapan adama gösterdi. Adamın:

“Hâfız Osman vâvı!” diye haykırmasıyla bir anda etrafı kalabalıklaştı ve bu harf, kayıkçının hiç ummadığı yüklü bir fiyata satıldı. Halbuki kocaman hat istifleri bile bu kadar etmezdi.

Daha sonra birgün Hâfız Osman, yine Üsküdar’a geçerken bu şahsın kayığına binmişti. Onu karşısında gören kayıkçı, daha Hâfız Osman parasını uzatmadan:

“–Hoca Efendi! Sen para yerine bana yine bir vâv yazıver!” dedi.

Hâfız Osman da tebessümle:

“–Efendi! O vâv her zaman yazılmaz. Sen paranı buyur!” dedi ve ücretini takdîm etti.

26 Mart 2010 Cuma

Aşığınım




Seninle olamazdık biliyordum
Bile bile yine seni seviyordum
Yollarımız bir değildi biliyordum
Şimdi neden neden canım bu özlem

Aşığınım yanında olamasam da
Aşığınım sana dokunamasam da
Geri dönüş olmasa da,
Sonsuza dek aşığınım

Seni görmek bana acı veriyordu
Görmemekse ölüm gibi geliyordu
Ne seninle ne de sensiz olmuyordu
Şimdi neden neden canım bu özlem

Aşığınım yanında olamasam da
Aşığınım sana dokunamasam da
Geri dönüş olmasa da,
Sonsuza dek aşığınım..

Fedon

Mavi Kurdele




New York'ta yasayan bir öğretmen, Lise son sınıfındaki öğrencilerinin "diğer insanlardan farklı özelliklerini" vurgulayarak onurlandırmaya karar vermiştir. California Del Mar'dan Helice Bridges tarafından geliştirilmiş süreci kullanarak, her bir öğrencisini teker teker tahtaya kaldırdı.İlk önce öğrencilere sınıf ve kendisi için ne kadar özel olduklarını belirtti. Sonra her birine üzerinde altın harflerle "Siz çok önemlisiniz" yazılı birer mavi kurdele verdi. Daha sonra kabul görmenin toplum üzerinde ne gibi etkileri olacağını anlayabilmek amacıyla sınıfına bir proje yaptırmaya karar verdi. Her bir öğrencisine üçer tane daha kurdele verip, onlardan bu töreni gerçek dünyada devam ettirmelerini istedi. Öğrenciler, daha sonra sonuçları takip edecek, kimin kimi onurlandırdığını tespit edecek ve bir hafta boyunca sınıfa bilgi vereceklerdi.

Çocuklardan biri, gelecekteki kariyer çalışmaları için kendisine yardımcı olan yakınlarındaki bir şirketin üst düzey görevlisini onurlandırmış, adamın yakasına mavi kurdeleyi iliştirmişti. Ardından, iki tane daha kurdele vermiş ve; Sınıfça bu konuda bir projemiz var. Sizden onurlandırmanız için birini bulmanızı istiyoruz. Onurlandırdığınız insanlara ekstra kurdele de verin. Böylece onlarda bu projenin devam etmesi için başkalarını bulabilirler. Daha sonra, lütfen bana ne olduğu konusunda bilgi verin" diye rica etti.

O gün üst yönetici, suratsız biri olarak bilinen patronunun yanına gitmeye karar verdi. Patronun odasına girdi ve onun"iş dünyasında bir deha olduğundan ötürü" onu takdir edip örnek aldığını söyledi. Bu mavi kurdele' yi yakasına takması için izin verip vermeyeceğini sordu? Şaşkına dönen patron;
"Tabi ki" teklinde cevap verdi.

Yönetici de mavi kurdele' yi, patronun tam kalbinin üstüne, ceketine iliştirdi. Ekstra kurdeleyi verirken de;
"Bana bir iyilik yapar misiniz?... Siz de bu kurdeleyi onurlandırmak istediğiniz birine verir misiniz?... Bunu bana veren çocuk, okulda bir proje yaptıklarını söyledi. Bu kabul görme töreninin devam etmesi gerekiyormuş. Böylece "bunun, insanları nasıl etkilediğini belirleyeceklermiş..." Dedi...
O gece patron evine geldiğinde, on dört yaşındaki oğlunun yanına oturdu.
"Bugün inanılmaz bir şey oldu"dedi. "Ofisteydim.Üst düzey yöneticilerimden biri içeri geldi, bana hayran olduğunu söyleyip, "iş dünyasında bu kadar başarılı olduğum için göğsüme bu kurdeleyiiliştirdi... Bir hayal etmeğe çalış... Benim bir dahi olduğumu düşünüyor. "Siz çok önemlisiniz" yazılı bu kurdeleyi tam göğsümün üstüne taktı.Bana ekstra bir kurdele verdi ve onurlandıracak başka birini bulmamı istedi. Arabayla eve gelirken, bu mavi kurdeleyle kimi onurlandırabileceğimi düşündüm ve aklıma sen geldin...

Ben "seni" onurlandırmak istiyorum. Günlerim aşırı yorucu geçiyor. Eve gelince sana pek ilgi gösteremiyorum. Bazen derslerden aldığın notları beğenmeyince veya odanı toparlamayınca sana bağırıp çağırıyorum... Oysa bu gece bir
şekilde buraya oturup, sana benim için ne kadar farklı ve özel olduğunu söylemek istedim. Annen gibi sen de benim hayatımdaki en önemli insansın. Sen mükemmel bir çocuksun. "Seni seviyorum" diye devam etti... Şaşkına dönen çocuk simdi ağlamaya başlamıştı. Bütün vücudu titriyordu... Başını kaldırdı, gözleri yaş içinde olarak babasına baktı, ve:

"Yarın intihar edecektim" baba, dedi...
"Baba, ben senin...çünkü ben senin... beni hiç sevmediğini... beni hiç önemsemediğini düşünüyordum... Ama artık her şey çok farklı. Sen baba, şu an... oğlunun hayatini kurtardın!...

25 Mart 2010 Perşembe

Bu Şiir Sanadır (Zalim)




Bu şiir sanadır iyi dinle…
Dinle ki,
Bana dair ne varsa
Ve ne varsa yalan yanlış yaşadığımız
Herşey ama herşey yüzleşecek bu mısralarda…

Bugün haber aldım senden
Defalarca çarpıp nefretin kapılarını
Sokaklara vurdum kendimi.
Serseri kaldırımlar ayağıma dolaştı,
Yalanlarla soğuttum yüreğimi
Kahrettim, kan kustum ama hep sustum

Bilir misin kaç kereler seni düşünüp de,
Gizli gizli ağladım,
Sen ki celladı olmuştun hayallerimin
Umutlarımın katili…
Ve genç bir ömrün acımasız azraili
Her gece çalıp rüyalarımın kapısını
Beni dirhem dirhem öldürdün

Dünyayı dar edecektim sana
Önümde diz çöküp yalvaracaktın
Bensizliğin acısı oturduğunda içine
Yokluğum ilmek olup dolandığında boynuna
İpini çekecektim, olmadı yapamadım.

Bilir misin kaç kereler seni düşünüp de, sana içtim
Şerefine değil, şerefsizliğine…
Ben seni mi sevmiştim?
Sabahlara kadar ağlayıp kuruttuğumda göz yaşlarımı
Kimse sormadı halimi, kimse acımadı.
Şarkılarla dertleştim birbaşıma…
Unuttum deyip kutladığımda sensizliği
Silmek için gözyaşlarımı aynaya her baktığımda
Gözlerimde seni buldum.
Başucuma resmini koydum,
Nasıl da acımasızdı bakışların
Nasıl da zalim,
Ben seni mi sevmiştim?

Kırık dökük bir bahar mı kalacaktı senden geriye
Ve ihanetin hiç dinmeyen sancısı…
Seni benden çalacaklar mıydı?
Bir kuş gibi uçup gidecek miydin yüreğimden,
Bir daha dönmeyecek miydin?
Hangi kahpe kurşunla bitti bu mavi sevda?
Ağlamak neyi değiştirir ki
Herşey bitti artık herşey bitti
Sen hayallerimin celladı,
Umutlarımın katili ve zavallı bir ömrün acımasız azraili,
Beynimdeki tek kurşunla vurdum kendimi,
Gelip alabilirsin emanetini…

Şebnem Kısaparmak

Hangi Ayrılık




Hangi sevgili var ki, senin kadar duyarsız ve kalpsiz?
Ve hangi sevgili var ki, benim kadar çaresiz?

Hangi ayrılık var ki, böyle kanasın ve böyle acısın?
Ve hangi taş yürek var ki, benim kadar ağlasın?

Hangi gün karar verdin, küt diye çekip gitmeye?
Hangi lafım dokundu sana, böyle inceden inceye?
Hangi otobüs söyle, hangi uçak, hangi tren?
Seni benden götüren, beni bir kuş gibi öttüren.
Hangi kırılası eller dolanır, kırılası beline?
Hangi rüzgar şarkı söyler, o ay tanrıçası teninde?
Hangi çirkin gerçek uğruna, tükettin güzel ütopyamızı?
Hangi boşboğazlara deşifre ettin, en mahrem sırlarımızı?
Hangi cama kafa atsam?
Hangi kapıyı omuzlayıp kırsam?
Hangi meyhanede dellenip, hangi masaları dağıtsam?

Bende bu sersem başımı, karakolun duvarına vursam.
Kendimi caddeye atıp, arabaların altına savursam.
Hangi tercih beni en hızlı şekilde öldürür?
Hangi şekil öldürmez de, ömür boyu süründürür?
Kayıp ilanı mı versem, şehir şehir dolanmak yerine?
Ödül mü koysam, ölü veya diri seni bulup getirene?
Hangi ayrılık var ki, böyle diş ağrısı gibi durmadan
zonklasın?
Hangi cam kesiği var ki, böyle musluk gibi içime damlasın?
Hiç sanmam! ...
Hasta kalbim bunu bir süre daha kaldıramaz! .
Feriştah olsa, böyle eli kolu bağlı bekleyip duramaz.
Hangi mübarek dua,
Hangi evliya tesir eder, seni döndürmeye?
Hangi aptal mazeret ikna eder, ateşimi söndürmeye?
Olur mu be! . olur mu?
Bu da benim gibi adama yapılır mı?
Aşk dediğin mendil mi?
Buruşturup bir kenara atılır mı?
VEFA bu kadar basit mi? Alınır mı? Satılır mı?

Hangi hırsız çaldı, seni yırtık cebimden?
Hangi pense kopardı bizi birbirimizden?
Hangi uğursuz hamal taşıdı valizini?
Hangi çöpçü süpürdü yerden bütün izini?
Hangi yaldızlı otel çarşaf serip barındırdı?
Hangi süslü manzara seni kolayca kandırdı?
Hangi şarlatan imaj böyle çabuk ilgini çekti?
Hangi pembe vaadler o saf kalbini cezbetti?

Dağ gibi adamı eze eze! .....
Hangi anası tipli parlak çömeze,
Hangi alemlerde kahkahanı ettin meze?
Hangi yamyamlara yedirdin o masum rüyamızı?
Hangi mahluklar çiğnedi el değmemiş sevdamızı?
Hangi bıçak keser şimdi benim biriken hıncımı?
Hangi mermi dağıtır insanlara olan inancımı?
Hangi bekçi, hangi polis artık zapteder beni?
Ve! .. Hangi su bağışlatır?
Hangi musalla temizler seni?

Yusuf Hayaloğlu

24 Mart 2010 Çarşamba

ACELE KARAR VERMEYİN




Köyün birinde yaşlı bir adam varmış.çok fakirmiş ama kral bile onu kıskanırmış...öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki,kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış..''Bu at,bir at değil benim için:bir dost,insan dostunu satar mı''
dermiş hep.Bir sabah kalkmışlar ki,at yok.Köylü ihtiyarın başına toplanmış:
''Seni ihtiyar bunak,bu atı sana bırakmayacakları,çalacakları belliydi.Krala satsaydın,ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.Şimdi ne paran var, ne de atın'' demişler....
İhtiyar:''Karar vermek için acele etmeyin" demiş."sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu.Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.Atımın kaybolması,bir talihsizlik mi,yoksa bir şans mı?. Bunu henüz bilmiyoruz. çünkü bu olay henüz bir başlangıç.Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez. ''köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.Aradan 15 gün geçmeden at,bir gece ansızın dönmüş...Meğer çalınmamış,dağlara gitmiş kendi kendine .Dönerken de ,vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler.''babalık'' demişler,sen haklı çıktın atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için,şimdi bir at sürün var....'' Karar vermek için gene acele ediyorsunuz '' demiş ihtiyar.''sadece atın geri döndüğünü söyleyin.Bilinen gerçek sadece bu.Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz.Bu daha başlangıç.Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz.? Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden ''bu herif sahiden gerzek '' diye geçirmişler...
Bir hafta geçmeden,vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış.Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.Köylüler gene gelmişler ihtiyara.''bir kez daha haklı çıktın '' demişler.'' bu atlar yüzünden tek oğlun,bacağını uzun süre kullanamayacak.oysa sana bakacak başkası da yok.şimdi eskisinden daha fakir,daha zavallı olacaksın'' demişler. İhtiyar ''siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz'' diye cevap vermiş.''O kadar acele etmeyin.Oğlum bacağını kırdı gerçek bu.Ötesi sizin verdiğiniz karar.Ama acaba ne kadar doğru.Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.''
Birkaç hafta sonra ülkelerine,düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış.Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış.Köye gelen görevliler,ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar.Köyü matem sarmış.Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş,giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.Köylüler ,gene ihtiyara gelmişler.....'' gene haklı olduğun kanıtlandı'' demişler.''oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında .oysa bizimkiler,belki asla köye dönemeyecekler.Oğlunun bacağının kırılması talihsizlik değil,şansmış meğer'' ..... ''siz erken karar vermeye devam edin '' demiş ihtiyar.''oysa ne olacağını kimseler bilemez.Bilinen bir tek gerçek var.Benim oğlum yanımda, sizinkiler,sizinkiler askerde.....Ama bunların hangisinin talih hangisinin şanssızlık olduğunu sadece allah biliyor.
Düşünürün öyküden çıkardığı sonuç şu;
''Acele karar vermeyin.Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının.Karar;aklın durması halidir.Karar verdiniz
mi akıl düşünmeyi dolayısıyla gelişmeyi durdurur.Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir.Ve insanı huzursuz yapar.Oysa gezi sona ermez.Bir yol biterken yenisi başlar.Bir kapı kapanırken,başkası açılır.Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz...

Kaç yıl geçti aradan




Nolur sormasınlar bana.
Nolur söyletmesinler derdimi.
Saklarım ben onu kendime.
Yerim kendi kendimi.
Akıyorsa yaşlar gözümden,
Dinmiyorsa bir türlü gece gündüz,
Karardıysa bütün dünya,
Vardır elbet bir sebebi...
Kaç yıl geçti aradan ayrı ayrı,
Bitsin artık bu hasret bulaşalım gayrı...
Benim bütün derdim özlem.
Biliyorum kavuşur böyle seven.
Biz bir elmanın iki yarısıyız,
O en çok sevdigim ve ben.
Akıyorsa yaşlar gözümden,
Dinmiyorsa bir türlü gece gündüz,
Karardıysa bütün dünya,
Vardır elbet bir sebebi...
Kaç yıl geçti aradan ayrı ayrı,
Bitsin artık bu hasret bulaşalım gayrı..

Sezen Aksu

Yol Olur Gelirim




Mecnun değilim dost;lakin çağırırsan çöllere gelirim.
Sana yalan halde gelmem, toplarım özümü yalın halde gelirim.
Kapıyı çaldığında "kim o?"dersen; ben olmam kapında sen olur gelirim.
Sen gel de yeter ki,yola yük olmam,yol olur gelirim...

(Hz. Mevlana)

23 Mart 2010 Salı

EN GÜZEL ÇOCUK




Adamın biri apartmanın birinde yeni kapıcı olmuştu. Henüz apartman sakinlerinin hepsini tanımıyordu. Arada sırada işi olanlar onu markete, manava, v.s yerlere gönderiyordu. Apartman sakinlerini yeni yeni tanımaya başlamıştı.
Günlerden bir gün, bir hanım telaşla kapıcı dairesine gelerek kapıcıyı çağırdı.
-Hasan efendi, oğlum bu gün yemeğini evde unutmuş, benim de çok işim var. Oğlumun yemeğini okula götür kendisine ver. diye emreder. Kapıcı:
-Hanım efendi, ben sizin çocuğunuzu tanımıyorum ki, yemeğini nasıl vereyim. Kadın:
-Oğlum okulun en güzel çocuğudur, en güzel çocuğa yemeği verirsin. demiş ve işine gitmiş.
Kapıcı ,öğlen vakti okula varmış etrafa bakınmış, o esnada kapıcının çocuğu babasını görmüş sevinçle yanına koşmuş:
-Babacığım bana yemek mi getirdin. Demiş. Kapıcı çocuğunun açlığına dayanamamış, yemeği çocuğuna vererek oradan ayrılmış.
Akşam okul dağıldıktan sonra,kadının çocuğu annesine, neden yemeğimi getirmedin diye sitem etmiş. Küplere binen kadın soluğu kapıcını yanında almış:
-Be adam çocuğumun yemeğini neden götürüp vermedin, kapıcı cevap vermiş:
Efendim ben sizin çocuğunuzu tanımıyorum dedim, sizde okuldaki en güzel çocuğa yemeği vermemi emrettiniz. Ben de kendi çocuğumdan daha güzel bir çocuk göremediğim için ona verdim. Bayan hatasını anlamış ve kapıcıdan özür dilemiş...

Bir De Bana Sor





Nerden aklıma esti kimbilir
Gezdim dün gece şehri şöyle bir
Herkes evinde kendi halinde
Heryerde huzur her yerde neşe

Bir ben uykusuz bir ben huzursuz
Bir ben çaresiz bir ben sensiz

Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor
Nerde nasıl yaşarım bir de bana sor
Evlerin ışıkları bir bir yanarken
Bendeki karanlığı gel de bana sor

Nerden aklıma esti kimbilir
Gezdim dün gece şehri şöyle bir
Eski sokaklar yerli yerinde
Dostlar oturmuş kır kahvesinde
Her yerde huzur her yerde neşe
Bir ben uykusuz bir ben huzursuz
Bir ben çaresiz bir ben sensiz

Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor
Sensiz yaşamak neymiş bir de bana sor
Ak düşen saçlarımı bir bir sayarken
Bunca yıl nasıl geçmiş bir de bana sor.

Erol Evgin

22 Mart 2010 Pazartesi

Seni Seviyordum




Sana uzak kentlerden birinde zamanin bir yerinde seni ve senli günleri animsatti aksam günesi…
Onca zamanin üstünde eskimeyen bir düsüncesin simdi
Insan hergün animsarmi ayni gözleri
SENI SEVIYORDUM ve senin haberin yoktu
Saçlarini izliyordum uzaktan, kulaginin arkasina düsüsü ve burnun, herkezden baskaydi iste…
Güldügü zaman yukariya bakardi;
Yukari kalkan basin ve gülen gözlerin vardi…
Ne güzeldiler sen bilmiyordun…
BEN SENI SEVIYORDUM…
Kalbime sigmiyordu aklimdan gecenler
Duvarlara, vitrin camlarina, kaldirimlara carpiyordu
Geri dönüyordu, çogaliyordu
Senin sesini duydugum masalarda erteliyordum herseyi, herseyi erteliyisim oluyordun
Kalp agrisi oluyordun,
Birlikte soludugumuz sokak isimleri oluyordun,
Mevsimler deisiyor ve büyüyorduk,
Dönemeçler geçiyor, köprüler göze aliyorduk ve bazen tekin olmayan sularin üzerinden atliyorduk
Cesurduk…
Ufuk çizgisi maviydi, gün batimi hep turuncu ve kizmiziydi bütün karanfiller…
Ben SENI SEVIYORDUM sen bilmiyordun…
Sevinçlerim oluyordun arasira sen hiç bilmiyordun
Sonra herhangi biri oldun, bütün sevinçlerim bittikten sonra
Yagmurlar yagdi serin haziran aksamlarina
Derken bir gün uzaktan gördüm seni…

Saçlarin bana inat basin herseye meydan okuyarak iste yine ayni
Kalbimi acitti her zaman ki gibi…
Deistik saniyordum ve sen yine bilmiyordun
Simdi bunlari anlatsa sana birileri kim bilir yada bosver bilme en iyisi…
Yılmaz Erdoğan

Sedef Çiçeği




Seksenlerindeki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı. Adam inatçı bakışlarla suskun, Nine'nin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözleri ve keskin çizgileriyle bıkkın bakışları süzüyordu etrafını.

Ve Hakimin tokmak sesiyle sustu uğultu ve tok sesiyle, sözü yaşlı kadına verdi, hakim. "Anlat teyze. Neden boşanmak istiyorsun?"

Yaşlı kadın derin bir nefes çektikten sonra baş örtüsüyle ağzını aralayıp, kısılmış sesiyle konuşmaya başladı, "Bu herif yetti gari, Elli yıldır bezdirdi hayattan."

Sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu mahkeme salonunda. Sessizlik bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu, kimbilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış elli yılın ardından. Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı, kadın neler diyecekti. Herkes onu dinliyordu.

Yaşlı kadının gözleri doldu. Ve devam etti.

"Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim. O bilmez. Elli yıl önceydi. O çiçeği, bana verdiği çiçeklerin arasından kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm. Yavrumuz olmadı, onları yavrum bildim. Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman adak adadım. Her gece güneş açmadan önce bir tas suyla sulayacağım onu diye. İyi gelirmiş dedilerdi. Elli yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kere de bu çiçeği ben sulayayım demedi. Ta ki geçen geceye kadar. O gece takatim kesilmiş, uyuyakalmışım. Ben böyle bir adamla elli yıl geçirdim. Hayatımı, umudumu herşeyimi verdim. Ondan hiçbirşey göremedim. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim. Onsuz daha iyiyim, yemin ederim."

Hakim, yaşlı adama dönerek;
"Diyeceğin bir şey var mı baba?" dedi.

Yaşlı adam bastonla zor yürüdüğü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle hakime yöneldi.

"Askerliğimi, reisicumhur köşkünde bahçevan olarak yaptım, o bahçenin görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim. Fadimemi de orada tanıdım. Sedefleri de. Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim. O çiçeklerle doludur bahçesi. Kokusuna taptığım perişan eder yüreğimi. İlk evlendiğimiz günlerin birinde boyun ağrısından onu hekime götürdüm. Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir dedi. Her gece uykusunu bölüp, uyansın, gezinsin dedi. Hekimi pek dinlemedi, bizim hatun, lafım geçmedi. O günlerde tesadüf bu çiçek kurudu. Ben ona gece sularsan geçer dedim. Adak dilettim. Her gece onu uyandırdım. Ve onu seyrettim. O sevdiğim kadını, yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim. Her gece o çiçek ben oldum, sanki. Ona bu yüzden tapabilirdim..." dedi adam o yaştaki bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle.

"Her gece o yattıktan sonra uyandım. Saksıdaki suyu boşalttım. Sedef gece sulanmayı sevmez, hakim bey. Geçen gece de, yaşlılık. Ben de uyanamadım. Uyandıramadım. Çiçek susuz kalırdı amma, kadınımın boynu yine azabilirdi. Suçlandım. Sesimi çıkartamadım."

En Önemli Kişi




Bir zamanlar bir kralın aklına söyle bir düşünce geldi: "Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı; kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım."

Aklına böyle bir fikir düşünce, krallığın dört bir yanına, kim kendisine her iş için en uygun vakti, bu iş için en gerekli kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir mükafat vereceğini
ilan etti.

Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat sorulara verdikleri cevaplar birbirinden tamamen farklı çıktı.

İlk soruya cevap olarak; kimileri her hareketin doğru vaktini bilmek için önceden günlerin, ayların, yılların yer aldığı bir takvim hazırlamak ve sıkı sıkıya buna uyarak yaşamak gerektiğini söylediler. "ancak böylece" dediler "her
şey tam zamanında yapılabilir".

Diğerleri ise her hareketin doğru vaktine önceden karar verilemeyeceğini, kişinin kendisini boş eğlencelere kaptırmayıp, hep daha önce olmuş olayları izleyerek en lüzumlusunu yapabileceğini iddia ettiler. Bu defa başka bilginler de kral neler olup bittiğine ne kadar ederse etsin, tek bir kişinin her hareket için en uygun vakte karar vermesinin imkansız olduğunu; kralın, her şeyin en uygun vaktini tespitte ona yardım edecek bir bilge kişiler konseyi kurması gerektiğini söylediler.

Fakat bu defa da başka bilginler; "Bir konseyin önünde beklemesi imkansız bazı şeyler vardır, bu işlerin yapılıp yapılmayacağına ancak tek bir kişi anında karar verebilir" dediler. "Buna karar vermek içinse neler olacağını
önceden bilmek gerekir. Neler olacağını önceden bilenler de yalnızca sihirbazlardır. Dolayısıyla her hareketin doğru vaktini bilmek isteyen, sihirbazlara danışmalıdır.

İkinci soruya da aynı şekilde türlü türlü cevaplar geldi. Kralın en fazla ihtiyaç duyduğu, en gerekli kişiler bazılarına göre danışmanlar; bazılarına göre papazlar; bir kısmına göre hekimler; daha başka bir kısmına göre ise savaşçılardı.
Üçüncü soruya, yani en önemli işin ne olduğu konusuna gelince; bazıları dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyledi. Bir kısmı savaşta ustalaşmak; daha başkaları da dini ibadet dediler. Bütün cevaplar birbirinden farklı çıkınca, kral bunların hiçbirisini kabul etmeyip hiç kimseye de ödül vermedi.

Ama hala doğru cevapları alamadığı için, bilgeliğiyle ünlü bir münzeviye danışmaya karar verdi.
Münzevi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşar, yanına sade halktan başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral üstüne sade elbiseler giyerek kendisini halktan biri gibi göstermeye çalıştı ve yola düştü. Münzevinin kovuğuna yaklaştıklarında atından indi ve muhafızını da geride bırakıp yola devam etti. Kral yaklaşırken münzevi kovuğunun önüne çiçek tarhları kazıyordu. Kralı gördü, selamlayıp kazmaya devam etti. Münzevi mecalsiz ve zayıf birisiydi;

küreğini toprağa her sokuşunda bir parçacık toprak çıkarıyor, soluk soluğa kalıyordu.
Kral yanına gelip söyle dedi. "Ey bilge münzevi, size üç sorunun cevabını sormak için geldim. Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En fazla muhtaç olduğum, dolayısıyla diğerlerinden fazla ilgi göstermem gereken insanlar kimdir? En önemli ve her şeyden önce kendimi vereceğim isler nelerdir?"

Münzevi kralı dinledi, ama cevap vermedi. Avuçlarına tükürüp kazmaya devam etti."Yoruldunuz" dedi kral, " Küreği bana verin de biraz dinlenin."Münzevi, "Sağ olun" diyerek küreği krala verip yere oturdu. Kral iki tarh kazdıktan sonra durup sorularını tekrarladı. Münzevi yine cevap vermedi; bu defa ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve söyle dedi:"Biraz dinlenin; bir parça da ben çalışayım."
Fakat kral küreği ona vermeyip kazmaya devam etti. Bir saat geçti, bir saat daha. Güneş, ağaçların ardından batmaya başladı; sonunda kral küreği toprağa saplayıp söyle dedi: "Ey bilge kişi, senin yanına sorularıma bir cevap bulmak için geldim. Eğer cevap vermeyeceksen, söyle de evime gideyim".

Münzevi, "Buraya koşarak birisi geliyor" dedi, "bakalım kim?" Kral arkasına döndüğünde bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızıyordu. Kralın yanına ulaşınca, kendinden geçercesine inledi, sonra da bayılıp yere düştü. Kral ve münzevi, hemen adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve münzevinin havlusuyla sardı.

En sonunda kan durdu, adam kendisine gelince içecek bir şey istedi. Kral dereden taze su getirip ona verdi. Bu arada aksam olmuş hana soğumuştu. Kral, münzevinin de yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak yatağa yatırdı. Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı. Kral, koşuşturmadan ve yapmış olduğu islerden öylesine yorulmuştu ki eşiğe çöktü ve uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti.

Sabah uyanınca nerede olduğunu, yatakta uzanmış ve canlı gözlerle dikkatle kendisine bakan yabancının kim olduğunu uzun süre hatırlayamadı. Kralın uyandığını ve kendisine baktığını gören adam; "Beni affedin" dedi,zayıf bir sesle.
Kral, "Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki" dedi.
"Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum" dedi adam. "Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza münzeviyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de sizi arayıp bulmak için pusulaya yattığım yerden çıkınca muhafızlarınıza rastladım, beni tanıyıp yaraladılar. Onlardan kaçtım fakat yaramdan çok kan akıyordu. Yaramı sarmasaydınız kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise hayatımı kurtardınız. Eğer yaşarsam şimdiden sonra en sadık köleniz olup size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi emredeceğim. Affedin beni."
Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu oldu; onu affetmekle kalmayıp uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi, ayrıca mallarını iade edeceğine de söz verdi.
Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıkıp münzeviyi aradı.
Gitmeden önce, sormuş olduğu sorulara cevap vermesini bir kez daha rica etmek istiyordu. Münzevi dışarıda, bir gün önce kazmış oldukları tarhlara çiçek tohumlarını ekiyordu.

Kral ona yaklaştı ve söyle dedi: "Sorularıma cevap vermeniz için size son defa yalvarıyorum!"
yorgun dizlerinin üstünde çömelmeye devam eden münzevi, gözlerini kaldırıp krala baktı ve,
"Cevabınızı aldınız" dedi. "Nasıl aldım? Ne demek istiyorsunuz?" diye sordu kral. "Anlayamıyorsunuz" diye cevapladı münzevi. "Dün eğer benim dermansızlığıma acımayıp su tarhları kazmasaydınız, gidecek ve su adamın saldırısına uğrayacaktınız ve yanımda kalmadığınıza pişman olacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti; en önemli kişi bendim ve en önemli isiniz bana iyilik yapmaktı. Daha sonra bu adam yanımıza koşarak geldiğinde, en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti, çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı."

"Bundan sonra şu gerçeği unutmayın:
Tek önemli vakit vardır, içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur, zira hiç kimse bir
başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez; ve en önemli iş iyilik yapmaktır, çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin tek sebebi budur."

Tolstoy

20 Mart 2010 Cumartesi

Aynadaki Aksimiz




O yil, New York'ta KIS, Nisan'in sonuna kadar uzamisti. Kör oldugum

ve yalniz yasadigim için, çogunlukla evde kalmayi yegledim. Sonunda bir

gün soguk hava gitti; bahar kendini gösterdi.

Hava coskulu bir kokuyla dolmustu. Arka bahçeye bakan pencerenin önünde küçük, neseli bir kus devamli civildiyor, sanki beni disariya

çagiriyordu. Nisan ayinin degisken havasini bildigimden kislik

mantoma sarildim.Fakat havanin ILIKLIGINI içimde hissedince, yün kaskolumu, sapka ve eldivenlerimi biraktim. Üç çatalli bastonumu alip, neseyle sundurmaya çiktim ve kaldirimin yolunu tuttum. Yüzümü günese dogru

kaldirip, onu selamlayan bir gülümseme sundum. Sessiz, çikmaz

sokagimizda yürürken, kapi komsum "Merhaba" diyerek seslendi ve gidecegim

yere götürmeyi teklif etti:

"Hayir, tesekkür ederim. Su bacaklar bütün kis dinlendi. Eklemlerimin

harekete ihtiyaci var. Bu yüzden yürüyecegim" diye cevap verdim.

Köseye vardigimda aliskanlikla durdum. Birinin gelip yesil ISIK

yandiginda, beni karsiya geçirmesini bekledim. Nedense bu sefer, öncekilere göre daha uzun süre beklemistim ve hâlâ hiç kimse teklifte bulunmamisti. Sabirla beklerken, eskiden hatirladigim bir melodiyi mirildandim; çocukken ögrendigim "Hos geldin bahar..." sarkisiydi. Birden güçlü bir erkek sesi konustu: "Sesinizden çok neseli bir insan oldugunuzu hissettim. Sizinle birlikte, caddeyi geçme serefini BAGISLAR MISINIZ, bana?"

Kibarlikla, iltifat görünce gülerek basimi salladim ve duyulabilir bir sesle "Evet" dedim. Kibarca koluma girdi ve birlikte kaldirimdan

yola indik.Yavasça yolun karsisina geçerken, konusulabilecek en iyi

konudan, havadan konustuk. Adimlarimizi birlikte atarken hangimiz rehber, hangimiz yardim aliyor, belli olmuyordu. Yolun karsisina varmamiza az kala, isigin degistigini anlatircasina, kornalar sabirsizca çalinmaya basladi.Kaldirima çikmak için, birkaç çabuk adim daha attik.

Ona dönüp, bana eslik ettigi için tesekkür etmek üzere agzimi açmistim ki, ben daha bir sey söylemeden, o konustu: "Bilmem farkinda misiniz? Sizin gibi neseli bir insanla karsiya geçmek, benim gibi bir kör için, ne kadar muhtesem bir sey..."

O güzel bahar gününü hiç unutmayacagim.

---Charlotte Wechler

"Bazen; evrende kendimizi en yalniz hissettigimizde, SIKINTIMIZI atlatmak ve FARKLILIGIMIZI ve YALNIZLIGIMIZI hafifletmek için, Tanri bize,aynadaki aksimiz gibi, bir ikiz gönderir."

Senin Kalbinde "Aşk" Olmak




Göz kamaştıran güzelliğinin altında
Gizli saklı bambaşka bir güzellik var
Duvarların var senin kocaman yüksek
Kimselerin aşamadığı kendinin bile
Çığlık çığlığa sessizliklerin var
Anlatmadığın onlarca şeye sustuğun
Sert bir kabuğun var erişilmesi zor
O masum kırılgan kızı koruyan
Bir duruşun var erişilmez uzaklarda
Kimse bulaşmasın sana ulaşmasın ister gibi
Büyük kısmı kilitli bir kalbin var
Kırılıp ekşitilmesinden korktuğun
Acıyı sıkıntıyı yüklenmiş ellerin var
Sımsıkı avuçlanmak isteyen
Benim kalbimde bir sen var
Bir de ümidim;
Senin kalbinde aşk olmak...

Alıntı

18 Mart 2010 Perşembe

Muhteşem Hayat




Stewart, minik bir kasabadaki fakir bir işadamıydı.
Çocukluğundan beri bütün hayali dünyayı dolaşmaktı ama art arda gelen olaylar yüzünden kasabasını terk edememiş, sonunda babasının pek de parlak olmayan isini devralmak zorunda kalmıştı.
Sevdiği bir karisi ve çocukları vardı.
Ama isler iyi gitmiyordu.
Borçlar birikmişti.
Yasadığı hayal kırıklığına bir de borçlar eklenince dayanacak gücü kalmamıştı.
Karlı bir gece arabasına binip, kasabanın biraz ötesinden akan nehrin kıyısındaki bara gidip iyice sarhoş olana kadar içtikten sonra kendini köprünün üzerinden atıvermişti.
Stewart sulara düşerken, karanlık göklerden gelen bir konuşma duyuldu.
Tanrı, 'ikinci sınıf meleklerden' birine görev veriyordu.
- Eğer bu ümitsiz adama yeniden yasama isteği vermeyi başarırsan, ben de sana çok istediğin o iki kanadı verir, seni birinci sınıf melek yaparım.
Ve, yeryüzüne tonton, yaslı bir adam kılığında 'basarisiz' bir melek düşüyordu. O güne dek bir turlu verilen görevleri doğru dürüst yerine getiremediği icin istediği kanatlara kavusamayan, kederli bir melekti bu. Görevi ise cok zordu. Tümüyle çaresiz, borçlar içinde yüzen, hayallerini kaybetmiş, istediklerinden hiçbirine kavuşamamış, dunyayi gezmek isterken önemsiz bir kasabaya sıkışıp kalmış bir adama hayati yeniden sevdirecek, onu intihardan vazgeçirecekti.
Melek yeryüzüne indiğinde, bir polis Stewart'i sulardan çıkarıyordu.
Onu, kendini sulara atmadan once son içkisini ictigi bara oturuyordu ama orası simdi cok değişikti.
Serserilerin toplandigi, pis bir batakhane olmuştu.
Kimse Stewart'i tanımıyordu.
Stewart kasabaya donuyordu ama orada da eski dostlari onun kim oldugunu bilmeyen gozlerle ona bakıyorlardı.
Kasaba bakımsızdı, çirkindi, karanlıktı.
Eski bir okul arkadasi arka sokaklarda fahişelik yapıyordu.
Karisi ise bir kütüphanede çalışan zavallı bir yaslı kızdı.
O sulara atlamadan once unlu bir adam olarak dünyayı dolasan erkek kardeşinin ise bir kilisenin bahçesinde mezarı duruyordu.
Stewart, suya düşmesiyle çıkması arasında gecen bu bes dakikada her seyin nasil bu kadar değişebilmiş olduğunu anlayamadan etrafına bakarken 'ikinci sinif melek' yanına yaklaşıyordu.
Ona anlatmaya basliyordu.
- Sen hayatina son vermek istedin ya, ben daha iyisini yaptım, sen hiç bu dünyaya gelmemiş gibi oldun... Sen olmamış olsaydın ne olacaktı, gor...
Kardesim ne zaman oldu, diye soruyordu Stewart.
- Sen dokuz yasındayken o kuyuya düşmüştü ve sen onu kurtarmıştın... Ama ben senin doğumunu iptal edince ve sen hic dogmayinca onu kurtaracak kimse de olmadı... O çocukken oldu.
- Peki sinif arkadasim ne zaman fahise oldu?
- Bir gun o cok parasız kalmıştı, para bulabileceği hiçbir yer yoktu ve sen ona borç vermiştin... Ama sen olmayınca o gece kendini sattı ve sonra fahişe olarak kaldi.
- Kasaba niye boyle bakımsız ve korkunç gözüküyor?
- Cunku sen babanın yerini aldiktan sonra insanlardan para toplayıp kooperatifler kurmuştun, binalar yapmıştın, kasaba gelişmişti... Sen hic olmadığın icin o kooperatif kurulmadı, o binalar yapılmadı, kasaba bakımsız kaldi, o inşaatta çalışıp para kazanan bircok insan para kazanamayıp serseri oldu.
Butun seyircilerle birlikte Stewart da, bir insanin farkina varmadan ne kadar cok baska insanin hayatina degdigini, o hayatlari varlığıyla değiştirdiğini, en siradan insanin bile bu hayatta tahmin edemeyeceği olcude onemi olduğunu görüyordu.
Tavana asilmis, birçok değişik parçadan olusmus oyuncaklar vardir, her bir parça baska bir parcaya dokunarak bir ruzgar yaratır ve oyuncak donup durur. O parçalardan birini çıkardığınızda bütün ruzgari kesersiniz. Oyuncak kımıltısız kalir.
Frank Capra'nin o filminde de, hayatin aynen o oyuncak gibi birbirine degen insanlarla donduğunu, aradan bir tek insani bile çıkarıp aldığınızda hayatin donuşunu etkilediğinizi, bircok olayin farklılaştığını, herkesin sandığından daha buyuk bir rolü ve değeri olduğunu anlıyordunuz. Değersiz ve işlevsiz kimse yoktu. Stewart, o yasli ve tonton 'ikinci sinif' melek sayesinde bu gerçeği görünce intihar etmekten vazgeçiyordu. Kendisine o kadar manasız ve değersiz gozuken hayatinin aslında bircok insan icin ne kadar degerli olduğunu kavrıyordu. O intihar etmekten vazgeçince yeniden her sey eskisine donuyordu.
'Bu muhtesem bir hayat' isimli film, mutlu sonla biterken de gokyuzunde bir 'cin' sesi duyuluyordu. Tonton melege, Tanrı cok arzuladığı kanatlarını veriyordu.
Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardir.
Degersiz olduğumuzu, sevilmediğimizi düşünürüz.
Hayal kırıklıklarıyla dolu hayatımızda neden istediklerimizin hic gerçekleşmediğini merak ederiz.

Cevaplar arariz.
Bulamayiz genellikle.
Cevaplar vardir aslinda!

Kendimizi yararsız bulduğumuzda cok yararlı isler yapmışızdır, sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.
Bircok hayati ayni anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta bizim de farkına varmadığımız buyuk bir rolümüz olmustur.
Eger Tanri 'ikinci sınıf' meleklerinden birini bize gonderse ve bizsiz bir hayatin nasil olacağını gösterseydi, sanirim hepimiz kendimize de hayata da baska turlu bakardik. Hatta, o melek bize 'istediklerimiz gerçekleştiğinde nasil bir hayatimiz olabileceğini' gösterseydi belki istediklerimizin gerceklesmemesi icin dua ederdik.
Bu muhtesem bir hayattir.
Cevabi ve sirri kendi icinde saklidir.
Ve, o hayati hep birlikte yapariz.
Bazen rolümüzden sikayet ediyorsak, bu da rolümüzün kiymetini bilemememizdendir.
Alıntı

Doğru Adam- Doğru Kadın





Bir uçak yolculuğunda yan koltukta oturan bir adamın alyansını sağ elinin işaret parmağına taktığını fark eden yazar yorum yapmaktan kendini alamaz; “Bayım alyansınızı yanlış elinize takmışsınız!”
Adam bunun üzerine;“Yanlış kadınla evlendim de ondan!” diye karşılık verir.

Ziglar bu anıyı aktardıktan sonra şöyle sorar; “Peki ya bu adam doğru adam mı? Yani kadın doğru adamla mı evlenmiş? Yanlış seçilmiş bir insana doğru insanmış gibi davranırsanız sonuçta doğru insanla evlenmiş olmaz mısınız? Doğru seçilmiş bir insanla evlendiğiniz halde yanlış davranıyorsanız yanlış bir evlilik yapmışsınız demektir çünkü. Doğru insan olmak doğru insanla evlenmekten çok daha fazlasıdır!”

Yazar kitabında şu öyküyü anlatır..
“Yıllar önce Hawai’de başlık parasına benzer bir uygulama revaçtadır. Bir erkeğin sevdiği kızla evlenebilmesi için kızın ailesine belli sayıda inek vermek zorundadır. İnek sayısının 10 adet olması gerekmekle birlikte kızın özelliklerine göre bu sayı değişebilmektedir.

ve adada iki kızı olan bir adam yaşamaktadır. Kızlardan büyük olanı bizdeki deyişle -kabul görmeyen- tipte, şanssız bir kızdır ve babası ona 3 inek fiyat biçmiştir; 2 inekli bir teklifi de kabul edecektir; hatta iyi bir pazarlıkla 1 ineğe fit olmaya razıdır.

Bir gün adanın zenginlerinden Johny Lingo bu eve geldiğinde herkes onun diğer kızı isteyeceğini düşünür. Oysa yaşlı adamı sevince boğarak büyük kıza talip olur. Herkes en azından isteneni yani; 3 inek ödeyeceğini düşünürken Johny yanında 12 tane inekle gelmiştir!!..

O dönemlerde normal bir balayı ortalama bir yıl sürmektedir ama gelin ve damat iki yıllık balayı planlamıştır.

Damatla gelinin dönmesinin beklendiği gün ahaliden biri dönüşlerini haber vermeye gelir gelmesine ama gelenlerin Jony ve eşi olduğundan emin değildir. Aslında Johny'i tanımıştır fakat kızdan emin olamamıştır; yaklaşan kadın çok güzel, zarif birisidir. İyice yaklaştıklarında kimsenin tereddütü kalmaz. Fakat kızın güzelliği, cazibesi ve çekiciliği en eleştirici gözle bile reddedilmeyecek ölçüdedir. Yakından bakanlar Johnny'nin 12 inek karşılığında iyi bir alışveriş yaptığını düşünürler.”

Yazar işin püf noktasını şöyle özetler; “Johnny 12 inek ödedi, kız 12 ineklik bir kadın haline geldi.”

Bu hep böyle olmaktadır; eşinize veya sevgilinize verdiğiniz değer, ona kazandırdığınız değerdir. Aslında “doğru adam”, “doğru kadını” inşa eder, “doğru kadın” da “doğru adamı”...

17 Mart 2010 Çarşamba

Dostlar Vardır




Olmasa da olur dediğimiz insanlarla doludur hayatımız; tanıştığımız, selamlaştığımız; klasikcümlelerle iletişim kurduğumuz, yanıtlarını merak etmediğimiz sorular sorduğumuz...
İyi insan olmadıkları için mi uzak dururuz onlardan?
Hayır, hiç sanmıyorum.
Gönülde biter her şey; akla yararlı gelse de samimi bir ilişki, gönlün hayır dediğine ısınmak mümkün olmaz.
İster dünyanın en yakışıklısı, ister en güzeli olsun; ister en zengini, ister en komiği; ne yapsa nafile; yüreğine ulaşamaz.
Başkası için özel olan, senin gözünde dünyanın en sıradan insanıdır ve ...yüzüne bakmaz kimisi vazgeçemediğim dediğinin...
Gönlümüzdür hükümdar; kime ne paye vereceğini o belirler.
Kimine "dost", "yar", kimine "tanıdık", "arkadaş" deyip, çıkar işin içinden...
Özünde iyi olduğuna inansam da insanların, herkesi sevemem onun yüzünden...
Hem, kalabalıktan da hoşlanmaz zaten; sevginin, sevdiklerinin hakkını vermek ister.
Sonuçta, sevmek büyük bir sorumluluktur; emek vermek gerekir, ilgilenmek...
Sevdiğim her insanın yaşamına bir anlam katmalıyım; zorlu ve vazgeçilmez bir serüven olmalı; dost dediğim insanlarla aynı zaman dilimini paylaşmak!
Hani, bilirsiniz işte!
Dostlar vardır çiçek gibi; koklar koklamaz alır götürür bütün yüklerinizi...
Evsizseniz ya da odun kömür bulamıyorsanız yakmaya; uzundur kış geceleri...
Dostlar vardır soba gibi; yüreğindeki ateşle ısıtır ellerinizi...
Dostlar vardır; fırtınada sığınak, güneşte gölge; yanarken buz gibi su dökmez üstünüze; aksine, harlandırır ateşi; bilir ki, yanmayanı hiçbir şey söndüremez.
Dostlar vardır, yıldız gibi; hava kapalıyken bile, kapkara bulutların bekçisidir gökyüzünde...
Dostlar vardır, arada bir uğrayıp alt üst eder yaşamınızı; dili zehir zemberek, bakışları keskindir.
Dostlar vardır gül gibi; sarılırken yaralanmayı göze almanız gerekir.
Hani, kiminin yoluna halı sersen kar etmez; dostlar vardır, minder de kafi gelir; sen olursan fark etmez.
Dostlar vardır; rakısız çözülmez dili, muhabbeti çekilmez; dostlar vardır, efkarının sebebi bir bardak demli çaydır.
Dostlar vardır, omzu her derde devadır.
Dostlar vardır, iyi bir öğretmen gibi, nasıl sorulacağını öğretir.
Dostlar vardır dağ gibi vakur; toprak kadar bereketli, mert...
Dostlar vardır; ney gibi hüzünlü, saz gibi asi; şiir kadar büyük...
Dostlar vardır türkü gibi; her zaman söylenmeseler de her daim içinde taşır sevdasını; yangınını bulaştırır bir gönülden diğerine...
Dostlar vardır baki; tanıştığın gün doğar, yittiği gün ölürsün!
Zamana ve darbelere; yollara ve hasretlere dirençli...
Dostlar vardır, közde mısır, kadehte şarap; ateşte yanmanın da, şarapla sönmenin de tadı damağındadır.
Dostlar vardır; yüreğine kök salmış bir çınardır; hiçbir şey deviremez; gönülden gönüle kurulmuştur köprüler; ne yaşansa atılamaz!
Dostlarımız vardır bizlere benzerler biraz...
Dostluklar vardır, erken dolar vadesi; dostluklar vardır, devam eder ahrette!
İşte böyle dostlardır; her şeye lanet ettiğin günlerde bile, yaşamını güzel kılan...
Gönül, her yerde onları arar.
Ve bulduğunda haber gönderir bize; bir sıcaklık yayılır yüreğimize; bunda bir iş var deriz, takılırız peşine...
Dost olalım gönlümüzle!
Alıntı

Affetmenin Dayanılmaz Hafifliği




Bir lise öğretmeni bir gün öğrencilerine bir teklifte bulunur: “Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?” Öğrenciler, çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. “O zaman” der öğretmen. “Bundan sonra ne dersem yapacağınıza söz verin.” Öğrenciler bunu da yaparlar. Ve öğretmen devam eder:
“Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz okula birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!”
Öğrenciler, bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama, ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen:
“Şimdi, bugüne dek affetmeyi istemediğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.”
Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur.
Öğretmen, kendisine “Peki şimdi ne olacak?” der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar:
“Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde, hep yanınızda olacaklar.”
Aradan bir hafta geçer. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikâyete başlarlar:
“Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.”
“Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf gözlerle bakıyorlar bana artık.”
“Hem sıkıldık, hem yorulduk…”
Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir:
“Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkûm ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.”

16 Mart 2010 Salı

SENİ SEVİYORDUM...




Sana uzak kentlerden birinde
zamanın bir yerinde
seni ve senli günleri anımsattı akşam güneşi
onca zamanın üstünde eskimeyen bir düşüncesin şimdi
insan hergün anımsar mı aynı gözleri..

seni seviyordum ve senin haberin yoktu..
saçlarını izliyordum uzaktan
kulağının arkasına düşüşü ve burnun!
herkesten başkaydı işte..
güldüğün zaman yukarıya bakardın..
yukarı kalkan başın ve gülen gözlerin vardı.
ne güzeldiler!
sen bilmiyordun.. ben seni seviyordum...
kalbime sığmıyordu aklımdan geçenler.
duvarlara, vitrin camlarına, kaldırımlara çarpıyordu.
geri dönüyordu çoğalarak.
senin sesini duyduğum masalarda erteliyordum herşeyi..
herşeyi erteleyişim oluyordun.
kalp ağrısı oluyordun.
birlikte soluduğumuz sokak isimleri oluyordun.
mevsimler değişiyor ve büyüyorduk.
dönemeçler geçiyor, köprüler göze alıyor
ve bazen, tekin olmayan suların üzerinden atlıyorduk..
cesurduk!
ufuk çizgisi maviydi, günbatımı hep turuncu
ve kırmızıydı bütün karanfiller!

ben seni seviyordum.. sen bilmiyordun..
sevinçlerim oluyordun ara sıra..
sen hiç bilmiyordun.

sonra herhangi biri oldun.
bütün sevinçlerim bittikten sonra.
yağmurlar yağdı serin haziran akşamları.
derken birgün uzaktan gördüm seni.
saçların bana inat başın herşeye meydan okuyarak
işte yine aynı!
kalbimi acıttın.. her zamanki gibi..
değiştik sanıyordum. ve sen yine bilmiyordun..

şimdi bunları anlatsa sana birileri,
kimbilir..
yada boşver
bilme en iyisi...

İclal Aydın

15 Mart 2010 Pazartesi

Aşk her şeye değer




Öyle bir rüyaydın ki
Sadece bir kez gördüğüm
Denedim tutamadım
Rüzgarda savrulan bir küldün

Denedim tutamadım
Rüzgarda savrulan bir küldüm

Aşk her şeye değer
Seninle anladım
Bin yıl geçse sürer
İçimde rüzgarın

Aşk herşeye değer
Seni Seviyorum...
Sevmek suçsa eğer
Kabul ediyorum

Öyle bir yalnızlık ki
Eşlik ediyor hayalin
Gözlerim kapalı
Yanımdasın hala sevgilim

Gözlerim kapalı
Yanımda gibisin sevgilim

Aşk her şeye değer
Seninle anladım
Bin yıl geçse de sürer
İçimde rüzgarın

Aşk her şeye değer
Seni Seviyorum
Sevmek suçsa eğer
Kabul ediyorum...

Aslı Güngör

Aşk tesadüfleri sever




Aşk tesadüfleri sever
Kader ayrılıkları
Yıllar geçmeyi sever
İnsan aramayı

Güller açmayı sever
Zaman soldurmayı
Eller birleşmeyi sever
Yollar ayrılmayı
Hayat tekrarları sever
Yeniden başlamayı

Kuşlar dalları sever
Kanatlarsa uçmayı

Herkes geçmişi öder
Bir yol ayırımında

Başlamak istersen yeni bir hayata
Gölgeni yedek bırak ardında

Murathan Mungan

13 Mart 2010 Cumartesi

Dürüstlük




Bir zamanlar giderek yaşlanan ve arkasında bir veliaht bırakması gerektiğini anlayan Çinli bir hükümdar vardı. Vezirlerinden veya çocuklarından birisini veliaht seçmek yerine, farklı birşey yapmaya karar verdi bu hükümdar.

Ülkesindeki bütün gençleri huzuruna çağırdı ve onlara şöyle seslendi:

"Artık tahttan çekilmemin ve yerime yeni bir hükümdar seçmemin vakti geldi. Hükümdar olarak içinizden birisini seçeceğim." Gençler bu sözleri şaşkınlıkla dinliyorlardı. Hükümdar devam etti:

"Bugün herbirinize bir tohum vereceğim. Tek bir tohum. Ama bu çok özel bir tohum. Hepinizin evlerinize dönüp o tohumu ekmenizi, sulamanızı ve bir yıl sonra tohumdan çıkan bitkiyle geri gelmenizi istiyorum. O zaman bana getireceğiniz bitkiler hakkında hüküm verip benden sonra tahta geçecek hükümdarı seçeceğim."

Saraya çağrılanların arasında Ling isminde bir genç vardı, ve herkes gibi ona da bir tohum verildi. Ling, eve dönüp başından geçenleri heyecanla annesine anlattı. Annesi ona bir saksı ve biraz da toprak verdi. Ling, tohumu itinayla ekti, onu güneş ışığı görebileceği bir pencere kenarına koydu. Her gün saksıya su vererek bitkinin tohumun açıp açmadığını kontrol etti.

Üç hafta kadar sonra, Ling'in mahallesindeki gençlerden bazıları tohumlarının nasıl açtığını, bitkilerin nasıl büyümeye başladığını anlatmaya başladı. Ling bu sözleri duyduktan sonra her defasında eve gidip kendi tohumunu kontrol ediyordu. Gelgelelim, saksının içinde büyüyen hiçbir şey görünmüyordu. Haftalar birbirini kovaladı, ama değişen hiçbir şey olmadı.

Bu arada, Ling'in arkadaşları ballandıra ballandıra saksılarmdaki çiçeklerden bahsediyordu hep. Ling'in ağzını ise bıçak açmıyordu, çünkü hakkında konuşacağı bir çiçeği yoktu. Elinde toprak dolu bir saksı vardı o kadar. Ve artık başarısız olduğuna inanmaya başlamıştı.

Aradan altı ay geçti. Ling'in saksısında çiçekten eser yoktu hâlâ. Tohumunu çürüttüğüne kanaat getirmişti Ling. Başka herkesin kocaman çiçekleri, ya da ağaç fidanları olmuştu, ama onun koca bir saksısı, o kadar!

Nihayet bir yıl tamamlandı ve ülkenin gençleri yetiştirdikleri bitkileri karar vermesi için hükümdarın huzuruna getirdiler. Ling, annesine boş bir saksıyı hükümdara götüremeyeceğini söylediyse de, annesi saksıyı götürmesini ve dürüst davranmasını öğütledi. Ling'in sıkıntıdan karnı bile ağrıdı, ama annesinin haklı olduğunu bildiğinden sözünü tuttu. Böylece, o da boş saksıyı saraya götürdü.

Saraya ulaştığında diğer gençlerin getirdiği çeşit çeşit bitkiler karşısında hayrete düştü. Hepsi de güzel renklerde, güzel biçimlerdeydi ve nefis kokular yayıyorlardı. Birbirlerine çiçeklerini nasıl böyle güzel yetiştirdiklerini ciddi ciddi anlatan diğer gençler, Ling'in elindeki boş saksıyı görünce kahkahalarla güldüler. Birkaçı da onun durumuna üzüldü ve omzuna dokunup "Boş ver, elinden geleni yapmışsın!" dediler.

Hükümdar gençlerin yanına geldi ve bitkileri inceledi. Bu sırada, Ling arkalara kaçıp gizlenmeye çalışıyordu. "Ne kadar da büyük ağaçlar ve çiçekler yetiştirmişsiniz öyle!" dedi hükümdar. "Bugün içinizden birisi yeni hükümdar olarak tayin edilecek."

Birden, imparator elinde boş saksıyı tutan Ling'i gördü. Hemen, muhafızlarına onu yanına getirmelerini emretti. Ling korkudan titremeye başladı. "Hükümdar başaramadığımı gördü, herhalde beni öldürtecek!" diye düşünüyordu.

İmparator, yanına getirilen Ling'in ismini sordu, o da cevapladı. Diğer gençlerin hepsi gülmeye ve kendi aralarında Ling'le alay etmeye başladılar. Hükümdar bir el hareketiyle hepsini susturdu. Ling'i yanına aldı, sonra da kalabalığa ilan etti: "Yeni imparatorunuzu selamlayın! Adı Ling!" Ling kulaklarına inanamadı. Tohumundan tek bir filiz bile çıkmamışken nasıl imparator olabilirdi ki?

Hükümdar konuşmasına devam etti: "Bir yıl önce herbirinize bir tohum verdim, onu ekip sulamanızı istedim ve bir yıl sonra da bana getirmenizi istedim. Ama sizlere verdiğim tohumların hepsi kaynatılmıştı ve dolayısıyla da filiz açmaları mümkün değildi. Ling hariç hepiniz bana çeşit çeşit ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdiniz. Tohumunuzun büyümediğini görünce, size verdiğim tohumun yerine başka bir tohum ektiniz. İçinizden sadece Ling, kendisine verdiğim tohumun olduğu saksıyı bana getirme cesaretini ve dürüstlüğünü gösterebildi. Bu yüzden, yeni imparatorunuz o olacak."

Bir Kadın Hayattır Aslında




Bir kadın çocuktur aslında..
Çocuk gibi davranmayı sever.
Erkeğin kendisine bir çocuğa gösterdiği şefkati göstermesini de ister.
Bir çocuğu okşar gibi incitmekten korkarak okşamalıdır erkek kadını.
Ama her kadın çocukça da olsa dinlenilmesini, dikkate alınmasını ister.
Yani bir kadının çocukluk yapmasına izin vereceksiniz,
ama asla onu bir çocuk olarak görmeyeceksiniz.

Bir kadın güçlüdür aslında .
Hatta erkeklerden çok daha güçlüdür.
Ama bu gücünü her zaman ortaya koymasını sevmez.
İster ki erkeğin gücü kendisine huzur versin.
Kendi kendine yapabileceği şeyleri bile erkeğin yapmasını bekler.
Böylece hem daha kadın olduğunu hissedecektir hem de
erkeğinin ne kadar güçlü olduğunu görecektir.
Ancak kadın gücünü göstermek istediğinde onu engelleyemezsiniz.
Yapmak istediği bir şey varsa mutlaka yapar.

Bir kadın sevgilidir aslında.
İçinde her zaman sevgiyi taşır.
Sevdiklerinden kolay kolay ayrılamaz. Sevdiklerini kolay kolay kıramaz.
Zor sever ama tam sever.
Bir kadının tam anlamıyla sevebilmesi için
yüreğinin kabul ettiğini beyninin de kabul etmesi gerekir.
Ve sevmezse de onu asla sevmeye zorlayamazsınız.
Belki kolayca yüreğine girebilirsiniz.
Ancak beyninde yer etmemişseniz her an terk edilebilirsiniz.
Sevmediği halde terk etmeyen kadınlar da var elbette.
Bunun nedeni ise engelleyemedikleri "acımak" duygusudur.

Bir kadın yalnızdır aslında.
Hiçbir zaman kadını bütünüyle elde edemezsiniz.
Kendisine ait bir dünyası vardır ve orada hep yalnızdır.
O dünyaya kimsenin girmesine izin vermez.
Hiçbir anahtar o dünyanın kapısını açamaz.
Yalnızlık onun sığınağıdır.
O sığınağa ne zaman gireceğine, ne kadar kalacağına hep kendisi karar verir.
Sığınaktayken oradan çıkmaya zorlarsanız onu sonsuza dek kaybedebilirsiniz.

Bir kadın bilgindir aslında.
Neler yapabileceğini erkek akli hayal bile edemez.
Yaratıcılığının sınırı yoktur.
Ama bunu ortaya çıkartmak için hayatının erkeğini bekler.
Hoyratça harcamaz yaratıcılığını sadece erkeğine saklar.
Bir kadının gerçek erkeği olmayı başarabilmişseniz çok şanslısınız demektir.
Çünkü yaşamınız asla sıradan olmayacaktır.

Bir kadın hayattır aslında.
Çünkü hayatın içinde olan her şey ancak kadınlar olduğunda anlam kazanıyor.
Yemek yemek, su içmek bile.
Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı
doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor musunuz?

Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız, ne yazık ki yasamıyorsunuz.

CAN DÜNDAR

SENDE KALMIŞ




Bilmiyorum nerdeyim, ne haldeyim, ben kimim
Ayrılırken kimliğim, adresim sende kalmış.
Tebessümü yüzüme çok görüyor matemim
Güldüğümü gösteren tek resim sende kalmış.

Akların kaybolduğu, rengin ahenk bulduğu
Toprağın kadehine ab-ı hayat dolduğu
Bir gül için, bülbülün saçlarını yolduğu
Aşkın harman olduğu o mevsim, sende kalmış.

Nerede o çocuksu, o şımarık hallerim,
Saçlarına hasreti tanımayan hallerim,
Rengarenk rüyalarım, toz pembe hayallerim
Tekmil neşem, sevincim, hevesim, sende kalmış.

Ayıplama, kınama, kahveye gidiyorsam,
Avunabilmek için bir tavla atıyorsam,
Garson çay uzatırken ben aklımda diyorsam,
Sende kalmış demektir, ladesim sende kalmış.

Dostlar da muhabbeti kestiler, lüzum da yok.
Zaten senden ziyade sohbetim, sözüm de yok.
Sen dönmeden kimseye bakacak yüzüm de yok.
Aynalarda kendimi göresim sende kalmış.

Sende kalmış umudum, saadet çağım sende,
Sende kalmış huzurum, tüten ocağım sende,
Sende hayat kaynağım, duygu membağım sende,
Can diyorum sana, can kafesim sende kalmış.

Allah' ım düşmanımı düşürmesin bu zaafa,
Sanki her noksanımı mecburum itirafa,
Hangi şarkıya girsem, notalar do re mi fa
Sol diyorum sana sol, la sesim sende kalmış.

Gel Tanrı'ya borcunu teslim etsin bu yürek,
Tez gel ki enkazımı kapatsın kazma kürek,
Kelime-i Şehadet getirmem için gerek,
Son diyorum sana, son nefesim sende kalmış.

Cemal Safi

12 Mart 2010 Cuma

Deniz Yıldızı




Bir zamanlar yazılarını yazmak üzere Okyanus sahiline giden aydın bir adam varmış. Çalışmaya başlamadan önce sahilde bir yürüyüş yaparmış. Bir gün sahilde yürürken plaja doğru baktığında danseder gibi hareketler yapan bir insan silüeti görmüş. Başlayan güne danseden biri olabileceğini düşünerek gülümsemiş ve ona yetişebilmek için adımlarını hızlandırmış. Yaklaştıkça bunun bir genç adam olduğunu ve dansetmediğini görmüş. Birkaç adım koşuyor, yerden bir şey alıyor ve Okyanusa fırlatıyormuş. Biraz daha yaklaşınca seslenmiş;
-Günaydın ne yapıyorsun böyle?
Genç adam durmuş, başını kaldırmış ve cevap vermiş:
-Okyanusa deniz yıldızı atıyorum.
-“Sanırım şöyle sormalıydım” demiş Bilge adam
-“Neden okyanusa deniz yıldızı atıyorsun?”
-Güneş çoktan yükseldi ve sular çekiliyor. Eğer onları suya atmazsam ölecekler.
-Ama delikanlı görmüyor musun ki kilometrelerce sahil var ve baştan aşağı deniz yıldızlarıyla dolu. Hiçbir şey farketmez.
Genç adam kibarca dinlemiş, eğilerek yerden bir deniz yıldızı daha almış ve dalgalanan denize doğru fırlatmış.
-Bunun için farketti!
Bu cevap bilgeyi şaşırtmış, ne söyleyeceğini bilememiş. Geriye dönmüş, yazısının başına geçmek üzere kulübesine gitmiş. Gün boyunca birşeyler yazmaya çalışırken genç adamın görüntüsü önünden gitmemiş. Aklından çıkarmaya çalışmış, bir türlü olmamış. Nihayet akşama doğru farketmiş ki, o koca bilim adamı, o büyük şair, bu gencin davranışının özünü kavrayamamış. Çünkü bu gencin aslında yaptığının evrende bir gözlemci olmayı ve bir fark yaratmayı seçmek olduğunu anlamış. Utanmış. O gece sıkıntı içerisinde yatmış. Sabah olduğunda bir şey yapması gerektiğini düşünerek uyanmış. Yataktan kalkmış giyinmiş, sahile inmiş ve o genci bulmuş. Ve bütün sabahı onunla Okyanusa deniz yıldızı atarak geçirmiş.
“Hepimize bir fark oluşturma yeteneği bahşedilmiştir. Eğer biz o genç adam gibi, bu yeteneğimizin farkına varabilirsek, görüş (vizyon) gücümüz sayesinde geleceği şekillendirme kudretini elde edebiliriz.
Hepimiz kendi yıldızımızı bulmalıyız. Eğer yıldızımızı akıllıca ve iyi fırlatabilirsek, dünya hiç kuşkusuz harika bir yer olacaktır.”

11 Mart 2010 Perşembe

Yalnızlığa Dayanırım Da,




Yalnızlığa dayanırım da, bir başınalığa asla,
Yaşlanmak hoş değil, duvarlara baka baka.
Bir dost göz arayışıyla,
Saat tıkırtısıyla...
Korkmam geçinip gideriz biz mutlulukla,
Ama;
''Günün aydın, akşamın iyi olsun'' diyen biri olmalı.
Bir telefon çalmalı ara sıra da olsa kulağımda.

Yoksa zor değil, hiç zor değil,
Demli çayı bardakta karıştırıp,
Bir başına yudumlamak doyasıya.
Ama ''Çaya kaç şeker alırsın?''
Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra...

CAN YÜCEL
(Bu Şiiri bir Dostum gönderdi. Çok beğendim. Umarım sizler de beğenirsiniz.Teşekkürler Dostum)

Beni güzel hatırla,




Beni güzel hatırla!
Bunlar son satırlar...
Farzet ki, bir rüzgârdım, esip geçtim hayatından
ya da bir yağmur sel oldum sokağında
sonra toprak çekti suyu...
Kaybolup gittim, belki de bir rüya idim senin için.
Uyandın ve ben bittim...

Beni güzel hatırla!
Çünkü; sevdim seni ben, herşeyini...
Sana sırdaş oldum, dost oldum,
koynumda ağladın.
Yüzüne vurmadım hiçbir eksikliğini,
beni üzdün, kınamadım.
Alışıktım vefasızlığa, el oldun aldırmadım...

Beni güzel hatırla!
Sayfalarca mektup bıraktım sana.
Şiirler yazdım her gece, çoğunu okutmadım.
Sakladım günahını, sevabını içimde
sessizce gittim...
Senden öncekiler gibi sen de anlamadın.

Beni güzel hatırla!
Sana unutulmaz geceler bıraktım
sana en yorgun sabahlar...
Gülüşümü, gözlerimi, sonra sesimi bıraktım.
En güzel şiirleri okudum gözlerine baka baka,
söylenmemiş "Merhaba"lar sakladım her köşeye
vedalar bıraktım duraklarda.
Ne ararsan bir sevdanın içinde
fazlasıyla bıraktım ardımda.

Beni güzel hatırla!
Dizlerimde uyuduğunu düşün,
saçını okşadığımı, üşüyen ellerini ısıttığımı,
mutlu olduğun anları getir gözünün önüne.
Alnından öptüğüm dakikaları...
Birazdan kapını çalan kişi olabileceğimi düşün
şaşırtmayı severim biliyorsun.
Bu da sana son sürprizim olsun.
Şimdi, seninle yaşanan günleri ateşe veriyorum
beni güzel hatırla.
Gidiyorum...

10 Mart 2010 Çarşamba

Sen benden gittin gideli




Öyle ağırım ki kendime
Sen benden gittin gideli
Tenim küs olmuş tenime
Sen benden gittin gideli

Öyle bıkmışım ki kendimden
Kurudum düştüm dalımdan
Sanki ruhum çıktı canımdan
Sen benden gittin gideli

Bir cefam var idi bin oldu
Aktı gözüm yaşı sel oldu
Yaz baharım döndü kış oldu
Sen benden gittin gideli

Edip Akbayram

Yeşim Taşı




Genç bir adam, değerli taşlara ilgi duyarmış ve mücevher ustası olmaya karar vermiş. Bu mesleği yapacaksam, iyi bir mücevher ustası olmalıyım diye düşünmüş ve ülkedeki en iyi mücevher ustasını aramaya başlamış. Sonunda bulmuş, yanına varmış, bir süre bekledikten sonra usta tarafından kabul edilmiş.

Anlat, dinliyorum demiş usta. Genç adam anlatmaya başlamış; taşlara ilgi duyduğunu ve iyi bir mücevher ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatmış. Yaşlı usta sesini çıkarmadan genç adamı dinlemiş, sözleri bitince de ona bir taş uzatmış, Bu bir yeşim taşıdır dedikten sonra genç adamın avucuna taşı bırakmış ve avucunu kapatmış.Avucunu aynen böyle kapalı tut ve bir yıl boyunca hiç açma. Bir yıl sonra tekrar gel. Haydi şimdi güle güle demiş ve şaşkın genç adamı öylece bırakıp kalkmış, odadan çıkmış.

Genç adam evine dönmüş, kendisini merakla bekleyen annesiyle babasına neler olduğunu anlatmış. Anlattıkça da kendisine çok anlamsız gelen bu hareketi ve soğuk konuşması nedeniyle kızdığı ustaya olan öfkesi artıyormuş. Günler geçmeye başlamış. Genç adam sürekli söyleniyor ama avucunu hiç açmıyormuş. Nasıl böyle budalaca bir şey yapmamı ister. Bir de ülkenin en iyi mücevher ustası olacak. Bu saçmalığa bir yıl boyunca nasıl katlanacağım, böyle bir eziyetle nasıl yaşarım. Bu ne biçim ustalık. Ustalık kaprisi yapacaksa, bari başından yapmasaydı diye devamlı söyleniyor, her önüne gelene ustadan yakınıyor ama avucunu hiç açmıyormuş. Avucu kapalı uyuyor, bütün işlerini diğer eliyle yapıyormuş.Ve bu duruma da giderek alışmaya, diğer elini çok rahat kullanmaya başlamış. Uyurken de yanlışlıkla avucu açılıp taş düşmesin diye hep yarı uyanık uyuyormuş. Böylece bir yıl geçmiş, her günü zorluklarla dolu, her gecesi de yarım uykuyla yaşanmış bir yılı tamamlamış.

Ve o gün gelmiş. Genç adam tam bir yıl sonra, büyük ustanın karşısına çıkmış. Usta bir süre beklettikten sonra yanına gelince, genç adam ne kadar saçma bulursa bulsun, bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın verdiği gururla elini uzatmış, avucunu açmış. İşte taşın demiş, Bir yıl boyunca avucumda taşıdım, şimdi ne yapacağım? Yaşlı usta sakin bir sesle cevap vermiş: Şimdi sana bir başka bir yeşim taşı vereceğim, onu da aynı şekilde bir yıl boyunca avucunda taşıyacaksın. Bu söz üzerine genç adam bütün sükunetini kaybetmiş, bağırıp çağırmaya başlamış. Yaşlı ustayı bunaklıkla, delilikle suçlamış, mücevher ustalığını öğrenmek için gelen genç bir insana böyle eziyet ettiği için, hasta olduğunu bağıra çağıra söylemiş. Genç adam bağırıp çağırırken, yaşlı usta ona hissettirmeden birtaşı avucuna sıkıştırmış. Öfkeden yüzü kıpkırmızı genç adam, bir yandan bağırıp çağırırken avucundaki taşı hissetmiş. Durmuş, taşı biraz daha sıkmış ve heyecanla konuşmuş:BU TAŞ, YEŞİM TAŞI DEĞİL USTA!

31 Mart 2010 Çarşamba

30 Mart 2010 Salı

Sözün Bittiği Yer-Film




Film sever misiniz? Peki duygusal film sever misiniz? Herhangi bir filmde ağladığınız ya da gözlerinizin dolduğu oldu mu? Ben hiç ağlamam diyenlerdenseniz ya da beni çok ağlatan bir film var zaten ondan daha güzeli olamaz diyenlerdenseniz bu filmi izleyin derim. Ne yapın edin bulun ve izleyin. Mükemmel bir film.

Keyfi kaçmasın diye konusu hakkında tek kelime yazmadım. Umarım beğenirsiniz.

Aile - Family






92 yasında, ufak tefek, kendinden emin ve gururlu, her sabah sekizde giyinip kuşanan ve her ne kadar kör bile olsa saçlarını kıvırıp makyajını mükemmelce yapan yaslı hanım bugün bir huzur evine tasındı. 70 yasındaki kocası ise geçenlerde gereken hamleyi yapıp Allah'ın rahmetine kavuşmuştu.Huzur evinin kapısında sabırla beklenen bir kaç saatin ardından, odasının hazır olduğu söylendiğinde tatlı tatlı gülümsedi. Yürütecini asansöre yönlendirdiği sırada, kendisine odasını anlatmaya başladım penceresinde asılı perdelerden de söz ettim. Ben anlatırken ,az önce kendisine köpek yavrusu verilmiş 8 yaşındaki küçük bir kızın heyecanıyla o perdeleri pek severim, dedi.Mrs. Jones henüz odayı görmediniz, biraz bekleyin demiştim ki; Bunun onunla bir ilgisi yok, dedi. mutluluk zamandan önce karar verdiğiniz bir şeydir. Benim odadan hoşlanıp hoşlanmamam mobilyaların nasıl düzenlenmiş olduğuyla değil, benim onları zihnimde nasıl düzenlediğimle ilgilidir. Ben onları sevmeye karar vermiştim zaten Bu benim her sabah uyandığımda verdiğim bir karardır. Bir seçme hakkim var: Ya bütün günümü artık çalışmayan vücut parçalarımın bana verdiği sıkıntıyı düşünerek geçiririm ya da yataktan çıkıp hala çalışanlar için şükrederim. Gözlerim açık olduğu sürece her yeni gün bir hediyedir. Yeni güne ve hayatimin sadece bu döneminde, biriktirdiğim mutlu anılara konsantre olacağım.Yaşlılık banka hesabi gibidir. Ne yatırdıysan onu çekersin hesabından. Bu nedenle benim tavsiyem, hatıraların banka hesabına dolu dolu mutluluk yatırman olacaktır. Anı bankamı doldurmaktaki katkın için sana teşekkür ederim. Hala oradan mutluluk çekiyorum. Mutlu olmak için su beş basit kuralı hatırla:

1. Kalbini nefretten arındır
2. Zihnini endişelerden arındır
3. Basit yasa
4. Çok ver
5. Daha az bekle

Aile
Bilmem farkında mısın, eğer yarin ölecek olsak çalıştığımız şirket daha birkaç gün bile olmadan yerimizi dolduruverir. Oysaki ardımızda bıraktığımız ailemiz bizim kaybımızı ömürlerinin sonuna dek hissedecektir. Gel gelelim ki, ailemizden daha çok isimize veririz kendimizi, pek de akıllıca bir yatırım değil, ne dersin?

FAMILY ne demektir biliyor musun?
FAMILY= (F)ather (A)nd (M)other (I) (L)ove (Y)ou

29 Mart 2010 Pazartesi

Sevgi Ağacı




Yeni evli bir çift vardı. Evliliklerinin daha ilk
aylarında, evliliğin hiç de hayal ettikleri
gibi olmadığını anlamışlardı.
Aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi.
Son zamanlarda o kadar sık olmasa da,
evlenmeden önce sık sık birbirlerini çok
sevdiklerine dair ne kadar da dil dökmüşlerdi.
Ama şimdilerde, küçük bir söz, ufak bir
hadise aralarında orta çaplı bir
kavganın çıkmasına yetiyordu.

Bir akşam oturup, ilişkilerini gözden
geçirmeye karar verdiler Her ikisi de,
boşanmayı istememekle beraber, işlerin böyle
gitmeyeceğinin farkındaydılar.

Erkek, "Aklıma bir fikir geldi"dedi.
"Bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer bu ağaç
üç ay içinde kurursa boşanalım. Kurumaz da
büyürse ayrılmayı bir daha aklımızdan
geçirmeyelim. Bu süre içinde de ayrı ayrı
odalarda kalalım."

Bu ilginç fikir eşinin da hoşuna gitti.
Erkesi gün gidip bir meyve fidanı aldılar
ve birlikte bahçeye diktiler.

Aradan bir ay geçti. Bir gece bahçede karşılaştılar.
Her ikisinin de elinde içi su dolu birer bidon vardı.

Unutamadım





Dün yine yapayalnız dolaştım yollarda

Yağmurlarda ıslanan bomboş sokaklarda

Gözlerimde yaş kalbimde sızı unutmadım seni

Unutamadım unutamadım ne olur anla beni


Unutmak kolay demiştin alışırsın demiştin

Öyleyse sen unut beni yeter ki benden isteme

Gözlerimde yaş kalbimde sızı unutmadım seni

Unutamadım unutamadım ne olur anla beni

Yıllar ikimizden de çok şeyler götürmüş

Sen yeni yuva kurarken beni paramparça bölmüş

Gözlerimde yaş kalbimde sızı unutmadım seni

Unutamadım unutamadım ne olur anla beni

Unutmak kolay demiştin alışırsın demiştin

Öyleyse sen unut beni yeter ki benden isteme

Gözlerimde yaş kalbimde sızı unutmadım seni

Unutamadım unutamadım ne olur anla beni......


Barış Manço

27 Mart 2010 Cumartesi

KIRMIZI GÜL




Adam karısını kaybettikten sonra hayata küstü... Kimseyi görmek istemiyordu...Sadece her sabah bir kırmızı gül alıp eşinin mezarına götürüyordu... Zamanla, orta yaşta olmasına rağmen kendini çok ihtiyarlamış hissetmeye başladı... ayakları tutmaz oldu...yürüyemiyordu... pencerenin önündeki koltuğunda geçiyordu günleri... bir süre sonra iyice yatağa düştü...
Bir sabah kapı tıkladı...çocukları kapının önünde buldukları kırmızı gülü adama getirdiler... üzerinde bir not:....’Seni seviyorum!’... ve anımsadığı bir kadın parfümü...ertesi gün...sonraki gün... daha sonraki gün...bu böyle devam etti her sabah...
Adam giderek iyi hissetmeye başladı kendini...yürüyebiliyordu artık... daha genç ve daha dinç hissediyordu...kadın olduğundan emin olduğu, hiç görmediği, bu gülün sahibine aşık olmuştu zamanla...onun kim olduğunu öğrenmeye karar verdi...
Her sabah erkenden pencerede bekliyor fakat bir türlü göremiyordu... bahçe kapısından uzanan bir el, gülü kapıya doğru atıp kaçıyordu... ertesi gün bahçedeki bir ağacın altına saklandı... kapişonlu bir kadın yine bahçe kapısından içeriye bir gül atıp kaçmaya başladı... Adam peşinden koşup yakaladı kadını...bu, bir zamanlar her sabah bir gül aldığı dükkanın sahibesiydi...
-- Siz! dedi adam... Neden?
Kadın gözleri yaşararak:
-- Siz, dedi... Bir zamanlar her sabah dükkanıma geliyordunuz... hayat dolu merhabanızla, sevgi dolu gözlerinizle, yüreğinizden dökülen sıcacık, yumuşacık kelimelerle yüreğimi ısıttınız... beni hayata bağladınız...ve size aşık oldum... ama bir gün artık gelmez oldunuz... kötü durumda olduğunuzu hissettim... güllerimle ve yüreğimden kopan sözcüklerimle sizin de yüreğinizi ısıtmak istedim.................................’Seni seviyorum!’......

Şengül CENNET

Bir «vâv» Çiziver





Hâfız Osman, Beşiktaş’tan Üsküdar’a geçmek için bir yolcu kayığına binmişti. Sâhile yaklaşıldığında kayıkçı, ücretleri toplamaya başladığında Hâfız Osman, üzerinde hiç parası olmadığını farketti. Mahcûbiyet içerisinde kayıkçıya:

“–Efendi! Yeni farkettim; nasıl olmuşsa yanıma para almamışım! Sana para yerine bir «vâv» yazıversem olmaz mı?” dedi.

Hâfız Osman’ı tanımayan kayıkçının canı sıkıldı:

“–A mübârek! Mâdem paran yoktu, niye kayığa bindin? Bir «vâv» harfinden ne çıkar? Ne yapayım ben «vâv»ı?” dedi.

Hâfız Osman da:

“–Satarsın! Başka türlü ücretini şu an vermem mümkün değil!” dedi.

Bunun üzerine kayıkçı, yapılan teklîfi çaresiz bir şekilde kabul etti. Hâfız Osman da, oracıkta bir «vâv» yazıp kendisine veriverdi.

Günün birinde yolu Bedesten’e uğrayan kayıkçı, gördü ki birkısım hat yazıları satılmaktadır. Hemen cebindeki Hâfız Osman’ın vavını hatırladı. Çıkarıp orada tellâllık yapan adama gösterdi. Adamın:

“Hâfız Osman vâvı!” diye haykırmasıyla bir anda etrafı kalabalıklaştı ve bu harf, kayıkçının hiç ummadığı yüklü bir fiyata satıldı. Halbuki kocaman hat istifleri bile bu kadar etmezdi.

Daha sonra birgün Hâfız Osman, yine Üsküdar’a geçerken bu şahsın kayığına binmişti. Onu karşısında gören kayıkçı, daha Hâfız Osman parasını uzatmadan:

“–Hoca Efendi! Sen para yerine bana yine bir vâv yazıver!” dedi.

Hâfız Osman da tebessümle:

“–Efendi! O vâv her zaman yazılmaz. Sen paranı buyur!” dedi ve ücretini takdîm etti.

26 Mart 2010 Cuma

Aşığınım




Seninle olamazdık biliyordum
Bile bile yine seni seviyordum
Yollarımız bir değildi biliyordum
Şimdi neden neden canım bu özlem

Aşığınım yanında olamasam da
Aşığınım sana dokunamasam da
Geri dönüş olmasa da,
Sonsuza dek aşığınım

Seni görmek bana acı veriyordu
Görmemekse ölüm gibi geliyordu
Ne seninle ne de sensiz olmuyordu
Şimdi neden neden canım bu özlem

Aşığınım yanında olamasam da
Aşığınım sana dokunamasam da
Geri dönüş olmasa da,
Sonsuza dek aşığınım..

Fedon

Mavi Kurdele




New York'ta yasayan bir öğretmen, Lise son sınıfındaki öğrencilerinin "diğer insanlardan farklı özelliklerini" vurgulayarak onurlandırmaya karar vermiştir. California Del Mar'dan Helice Bridges tarafından geliştirilmiş süreci kullanarak, her bir öğrencisini teker teker tahtaya kaldırdı.İlk önce öğrencilere sınıf ve kendisi için ne kadar özel olduklarını belirtti. Sonra her birine üzerinde altın harflerle "Siz çok önemlisiniz" yazılı birer mavi kurdele verdi. Daha sonra kabul görmenin toplum üzerinde ne gibi etkileri olacağını anlayabilmek amacıyla sınıfına bir proje yaptırmaya karar verdi. Her bir öğrencisine üçer tane daha kurdele verip, onlardan bu töreni gerçek dünyada devam ettirmelerini istedi. Öğrenciler, daha sonra sonuçları takip edecek, kimin kimi onurlandırdığını tespit edecek ve bir hafta boyunca sınıfa bilgi vereceklerdi.

Çocuklardan biri, gelecekteki kariyer çalışmaları için kendisine yardımcı olan yakınlarındaki bir şirketin üst düzey görevlisini onurlandırmış, adamın yakasına mavi kurdeleyi iliştirmişti. Ardından, iki tane daha kurdele vermiş ve; Sınıfça bu konuda bir projemiz var. Sizden onurlandırmanız için birini bulmanızı istiyoruz. Onurlandırdığınız insanlara ekstra kurdele de verin. Böylece onlarda bu projenin devam etmesi için başkalarını bulabilirler. Daha sonra, lütfen bana ne olduğu konusunda bilgi verin" diye rica etti.

O gün üst yönetici, suratsız biri olarak bilinen patronunun yanına gitmeye karar verdi. Patronun odasına girdi ve onun"iş dünyasında bir deha olduğundan ötürü" onu takdir edip örnek aldığını söyledi. Bu mavi kurdele' yi yakasına takması için izin verip vermeyeceğini sordu? Şaşkına dönen patron;
"Tabi ki" teklinde cevap verdi.

Yönetici de mavi kurdele' yi, patronun tam kalbinin üstüne, ceketine iliştirdi. Ekstra kurdeleyi verirken de;
"Bana bir iyilik yapar misiniz?... Siz de bu kurdeleyi onurlandırmak istediğiniz birine verir misiniz?... Bunu bana veren çocuk, okulda bir proje yaptıklarını söyledi. Bu kabul görme töreninin devam etmesi gerekiyormuş. Böylece "bunun, insanları nasıl etkilediğini belirleyeceklermiş..." Dedi...
O gece patron evine geldiğinde, on dört yaşındaki oğlunun yanına oturdu.
"Bugün inanılmaz bir şey oldu"dedi. "Ofisteydim.Üst düzey yöneticilerimden biri içeri geldi, bana hayran olduğunu söyleyip, "iş dünyasında bu kadar başarılı olduğum için göğsüme bu kurdeleyiiliştirdi... Bir hayal etmeğe çalış... Benim bir dahi olduğumu düşünüyor. "Siz çok önemlisiniz" yazılı bu kurdeleyi tam göğsümün üstüne taktı.Bana ekstra bir kurdele verdi ve onurlandıracak başka birini bulmamı istedi. Arabayla eve gelirken, bu mavi kurdeleyle kimi onurlandırabileceğimi düşündüm ve aklıma sen geldin...

Ben "seni" onurlandırmak istiyorum. Günlerim aşırı yorucu geçiyor. Eve gelince sana pek ilgi gösteremiyorum. Bazen derslerden aldığın notları beğenmeyince veya odanı toparlamayınca sana bağırıp çağırıyorum... Oysa bu gece bir
şekilde buraya oturup, sana benim için ne kadar farklı ve özel olduğunu söylemek istedim. Annen gibi sen de benim hayatımdaki en önemli insansın. Sen mükemmel bir çocuksun. "Seni seviyorum" diye devam etti... Şaşkına dönen çocuk simdi ağlamaya başlamıştı. Bütün vücudu titriyordu... Başını kaldırdı, gözleri yaş içinde olarak babasına baktı, ve:

"Yarın intihar edecektim" baba, dedi...
"Baba, ben senin...çünkü ben senin... beni hiç sevmediğini... beni hiç önemsemediğini düşünüyordum... Ama artık her şey çok farklı. Sen baba, şu an... oğlunun hayatini kurtardın!...

25 Mart 2010 Perşembe

Bu Şiir Sanadır (Zalim)




Bu şiir sanadır iyi dinle…
Dinle ki,
Bana dair ne varsa
Ve ne varsa yalan yanlış yaşadığımız
Herşey ama herşey yüzleşecek bu mısralarda…

Bugün haber aldım senden
Defalarca çarpıp nefretin kapılarını
Sokaklara vurdum kendimi.
Serseri kaldırımlar ayağıma dolaştı,
Yalanlarla soğuttum yüreğimi
Kahrettim, kan kustum ama hep sustum

Bilir misin kaç kereler seni düşünüp de,
Gizli gizli ağladım,
Sen ki celladı olmuştun hayallerimin
Umutlarımın katili…
Ve genç bir ömrün acımasız azraili
Her gece çalıp rüyalarımın kapısını
Beni dirhem dirhem öldürdün

Dünyayı dar edecektim sana
Önümde diz çöküp yalvaracaktın
Bensizliğin acısı oturduğunda içine
Yokluğum ilmek olup dolandığında boynuna
İpini çekecektim, olmadı yapamadım.

Bilir misin kaç kereler seni düşünüp de, sana içtim
Şerefine değil, şerefsizliğine…
Ben seni mi sevmiştim?
Sabahlara kadar ağlayıp kuruttuğumda göz yaşlarımı
Kimse sormadı halimi, kimse acımadı.
Şarkılarla dertleştim birbaşıma…
Unuttum deyip kutladığımda sensizliği
Silmek için gözyaşlarımı aynaya her baktığımda
Gözlerimde seni buldum.
Başucuma resmini koydum,
Nasıl da acımasızdı bakışların
Nasıl da zalim,
Ben seni mi sevmiştim?

Kırık dökük bir bahar mı kalacaktı senden geriye
Ve ihanetin hiç dinmeyen sancısı…
Seni benden çalacaklar mıydı?
Bir kuş gibi uçup gidecek miydin yüreğimden,
Bir daha dönmeyecek miydin?
Hangi kahpe kurşunla bitti bu mavi sevda?
Ağlamak neyi değiştirir ki
Herşey bitti artık herşey bitti
Sen hayallerimin celladı,
Umutlarımın katili ve zavallı bir ömrün acımasız azraili,
Beynimdeki tek kurşunla vurdum kendimi,
Gelip alabilirsin emanetini…

Şebnem Kısaparmak

Hangi Ayrılık




Hangi sevgili var ki, senin kadar duyarsız ve kalpsiz?
Ve hangi sevgili var ki, benim kadar çaresiz?

Hangi ayrılık var ki, böyle kanasın ve böyle acısın?
Ve hangi taş yürek var ki, benim kadar ağlasın?

Hangi gün karar verdin, küt diye çekip gitmeye?
Hangi lafım dokundu sana, böyle inceden inceye?
Hangi otobüs söyle, hangi uçak, hangi tren?
Seni benden götüren, beni bir kuş gibi öttüren.
Hangi kırılası eller dolanır, kırılası beline?
Hangi rüzgar şarkı söyler, o ay tanrıçası teninde?
Hangi çirkin gerçek uğruna, tükettin güzel ütopyamızı?
Hangi boşboğazlara deşifre ettin, en mahrem sırlarımızı?
Hangi cama kafa atsam?
Hangi kapıyı omuzlayıp kırsam?
Hangi meyhanede dellenip, hangi masaları dağıtsam?

Bende bu sersem başımı, karakolun duvarına vursam.
Kendimi caddeye atıp, arabaların altına savursam.
Hangi tercih beni en hızlı şekilde öldürür?
Hangi şekil öldürmez de, ömür boyu süründürür?
Kayıp ilanı mı versem, şehir şehir dolanmak yerine?
Ödül mü koysam, ölü veya diri seni bulup getirene?
Hangi ayrılık var ki, böyle diş ağrısı gibi durmadan
zonklasın?
Hangi cam kesiği var ki, böyle musluk gibi içime damlasın?
Hiç sanmam! ...
Hasta kalbim bunu bir süre daha kaldıramaz! .
Feriştah olsa, böyle eli kolu bağlı bekleyip duramaz.
Hangi mübarek dua,
Hangi evliya tesir eder, seni döndürmeye?
Hangi aptal mazeret ikna eder, ateşimi söndürmeye?
Olur mu be! . olur mu?
Bu da benim gibi adama yapılır mı?
Aşk dediğin mendil mi?
Buruşturup bir kenara atılır mı?
VEFA bu kadar basit mi? Alınır mı? Satılır mı?

Hangi hırsız çaldı, seni yırtık cebimden?
Hangi pense kopardı bizi birbirimizden?
Hangi uğursuz hamal taşıdı valizini?
Hangi çöpçü süpürdü yerden bütün izini?
Hangi yaldızlı otel çarşaf serip barındırdı?
Hangi süslü manzara seni kolayca kandırdı?
Hangi şarlatan imaj böyle çabuk ilgini çekti?
Hangi pembe vaadler o saf kalbini cezbetti?

Dağ gibi adamı eze eze! .....
Hangi anası tipli parlak çömeze,
Hangi alemlerde kahkahanı ettin meze?
Hangi yamyamlara yedirdin o masum rüyamızı?
Hangi mahluklar çiğnedi el değmemiş sevdamızı?
Hangi bıçak keser şimdi benim biriken hıncımı?
Hangi mermi dağıtır insanlara olan inancımı?
Hangi bekçi, hangi polis artık zapteder beni?
Ve! .. Hangi su bağışlatır?
Hangi musalla temizler seni?

Yusuf Hayaloğlu

24 Mart 2010 Çarşamba

ACELE KARAR VERMEYİN




Köyün birinde yaşlı bir adam varmış.çok fakirmiş ama kral bile onu kıskanırmış...öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki,kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış..''Bu at,bir at değil benim için:bir dost,insan dostunu satar mı''
dermiş hep.Bir sabah kalkmışlar ki,at yok.Köylü ihtiyarın başına toplanmış:
''Seni ihtiyar bunak,bu atı sana bırakmayacakları,çalacakları belliydi.Krala satsaydın,ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.Şimdi ne paran var, ne de atın'' demişler....
İhtiyar:''Karar vermek için acele etmeyin" demiş."sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu.Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.Atımın kaybolması,bir talihsizlik mi,yoksa bir şans mı?. Bunu henüz bilmiyoruz. çünkü bu olay henüz bir başlangıç.Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez. ''köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.Aradan 15 gün geçmeden at,bir gece ansızın dönmüş...Meğer çalınmamış,dağlara gitmiş kendi kendine .Dönerken de ,vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler.''babalık'' demişler,sen haklı çıktın atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için,şimdi bir at sürün var....'' Karar vermek için gene acele ediyorsunuz '' demiş ihtiyar.''sadece atın geri döndüğünü söyleyin.Bilinen gerçek sadece bu.Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz.Bu daha başlangıç.Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz.? Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden ''bu herif sahiden gerzek '' diye geçirmişler...
Bir hafta geçmeden,vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış.Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.Köylüler gene gelmişler ihtiyara.''bir kez daha haklı çıktın '' demişler.'' bu atlar yüzünden tek oğlun,bacağını uzun süre kullanamayacak.oysa sana bakacak başkası da yok.şimdi eskisinden daha fakir,daha zavallı olacaksın'' demişler. İhtiyar ''siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz'' diye cevap vermiş.''O kadar acele etmeyin.Oğlum bacağını kırdı gerçek bu.Ötesi sizin verdiğiniz karar.Ama acaba ne kadar doğru.Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.''
Birkaç hafta sonra ülkelerine,düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış.Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış.Köye gelen görevliler,ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar.Köyü matem sarmış.Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş,giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.Köylüler ,gene ihtiyara gelmişler.....'' gene haklı olduğun kanıtlandı'' demişler.''oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında .oysa bizimkiler,belki asla köye dönemeyecekler.Oğlunun bacağının kırılması talihsizlik değil,şansmış meğer'' ..... ''siz erken karar vermeye devam edin '' demiş ihtiyar.''oysa ne olacağını kimseler bilemez.Bilinen bir tek gerçek var.Benim oğlum yanımda, sizinkiler,sizinkiler askerde.....Ama bunların hangisinin talih hangisinin şanssızlık olduğunu sadece allah biliyor.
Düşünürün öyküden çıkardığı sonuç şu;
''Acele karar vermeyin.Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının.Karar;aklın durması halidir.Karar verdiniz
mi akıl düşünmeyi dolayısıyla gelişmeyi durdurur.Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir.Ve insanı huzursuz yapar.Oysa gezi sona ermez.Bir yol biterken yenisi başlar.Bir kapı kapanırken,başkası açılır.Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz...

Kaç yıl geçti aradan




Nolur sormasınlar bana.
Nolur söyletmesinler derdimi.
Saklarım ben onu kendime.
Yerim kendi kendimi.
Akıyorsa yaşlar gözümden,
Dinmiyorsa bir türlü gece gündüz,
Karardıysa bütün dünya,
Vardır elbet bir sebebi...
Kaç yıl geçti aradan ayrı ayrı,
Bitsin artık bu hasret bulaşalım gayrı...
Benim bütün derdim özlem.
Biliyorum kavuşur böyle seven.
Biz bir elmanın iki yarısıyız,
O en çok sevdigim ve ben.
Akıyorsa yaşlar gözümden,
Dinmiyorsa bir türlü gece gündüz,
Karardıysa bütün dünya,
Vardır elbet bir sebebi...
Kaç yıl geçti aradan ayrı ayrı,
Bitsin artık bu hasret bulaşalım gayrı..

Sezen Aksu

Yol Olur Gelirim




Mecnun değilim dost;lakin çağırırsan çöllere gelirim.
Sana yalan halde gelmem, toplarım özümü yalın halde gelirim.
Kapıyı çaldığında "kim o?"dersen; ben olmam kapında sen olur gelirim.
Sen gel de yeter ki,yola yük olmam,yol olur gelirim...

(Hz. Mevlana)

23 Mart 2010 Salı

EN GÜZEL ÇOCUK




Adamın biri apartmanın birinde yeni kapıcı olmuştu. Henüz apartman sakinlerinin hepsini tanımıyordu. Arada sırada işi olanlar onu markete, manava, v.s yerlere gönderiyordu. Apartman sakinlerini yeni yeni tanımaya başlamıştı.
Günlerden bir gün, bir hanım telaşla kapıcı dairesine gelerek kapıcıyı çağırdı.
-Hasan efendi, oğlum bu gün yemeğini evde unutmuş, benim de çok işim var. Oğlumun yemeğini okula götür kendisine ver. diye emreder. Kapıcı:
-Hanım efendi, ben sizin çocuğunuzu tanımıyorum ki, yemeğini nasıl vereyim. Kadın:
-Oğlum okulun en güzel çocuğudur, en güzel çocuğa yemeği verirsin. demiş ve işine gitmiş.
Kapıcı ,öğlen vakti okula varmış etrafa bakınmış, o esnada kapıcının çocuğu babasını görmüş sevinçle yanına koşmuş:
-Babacığım bana yemek mi getirdin. Demiş. Kapıcı çocuğunun açlığına dayanamamış, yemeği çocuğuna vererek oradan ayrılmış.
Akşam okul dağıldıktan sonra,kadının çocuğu annesine, neden yemeğimi getirmedin diye sitem etmiş. Küplere binen kadın soluğu kapıcını yanında almış:
-Be adam çocuğumun yemeğini neden götürüp vermedin, kapıcı cevap vermiş:
Efendim ben sizin çocuğunuzu tanımıyorum dedim, sizde okuldaki en güzel çocuğa yemeği vermemi emrettiniz. Ben de kendi çocuğumdan daha güzel bir çocuk göremediğim için ona verdim. Bayan hatasını anlamış ve kapıcıdan özür dilemiş...

Bir De Bana Sor





Nerden aklıma esti kimbilir
Gezdim dün gece şehri şöyle bir
Herkes evinde kendi halinde
Heryerde huzur her yerde neşe

Bir ben uykusuz bir ben huzursuz
Bir ben çaresiz bir ben sensiz

Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor
Nerde nasıl yaşarım bir de bana sor
Evlerin ışıkları bir bir yanarken
Bendeki karanlığı gel de bana sor

Nerden aklıma esti kimbilir
Gezdim dün gece şehri şöyle bir
Eski sokaklar yerli yerinde
Dostlar oturmuş kır kahvesinde
Her yerde huzur her yerde neşe
Bir ben uykusuz bir ben huzursuz
Bir ben çaresiz bir ben sensiz

Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor
Sensiz yaşamak neymiş bir de bana sor
Ak düşen saçlarımı bir bir sayarken
Bunca yıl nasıl geçmiş bir de bana sor.

Erol Evgin

22 Mart 2010 Pazartesi

Seni Seviyordum




Sana uzak kentlerden birinde zamanin bir yerinde seni ve senli günleri animsatti aksam günesi…
Onca zamanin üstünde eskimeyen bir düsüncesin simdi
Insan hergün animsarmi ayni gözleri
SENI SEVIYORDUM ve senin haberin yoktu
Saçlarini izliyordum uzaktan, kulaginin arkasina düsüsü ve burnun, herkezden baskaydi iste…
Güldügü zaman yukariya bakardi;
Yukari kalkan basin ve gülen gözlerin vardi…
Ne güzeldiler sen bilmiyordun…
BEN SENI SEVIYORDUM…
Kalbime sigmiyordu aklimdan gecenler
Duvarlara, vitrin camlarina, kaldirimlara carpiyordu
Geri dönüyordu, çogaliyordu
Senin sesini duydugum masalarda erteliyordum herseyi, herseyi erteliyisim oluyordun
Kalp agrisi oluyordun,
Birlikte soludugumuz sokak isimleri oluyordun,
Mevsimler deisiyor ve büyüyorduk,
Dönemeçler geçiyor, köprüler göze aliyorduk ve bazen tekin olmayan sularin üzerinden atliyorduk
Cesurduk…
Ufuk çizgisi maviydi, gün batimi hep turuncu ve kizmiziydi bütün karanfiller…
Ben SENI SEVIYORDUM sen bilmiyordun…
Sevinçlerim oluyordun arasira sen hiç bilmiyordun
Sonra herhangi biri oldun, bütün sevinçlerim bittikten sonra
Yagmurlar yagdi serin haziran aksamlarina
Derken bir gün uzaktan gördüm seni…

Saçlarin bana inat basin herseye meydan okuyarak iste yine ayni
Kalbimi acitti her zaman ki gibi…
Deistik saniyordum ve sen yine bilmiyordun
Simdi bunlari anlatsa sana birileri kim bilir yada bosver bilme en iyisi…
Yılmaz Erdoğan

Sedef Çiçeği




Seksenlerindeki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı. Adam inatçı bakışlarla suskun, Nine'nin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözleri ve keskin çizgileriyle bıkkın bakışları süzüyordu etrafını.

Ve Hakimin tokmak sesiyle sustu uğultu ve tok sesiyle, sözü yaşlı kadına verdi, hakim. "Anlat teyze. Neden boşanmak istiyorsun?"

Yaşlı kadın derin bir nefes çektikten sonra baş örtüsüyle ağzını aralayıp, kısılmış sesiyle konuşmaya başladı, "Bu herif yetti gari, Elli yıldır bezdirdi hayattan."

Sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu mahkeme salonunda. Sessizlik bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu, kimbilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış elli yılın ardından. Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı, kadın neler diyecekti. Herkes onu dinliyordu.

Yaşlı kadının gözleri doldu. Ve devam etti.

"Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim. O bilmez. Elli yıl önceydi. O çiçeği, bana verdiği çiçeklerin arasından kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm. Yavrumuz olmadı, onları yavrum bildim. Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman adak adadım. Her gece güneş açmadan önce bir tas suyla sulayacağım onu diye. İyi gelirmiş dedilerdi. Elli yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kere de bu çiçeği ben sulayayım demedi. Ta ki geçen geceye kadar. O gece takatim kesilmiş, uyuyakalmışım. Ben böyle bir adamla elli yıl geçirdim. Hayatımı, umudumu herşeyimi verdim. Ondan hiçbirşey göremedim. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim. Onsuz daha iyiyim, yemin ederim."

Hakim, yaşlı adama dönerek;
"Diyeceğin bir şey var mı baba?" dedi.

Yaşlı adam bastonla zor yürüdüğü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle hakime yöneldi.

"Askerliğimi, reisicumhur köşkünde bahçevan olarak yaptım, o bahçenin görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim. Fadimemi de orada tanıdım. Sedefleri de. Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim. O çiçeklerle doludur bahçesi. Kokusuna taptığım perişan eder yüreğimi. İlk evlendiğimiz günlerin birinde boyun ağrısından onu hekime götürdüm. Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir dedi. Her gece uykusunu bölüp, uyansın, gezinsin dedi. Hekimi pek dinlemedi, bizim hatun, lafım geçmedi. O günlerde tesadüf bu çiçek kurudu. Ben ona gece sularsan geçer dedim. Adak dilettim. Her gece onu uyandırdım. Ve onu seyrettim. O sevdiğim kadını, yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim. Her gece o çiçek ben oldum, sanki. Ona bu yüzden tapabilirdim..." dedi adam o yaştaki bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle.

"Her gece o yattıktan sonra uyandım. Saksıdaki suyu boşalttım. Sedef gece sulanmayı sevmez, hakim bey. Geçen gece de, yaşlılık. Ben de uyanamadım. Uyandıramadım. Çiçek susuz kalırdı amma, kadınımın boynu yine azabilirdi. Suçlandım. Sesimi çıkartamadım."

En Önemli Kişi




Bir zamanlar bir kralın aklına söyle bir düşünce geldi: "Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı; kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım."

Aklına böyle bir fikir düşünce, krallığın dört bir yanına, kim kendisine her iş için en uygun vakti, bu iş için en gerekli kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir mükafat vereceğini
ilan etti.

Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat sorulara verdikleri cevaplar birbirinden tamamen farklı çıktı.

İlk soruya cevap olarak; kimileri her hareketin doğru vaktini bilmek için önceden günlerin, ayların, yılların yer aldığı bir takvim hazırlamak ve sıkı sıkıya buna uyarak yaşamak gerektiğini söylediler. "ancak böylece" dediler "her
şey tam zamanında yapılabilir".

Diğerleri ise her hareketin doğru vaktine önceden karar verilemeyeceğini, kişinin kendisini boş eğlencelere kaptırmayıp, hep daha önce olmuş olayları izleyerek en lüzumlusunu yapabileceğini iddia ettiler. Bu defa başka bilginler de kral neler olup bittiğine ne kadar ederse etsin, tek bir kişinin her hareket için en uygun vakte karar vermesinin imkansız olduğunu; kralın, her şeyin en uygun vaktini tespitte ona yardım edecek bir bilge kişiler konseyi kurması gerektiğini söylediler.

Fakat bu defa da başka bilginler; "Bir konseyin önünde beklemesi imkansız bazı şeyler vardır, bu işlerin yapılıp yapılmayacağına ancak tek bir kişi anında karar verebilir" dediler. "Buna karar vermek içinse neler olacağını
önceden bilmek gerekir. Neler olacağını önceden bilenler de yalnızca sihirbazlardır. Dolayısıyla her hareketin doğru vaktini bilmek isteyen, sihirbazlara danışmalıdır.

İkinci soruya da aynı şekilde türlü türlü cevaplar geldi. Kralın en fazla ihtiyaç duyduğu, en gerekli kişiler bazılarına göre danışmanlar; bazılarına göre papazlar; bir kısmına göre hekimler; daha başka bir kısmına göre ise savaşçılardı.
Üçüncü soruya, yani en önemli işin ne olduğu konusuna gelince; bazıları dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyledi. Bir kısmı savaşta ustalaşmak; daha başkaları da dini ibadet dediler. Bütün cevaplar birbirinden farklı çıkınca, kral bunların hiçbirisini kabul etmeyip hiç kimseye de ödül vermedi.

Ama hala doğru cevapları alamadığı için, bilgeliğiyle ünlü bir münzeviye danışmaya karar verdi.
Münzevi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşar, yanına sade halktan başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral üstüne sade elbiseler giyerek kendisini halktan biri gibi göstermeye çalıştı ve yola düştü. Münzevinin kovuğuna yaklaştıklarında atından indi ve muhafızını da geride bırakıp yola devam etti. Kral yaklaşırken münzevi kovuğunun önüne çiçek tarhları kazıyordu. Kralı gördü, selamlayıp kazmaya devam etti. Münzevi mecalsiz ve zayıf birisiydi;

küreğini toprağa her sokuşunda bir parçacık toprak çıkarıyor, soluk soluğa kalıyordu.
Kral yanına gelip söyle dedi. "Ey bilge münzevi, size üç sorunun cevabını sormak için geldim. Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En fazla muhtaç olduğum, dolayısıyla diğerlerinden fazla ilgi göstermem gereken insanlar kimdir? En önemli ve her şeyden önce kendimi vereceğim isler nelerdir?"

Münzevi kralı dinledi, ama cevap vermedi. Avuçlarına tükürüp kazmaya devam etti."Yoruldunuz" dedi kral, " Küreği bana verin de biraz dinlenin."Münzevi, "Sağ olun" diyerek küreği krala verip yere oturdu. Kral iki tarh kazdıktan sonra durup sorularını tekrarladı. Münzevi yine cevap vermedi; bu defa ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve söyle dedi:"Biraz dinlenin; bir parça da ben çalışayım."
Fakat kral küreği ona vermeyip kazmaya devam etti. Bir saat geçti, bir saat daha. Güneş, ağaçların ardından batmaya başladı; sonunda kral küreği toprağa saplayıp söyle dedi: "Ey bilge kişi, senin yanına sorularıma bir cevap bulmak için geldim. Eğer cevap vermeyeceksen, söyle de evime gideyim".

Münzevi, "Buraya koşarak birisi geliyor" dedi, "bakalım kim?" Kral arkasına döndüğünde bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızıyordu. Kralın yanına ulaşınca, kendinden geçercesine inledi, sonra da bayılıp yere düştü. Kral ve münzevi, hemen adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve münzevinin havlusuyla sardı.

En sonunda kan durdu, adam kendisine gelince içecek bir şey istedi. Kral dereden taze su getirip ona verdi. Bu arada aksam olmuş hana soğumuştu. Kral, münzevinin de yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak yatağa yatırdı. Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı. Kral, koşuşturmadan ve yapmış olduğu islerden öylesine yorulmuştu ki eşiğe çöktü ve uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti.

Sabah uyanınca nerede olduğunu, yatakta uzanmış ve canlı gözlerle dikkatle kendisine bakan yabancının kim olduğunu uzun süre hatırlayamadı. Kralın uyandığını ve kendisine baktığını gören adam; "Beni affedin" dedi,zayıf bir sesle.
Kral, "Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki" dedi.
"Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum" dedi adam. "Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza münzeviyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de sizi arayıp bulmak için pusulaya yattığım yerden çıkınca muhafızlarınıza rastladım, beni tanıyıp yaraladılar. Onlardan kaçtım fakat yaramdan çok kan akıyordu. Yaramı sarmasaydınız kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise hayatımı kurtardınız. Eğer yaşarsam şimdiden sonra en sadık köleniz olup size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi emredeceğim. Affedin beni."
Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu oldu; onu affetmekle kalmayıp uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi, ayrıca mallarını iade edeceğine de söz verdi.
Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıkıp münzeviyi aradı.
Gitmeden önce, sormuş olduğu sorulara cevap vermesini bir kez daha rica etmek istiyordu. Münzevi dışarıda, bir gün önce kazmış oldukları tarhlara çiçek tohumlarını ekiyordu.

Kral ona yaklaştı ve söyle dedi: "Sorularıma cevap vermeniz için size son defa yalvarıyorum!"
yorgun dizlerinin üstünde çömelmeye devam eden münzevi, gözlerini kaldırıp krala baktı ve,
"Cevabınızı aldınız" dedi. "Nasıl aldım? Ne demek istiyorsunuz?" diye sordu kral. "Anlayamıyorsunuz" diye cevapladı münzevi. "Dün eğer benim dermansızlığıma acımayıp su tarhları kazmasaydınız, gidecek ve su adamın saldırısına uğrayacaktınız ve yanımda kalmadığınıza pişman olacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti; en önemli kişi bendim ve en önemli isiniz bana iyilik yapmaktı. Daha sonra bu adam yanımıza koşarak geldiğinde, en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti, çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı."

"Bundan sonra şu gerçeği unutmayın:
Tek önemli vakit vardır, içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur, zira hiç kimse bir
başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez; ve en önemli iş iyilik yapmaktır, çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin tek sebebi budur."

Tolstoy

20 Mart 2010 Cumartesi

Aynadaki Aksimiz




O yil, New York'ta KIS, Nisan'in sonuna kadar uzamisti. Kör oldugum

ve yalniz yasadigim için, çogunlukla evde kalmayi yegledim. Sonunda bir

gün soguk hava gitti; bahar kendini gösterdi.

Hava coskulu bir kokuyla dolmustu. Arka bahçeye bakan pencerenin önünde küçük, neseli bir kus devamli civildiyor, sanki beni disariya

çagiriyordu. Nisan ayinin degisken havasini bildigimden kislik

mantoma sarildim.Fakat havanin ILIKLIGINI içimde hissedince, yün kaskolumu, sapka ve eldivenlerimi biraktim. Üç çatalli bastonumu alip, neseyle sundurmaya çiktim ve kaldirimin yolunu tuttum. Yüzümü günese dogru

kaldirip, onu selamlayan bir gülümseme sundum. Sessiz, çikmaz

sokagimizda yürürken, kapi komsum "Merhaba" diyerek seslendi ve gidecegim

yere götürmeyi teklif etti:

"Hayir, tesekkür ederim. Su bacaklar bütün kis dinlendi. Eklemlerimin

harekete ihtiyaci var. Bu yüzden yürüyecegim" diye cevap verdim.

Köseye vardigimda aliskanlikla durdum. Birinin gelip yesil ISIK

yandiginda, beni karsiya geçirmesini bekledim. Nedense bu sefer, öncekilere göre daha uzun süre beklemistim ve hâlâ hiç kimse teklifte bulunmamisti. Sabirla beklerken, eskiden hatirladigim bir melodiyi mirildandim; çocukken ögrendigim "Hos geldin bahar..." sarkisiydi. Birden güçlü bir erkek sesi konustu: "Sesinizden çok neseli bir insan oldugunuzu hissettim. Sizinle birlikte, caddeyi geçme serefini BAGISLAR MISINIZ, bana?"

Kibarlikla, iltifat görünce gülerek basimi salladim ve duyulabilir bir sesle "Evet" dedim. Kibarca koluma girdi ve birlikte kaldirimdan

yola indik.Yavasça yolun karsisina geçerken, konusulabilecek en iyi

konudan, havadan konustuk. Adimlarimizi birlikte atarken hangimiz rehber, hangimiz yardim aliyor, belli olmuyordu. Yolun karsisina varmamiza az kala, isigin degistigini anlatircasina, kornalar sabirsizca çalinmaya basladi.Kaldirima çikmak için, birkaç çabuk adim daha attik.

Ona dönüp, bana eslik ettigi için tesekkür etmek üzere agzimi açmistim ki, ben daha bir sey söylemeden, o konustu: "Bilmem farkinda misiniz? Sizin gibi neseli bir insanla karsiya geçmek, benim gibi bir kör için, ne kadar muhtesem bir sey..."

O güzel bahar gününü hiç unutmayacagim.

---Charlotte Wechler

"Bazen; evrende kendimizi en yalniz hissettigimizde, SIKINTIMIZI atlatmak ve FARKLILIGIMIZI ve YALNIZLIGIMIZI hafifletmek için, Tanri bize,aynadaki aksimiz gibi, bir ikiz gönderir."

Senin Kalbinde "Aşk" Olmak




Göz kamaştıran güzelliğinin altında
Gizli saklı bambaşka bir güzellik var
Duvarların var senin kocaman yüksek
Kimselerin aşamadığı kendinin bile
Çığlık çığlığa sessizliklerin var
Anlatmadığın onlarca şeye sustuğun
Sert bir kabuğun var erişilmesi zor
O masum kırılgan kızı koruyan
Bir duruşun var erişilmez uzaklarda
Kimse bulaşmasın sana ulaşmasın ister gibi
Büyük kısmı kilitli bir kalbin var
Kırılıp ekşitilmesinden korktuğun
Acıyı sıkıntıyı yüklenmiş ellerin var
Sımsıkı avuçlanmak isteyen
Benim kalbimde bir sen var
Bir de ümidim;
Senin kalbinde aşk olmak...

Alıntı

18 Mart 2010 Perşembe

Muhteşem Hayat




Stewart, minik bir kasabadaki fakir bir işadamıydı.
Çocukluğundan beri bütün hayali dünyayı dolaşmaktı ama art arda gelen olaylar yüzünden kasabasını terk edememiş, sonunda babasının pek de parlak olmayan isini devralmak zorunda kalmıştı.
Sevdiği bir karisi ve çocukları vardı.
Ama isler iyi gitmiyordu.
Borçlar birikmişti.
Yasadığı hayal kırıklığına bir de borçlar eklenince dayanacak gücü kalmamıştı.
Karlı bir gece arabasına binip, kasabanın biraz ötesinden akan nehrin kıyısındaki bara gidip iyice sarhoş olana kadar içtikten sonra kendini köprünün üzerinden atıvermişti.
Stewart sulara düşerken, karanlık göklerden gelen bir konuşma duyuldu.
Tanrı, 'ikinci sınıf meleklerden' birine görev veriyordu.
- Eğer bu ümitsiz adama yeniden yasama isteği vermeyi başarırsan, ben de sana çok istediğin o iki kanadı verir, seni birinci sınıf melek yaparım.
Ve, yeryüzüne tonton, yaslı bir adam kılığında 'basarisiz' bir melek düşüyordu. O güne dek bir turlu verilen görevleri doğru dürüst yerine getiremediği icin istediği kanatlara kavusamayan, kederli bir melekti bu. Görevi ise cok zordu. Tümüyle çaresiz, borçlar içinde yüzen, hayallerini kaybetmiş, istediklerinden hiçbirine kavuşamamış, dunyayi gezmek isterken önemsiz bir kasabaya sıkışıp kalmış bir adama hayati yeniden sevdirecek, onu intihardan vazgeçirecekti.
Melek yeryüzüne indiğinde, bir polis Stewart'i sulardan çıkarıyordu.
Onu, kendini sulara atmadan once son içkisini ictigi bara oturuyordu ama orası simdi cok değişikti.
Serserilerin toplandigi, pis bir batakhane olmuştu.
Kimse Stewart'i tanımıyordu.
Stewart kasabaya donuyordu ama orada da eski dostlari onun kim oldugunu bilmeyen gozlerle ona bakıyorlardı.
Kasaba bakımsızdı, çirkindi, karanlıktı.
Eski bir okul arkadasi arka sokaklarda fahişelik yapıyordu.
Karisi ise bir kütüphanede çalışan zavallı bir yaslı kızdı.
O sulara atlamadan once unlu bir adam olarak dünyayı dolasan erkek kardeşinin ise bir kilisenin bahçesinde mezarı duruyordu.
Stewart, suya düşmesiyle çıkması arasında gecen bu bes dakikada her seyin nasil bu kadar değişebilmiş olduğunu anlayamadan etrafına bakarken 'ikinci sinif melek' yanına yaklaşıyordu.
Ona anlatmaya basliyordu.
- Sen hayatina son vermek istedin ya, ben daha iyisini yaptım, sen hiç bu dünyaya gelmemiş gibi oldun... Sen olmamış olsaydın ne olacaktı, gor...
Kardesim ne zaman oldu, diye soruyordu Stewart.
- Sen dokuz yasındayken o kuyuya düşmüştü ve sen onu kurtarmıştın... Ama ben senin doğumunu iptal edince ve sen hic dogmayinca onu kurtaracak kimse de olmadı... O çocukken oldu.
- Peki sinif arkadasim ne zaman fahise oldu?
- Bir gun o cok parasız kalmıştı, para bulabileceği hiçbir yer yoktu ve sen ona borç vermiştin... Ama sen olmayınca o gece kendini sattı ve sonra fahişe olarak kaldi.
- Kasaba niye boyle bakımsız ve korkunç gözüküyor?
- Cunku sen babanın yerini aldiktan sonra insanlardan para toplayıp kooperatifler kurmuştun, binalar yapmıştın, kasaba gelişmişti... Sen hic olmadığın icin o kooperatif kurulmadı, o binalar yapılmadı, kasaba bakımsız kaldi, o inşaatta çalışıp para kazanan bircok insan para kazanamayıp serseri oldu.
Butun seyircilerle birlikte Stewart da, bir insanin farkina varmadan ne kadar cok baska insanin hayatina degdigini, o hayatlari varlığıyla değiştirdiğini, en siradan insanin bile bu hayatta tahmin edemeyeceği olcude onemi olduğunu görüyordu.
Tavana asilmis, birçok değişik parçadan olusmus oyuncaklar vardir, her bir parça baska bir parcaya dokunarak bir ruzgar yaratır ve oyuncak donup durur. O parçalardan birini çıkardığınızda bütün ruzgari kesersiniz. Oyuncak kımıltısız kalir.
Frank Capra'nin o filminde de, hayatin aynen o oyuncak gibi birbirine degen insanlarla donduğunu, aradan bir tek insani bile çıkarıp aldığınızda hayatin donuşunu etkilediğinizi, bircok olayin farklılaştığını, herkesin sandığından daha buyuk bir rolü ve değeri olduğunu anlıyordunuz. Değersiz ve işlevsiz kimse yoktu. Stewart, o yasli ve tonton 'ikinci sinif' melek sayesinde bu gerçeği görünce intihar etmekten vazgeçiyordu. Kendisine o kadar manasız ve değersiz gozuken hayatinin aslında bircok insan icin ne kadar degerli olduğunu kavrıyordu. O intihar etmekten vazgeçince yeniden her sey eskisine donuyordu.
'Bu muhtesem bir hayat' isimli film, mutlu sonla biterken de gokyuzunde bir 'cin' sesi duyuluyordu. Tonton melege, Tanrı cok arzuladığı kanatlarını veriyordu.
Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardir.
Degersiz olduğumuzu, sevilmediğimizi düşünürüz.
Hayal kırıklıklarıyla dolu hayatımızda neden istediklerimizin hic gerçekleşmediğini merak ederiz.

Cevaplar arariz.
Bulamayiz genellikle.
Cevaplar vardir aslinda!

Kendimizi yararsız bulduğumuzda cok yararlı isler yapmışızdır, sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.
Bircok hayati ayni anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta bizim de farkına varmadığımız buyuk bir rolümüz olmustur.
Eger Tanri 'ikinci sınıf' meleklerinden birini bize gonderse ve bizsiz bir hayatin nasil olacağını gösterseydi, sanirim hepimiz kendimize de hayata da baska turlu bakardik. Hatta, o melek bize 'istediklerimiz gerçekleştiğinde nasil bir hayatimiz olabileceğini' gösterseydi belki istediklerimizin gerceklesmemesi icin dua ederdik.
Bu muhtesem bir hayattir.
Cevabi ve sirri kendi icinde saklidir.
Ve, o hayati hep birlikte yapariz.
Bazen rolümüzden sikayet ediyorsak, bu da rolümüzün kiymetini bilemememizdendir.
Alıntı

Doğru Adam- Doğru Kadın





Bir uçak yolculuğunda yan koltukta oturan bir adamın alyansını sağ elinin işaret parmağına taktığını fark eden yazar yorum yapmaktan kendini alamaz; “Bayım alyansınızı yanlış elinize takmışsınız!”
Adam bunun üzerine;“Yanlış kadınla evlendim de ondan!” diye karşılık verir.

Ziglar bu anıyı aktardıktan sonra şöyle sorar; “Peki ya bu adam doğru adam mı? Yani kadın doğru adamla mı evlenmiş? Yanlış seçilmiş bir insana doğru insanmış gibi davranırsanız sonuçta doğru insanla evlenmiş olmaz mısınız? Doğru seçilmiş bir insanla evlendiğiniz halde yanlış davranıyorsanız yanlış bir evlilik yapmışsınız demektir çünkü. Doğru insan olmak doğru insanla evlenmekten çok daha fazlasıdır!”

Yazar kitabında şu öyküyü anlatır..
“Yıllar önce Hawai’de başlık parasına benzer bir uygulama revaçtadır. Bir erkeğin sevdiği kızla evlenebilmesi için kızın ailesine belli sayıda inek vermek zorundadır. İnek sayısının 10 adet olması gerekmekle birlikte kızın özelliklerine göre bu sayı değişebilmektedir.

ve adada iki kızı olan bir adam yaşamaktadır. Kızlardan büyük olanı bizdeki deyişle -kabul görmeyen- tipte, şanssız bir kızdır ve babası ona 3 inek fiyat biçmiştir; 2 inekli bir teklifi de kabul edecektir; hatta iyi bir pazarlıkla 1 ineğe fit olmaya razıdır.

Bir gün adanın zenginlerinden Johny Lingo bu eve geldiğinde herkes onun diğer kızı isteyeceğini düşünür. Oysa yaşlı adamı sevince boğarak büyük kıza talip olur. Herkes en azından isteneni yani; 3 inek ödeyeceğini düşünürken Johny yanında 12 tane inekle gelmiştir!!..

O dönemlerde normal bir balayı ortalama bir yıl sürmektedir ama gelin ve damat iki yıllık balayı planlamıştır.

Damatla gelinin dönmesinin beklendiği gün ahaliden biri dönüşlerini haber vermeye gelir gelmesine ama gelenlerin Jony ve eşi olduğundan emin değildir. Aslında Johny'i tanımıştır fakat kızdan emin olamamıştır; yaklaşan kadın çok güzel, zarif birisidir. İyice yaklaştıklarında kimsenin tereddütü kalmaz. Fakat kızın güzelliği, cazibesi ve çekiciliği en eleştirici gözle bile reddedilmeyecek ölçüdedir. Yakından bakanlar Johnny'nin 12 inek karşılığında iyi bir alışveriş yaptığını düşünürler.”

Yazar işin püf noktasını şöyle özetler; “Johnny 12 inek ödedi, kız 12 ineklik bir kadın haline geldi.”

Bu hep böyle olmaktadır; eşinize veya sevgilinize verdiğiniz değer, ona kazandırdığınız değerdir. Aslında “doğru adam”, “doğru kadını” inşa eder, “doğru kadın” da “doğru adamı”...

17 Mart 2010 Çarşamba

Dostlar Vardır




Olmasa da olur dediğimiz insanlarla doludur hayatımız; tanıştığımız, selamlaştığımız; klasikcümlelerle iletişim kurduğumuz, yanıtlarını merak etmediğimiz sorular sorduğumuz...
İyi insan olmadıkları için mi uzak dururuz onlardan?
Hayır, hiç sanmıyorum.
Gönülde biter her şey; akla yararlı gelse de samimi bir ilişki, gönlün hayır dediğine ısınmak mümkün olmaz.
İster dünyanın en yakışıklısı, ister en güzeli olsun; ister en zengini, ister en komiği; ne yapsa nafile; yüreğine ulaşamaz.
Başkası için özel olan, senin gözünde dünyanın en sıradan insanıdır ve ...yüzüne bakmaz kimisi vazgeçemediğim dediğinin...
Gönlümüzdür hükümdar; kime ne paye vereceğini o belirler.
Kimine "dost", "yar", kimine "tanıdık", "arkadaş" deyip, çıkar işin içinden...
Özünde iyi olduğuna inansam da insanların, herkesi sevemem onun yüzünden...
Hem, kalabalıktan da hoşlanmaz zaten; sevginin, sevdiklerinin hakkını vermek ister.
Sonuçta, sevmek büyük bir sorumluluktur; emek vermek gerekir, ilgilenmek...
Sevdiğim her insanın yaşamına bir anlam katmalıyım; zorlu ve vazgeçilmez bir serüven olmalı; dost dediğim insanlarla aynı zaman dilimini paylaşmak!
Hani, bilirsiniz işte!
Dostlar vardır çiçek gibi; koklar koklamaz alır götürür bütün yüklerinizi...
Evsizseniz ya da odun kömür bulamıyorsanız yakmaya; uzundur kış geceleri...
Dostlar vardır soba gibi; yüreğindeki ateşle ısıtır ellerinizi...
Dostlar vardır; fırtınada sığınak, güneşte gölge; yanarken buz gibi su dökmez üstünüze; aksine, harlandırır ateşi; bilir ki, yanmayanı hiçbir şey söndüremez.
Dostlar vardır, yıldız gibi; hava kapalıyken bile, kapkara bulutların bekçisidir gökyüzünde...
Dostlar vardır, arada bir uğrayıp alt üst eder yaşamınızı; dili zehir zemberek, bakışları keskindir.
Dostlar vardır gül gibi; sarılırken yaralanmayı göze almanız gerekir.
Hani, kiminin yoluna halı sersen kar etmez; dostlar vardır, minder de kafi gelir; sen olursan fark etmez.
Dostlar vardır; rakısız çözülmez dili, muhabbeti çekilmez; dostlar vardır, efkarının sebebi bir bardak demli çaydır.
Dostlar vardır, omzu her derde devadır.
Dostlar vardır, iyi bir öğretmen gibi, nasıl sorulacağını öğretir.
Dostlar vardır dağ gibi vakur; toprak kadar bereketli, mert...
Dostlar vardır; ney gibi hüzünlü, saz gibi asi; şiir kadar büyük...
Dostlar vardır türkü gibi; her zaman söylenmeseler de her daim içinde taşır sevdasını; yangınını bulaştırır bir gönülden diğerine...
Dostlar vardır baki; tanıştığın gün doğar, yittiği gün ölürsün!
Zamana ve darbelere; yollara ve hasretlere dirençli...
Dostlar vardır, közde mısır, kadehte şarap; ateşte yanmanın da, şarapla sönmenin de tadı damağındadır.
Dostlar vardır; yüreğine kök salmış bir çınardır; hiçbir şey deviremez; gönülden gönüle kurulmuştur köprüler; ne yaşansa atılamaz!
Dostlarımız vardır bizlere benzerler biraz...
Dostluklar vardır, erken dolar vadesi; dostluklar vardır, devam eder ahrette!
İşte böyle dostlardır; her şeye lanet ettiğin günlerde bile, yaşamını güzel kılan...
Gönül, her yerde onları arar.
Ve bulduğunda haber gönderir bize; bir sıcaklık yayılır yüreğimize; bunda bir iş var deriz, takılırız peşine...
Dost olalım gönlümüzle!
Alıntı

Affetmenin Dayanılmaz Hafifliği




Bir lise öğretmeni bir gün öğrencilerine bir teklifte bulunur: “Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?” Öğrenciler, çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. “O zaman” der öğretmen. “Bundan sonra ne dersem yapacağınıza söz verin.” Öğrenciler bunu da yaparlar. Ve öğretmen devam eder:
“Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz okula birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!”
Öğrenciler, bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama, ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen:
“Şimdi, bugüne dek affetmeyi istemediğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.”
Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur.
Öğretmen, kendisine “Peki şimdi ne olacak?” der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar:
“Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde, hep yanınızda olacaklar.”
Aradan bir hafta geçer. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikâyete başlarlar:
“Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.”
“Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf gözlerle bakıyorlar bana artık.”
“Hem sıkıldık, hem yorulduk…”
Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir:
“Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkûm ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.”

16 Mart 2010 Salı

SENİ SEVİYORDUM...




Sana uzak kentlerden birinde
zamanın bir yerinde
seni ve senli günleri anımsattı akşam güneşi
onca zamanın üstünde eskimeyen bir düşüncesin şimdi
insan hergün anımsar mı aynı gözleri..

seni seviyordum ve senin haberin yoktu..
saçlarını izliyordum uzaktan
kulağının arkasına düşüşü ve burnun!
herkesten başkaydı işte..
güldüğün zaman yukarıya bakardın..
yukarı kalkan başın ve gülen gözlerin vardı.
ne güzeldiler!
sen bilmiyordun.. ben seni seviyordum...
kalbime sığmıyordu aklımdan geçenler.
duvarlara, vitrin camlarına, kaldırımlara çarpıyordu.
geri dönüyordu çoğalarak.
senin sesini duyduğum masalarda erteliyordum herşeyi..
herşeyi erteleyişim oluyordun.
kalp ağrısı oluyordun.
birlikte soluduğumuz sokak isimleri oluyordun.
mevsimler değişiyor ve büyüyorduk.
dönemeçler geçiyor, köprüler göze alıyor
ve bazen, tekin olmayan suların üzerinden atlıyorduk..
cesurduk!
ufuk çizgisi maviydi, günbatımı hep turuncu
ve kırmızıydı bütün karanfiller!

ben seni seviyordum.. sen bilmiyordun..
sevinçlerim oluyordun ara sıra..
sen hiç bilmiyordun.

sonra herhangi biri oldun.
bütün sevinçlerim bittikten sonra.
yağmurlar yağdı serin haziran akşamları.
derken birgün uzaktan gördüm seni.
saçların bana inat başın herşeye meydan okuyarak
işte yine aynı!
kalbimi acıttın.. her zamanki gibi..
değiştik sanıyordum. ve sen yine bilmiyordun..

şimdi bunları anlatsa sana birileri,
kimbilir..
yada boşver
bilme en iyisi...

İclal Aydın

15 Mart 2010 Pazartesi

Aşk her şeye değer




Öyle bir rüyaydın ki
Sadece bir kez gördüğüm
Denedim tutamadım
Rüzgarda savrulan bir küldün

Denedim tutamadım
Rüzgarda savrulan bir küldüm

Aşk her şeye değer
Seninle anladım
Bin yıl geçse sürer
İçimde rüzgarın

Aşk herşeye değer
Seni Seviyorum...
Sevmek suçsa eğer
Kabul ediyorum

Öyle bir yalnızlık ki
Eşlik ediyor hayalin
Gözlerim kapalı
Yanımdasın hala sevgilim

Gözlerim kapalı
Yanımda gibisin sevgilim

Aşk her şeye değer
Seninle anladım
Bin yıl geçse de sürer
İçimde rüzgarın

Aşk her şeye değer
Seni Seviyorum
Sevmek suçsa eğer
Kabul ediyorum...

Aslı Güngör

Aşk tesadüfleri sever




Aşk tesadüfleri sever
Kader ayrılıkları
Yıllar geçmeyi sever
İnsan aramayı

Güller açmayı sever
Zaman soldurmayı
Eller birleşmeyi sever
Yollar ayrılmayı
Hayat tekrarları sever
Yeniden başlamayı

Kuşlar dalları sever
Kanatlarsa uçmayı

Herkes geçmişi öder
Bir yol ayırımında

Başlamak istersen yeni bir hayata
Gölgeni yedek bırak ardında

Murathan Mungan

13 Mart 2010 Cumartesi

Dürüstlük




Bir zamanlar giderek yaşlanan ve arkasında bir veliaht bırakması gerektiğini anlayan Çinli bir hükümdar vardı. Vezirlerinden veya çocuklarından birisini veliaht seçmek yerine, farklı birşey yapmaya karar verdi bu hükümdar.

Ülkesindeki bütün gençleri huzuruna çağırdı ve onlara şöyle seslendi:

"Artık tahttan çekilmemin ve yerime yeni bir hükümdar seçmemin vakti geldi. Hükümdar olarak içinizden birisini seçeceğim." Gençler bu sözleri şaşkınlıkla dinliyorlardı. Hükümdar devam etti:

"Bugün herbirinize bir tohum vereceğim. Tek bir tohum. Ama bu çok özel bir tohum. Hepinizin evlerinize dönüp o tohumu ekmenizi, sulamanızı ve bir yıl sonra tohumdan çıkan bitkiyle geri gelmenizi istiyorum. O zaman bana getireceğiniz bitkiler hakkında hüküm verip benden sonra tahta geçecek hükümdarı seçeceğim."

Saraya çağrılanların arasında Ling isminde bir genç vardı, ve herkes gibi ona da bir tohum verildi. Ling, eve dönüp başından geçenleri heyecanla annesine anlattı. Annesi ona bir saksı ve biraz da toprak verdi. Ling, tohumu itinayla ekti, onu güneş ışığı görebileceği bir pencere kenarına koydu. Her gün saksıya su vererek bitkinin tohumun açıp açmadığını kontrol etti.

Üç hafta kadar sonra, Ling'in mahallesindeki gençlerden bazıları tohumlarının nasıl açtığını, bitkilerin nasıl büyümeye başladığını anlatmaya başladı. Ling bu sözleri duyduktan sonra her defasında eve gidip kendi tohumunu kontrol ediyordu. Gelgelelim, saksının içinde büyüyen hiçbir şey görünmüyordu. Haftalar birbirini kovaladı, ama değişen hiçbir şey olmadı.

Bu arada, Ling'in arkadaşları ballandıra ballandıra saksılarmdaki çiçeklerden bahsediyordu hep. Ling'in ağzını ise bıçak açmıyordu, çünkü hakkında konuşacağı bir çiçeği yoktu. Elinde toprak dolu bir saksı vardı o kadar. Ve artık başarısız olduğuna inanmaya başlamıştı.

Aradan altı ay geçti. Ling'in saksısında çiçekten eser yoktu hâlâ. Tohumunu çürüttüğüne kanaat getirmişti Ling. Başka herkesin kocaman çiçekleri, ya da ağaç fidanları olmuştu, ama onun koca bir saksısı, o kadar!

Nihayet bir yıl tamamlandı ve ülkenin gençleri yetiştirdikleri bitkileri karar vermesi için hükümdarın huzuruna getirdiler. Ling, annesine boş bir saksıyı hükümdara götüremeyeceğini söylediyse de, annesi saksıyı götürmesini ve dürüst davranmasını öğütledi. Ling'in sıkıntıdan karnı bile ağrıdı, ama annesinin haklı olduğunu bildiğinden sözünü tuttu. Böylece, o da boş saksıyı saraya götürdü.

Saraya ulaştığında diğer gençlerin getirdiği çeşit çeşit bitkiler karşısında hayrete düştü. Hepsi de güzel renklerde, güzel biçimlerdeydi ve nefis kokular yayıyorlardı. Birbirlerine çiçeklerini nasıl böyle güzel yetiştirdiklerini ciddi ciddi anlatan diğer gençler, Ling'in elindeki boş saksıyı görünce kahkahalarla güldüler. Birkaçı da onun durumuna üzüldü ve omzuna dokunup "Boş ver, elinden geleni yapmışsın!" dediler.

Hükümdar gençlerin yanına geldi ve bitkileri inceledi. Bu sırada, Ling arkalara kaçıp gizlenmeye çalışıyordu. "Ne kadar da büyük ağaçlar ve çiçekler yetiştirmişsiniz öyle!" dedi hükümdar. "Bugün içinizden birisi yeni hükümdar olarak tayin edilecek."

Birden, imparator elinde boş saksıyı tutan Ling'i gördü. Hemen, muhafızlarına onu yanına getirmelerini emretti. Ling korkudan titremeye başladı. "Hükümdar başaramadığımı gördü, herhalde beni öldürtecek!" diye düşünüyordu.

İmparator, yanına getirilen Ling'in ismini sordu, o da cevapladı. Diğer gençlerin hepsi gülmeye ve kendi aralarında Ling'le alay etmeye başladılar. Hükümdar bir el hareketiyle hepsini susturdu. Ling'i yanına aldı, sonra da kalabalığa ilan etti: "Yeni imparatorunuzu selamlayın! Adı Ling!" Ling kulaklarına inanamadı. Tohumundan tek bir filiz bile çıkmamışken nasıl imparator olabilirdi ki?

Hükümdar konuşmasına devam etti: "Bir yıl önce herbirinize bir tohum verdim, onu ekip sulamanızı istedim ve bir yıl sonra da bana getirmenizi istedim. Ama sizlere verdiğim tohumların hepsi kaynatılmıştı ve dolayısıyla da filiz açmaları mümkün değildi. Ling hariç hepiniz bana çeşit çeşit ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdiniz. Tohumunuzun büyümediğini görünce, size verdiğim tohumun yerine başka bir tohum ektiniz. İçinizden sadece Ling, kendisine verdiğim tohumun olduğu saksıyı bana getirme cesaretini ve dürüstlüğünü gösterebildi. Bu yüzden, yeni imparatorunuz o olacak."

Bir Kadın Hayattır Aslında




Bir kadın çocuktur aslında..
Çocuk gibi davranmayı sever.
Erkeğin kendisine bir çocuğa gösterdiği şefkati göstermesini de ister.
Bir çocuğu okşar gibi incitmekten korkarak okşamalıdır erkek kadını.
Ama her kadın çocukça da olsa dinlenilmesini, dikkate alınmasını ister.
Yani bir kadının çocukluk yapmasına izin vereceksiniz,
ama asla onu bir çocuk olarak görmeyeceksiniz.

Bir kadın güçlüdür aslında .
Hatta erkeklerden çok daha güçlüdür.
Ama bu gücünü her zaman ortaya koymasını sevmez.
İster ki erkeğin gücü kendisine huzur versin.
Kendi kendine yapabileceği şeyleri bile erkeğin yapmasını bekler.
Böylece hem daha kadın olduğunu hissedecektir hem de
erkeğinin ne kadar güçlü olduğunu görecektir.
Ancak kadın gücünü göstermek istediğinde onu engelleyemezsiniz.
Yapmak istediği bir şey varsa mutlaka yapar.

Bir kadın sevgilidir aslında.
İçinde her zaman sevgiyi taşır.
Sevdiklerinden kolay kolay ayrılamaz. Sevdiklerini kolay kolay kıramaz.
Zor sever ama tam sever.
Bir kadının tam anlamıyla sevebilmesi için
yüreğinin kabul ettiğini beyninin de kabul etmesi gerekir.
Ve sevmezse de onu asla sevmeye zorlayamazsınız.
Belki kolayca yüreğine girebilirsiniz.
Ancak beyninde yer etmemişseniz her an terk edilebilirsiniz.
Sevmediği halde terk etmeyen kadınlar da var elbette.
Bunun nedeni ise engelleyemedikleri "acımak" duygusudur.

Bir kadın yalnızdır aslında.
Hiçbir zaman kadını bütünüyle elde edemezsiniz.
Kendisine ait bir dünyası vardır ve orada hep yalnızdır.
O dünyaya kimsenin girmesine izin vermez.
Hiçbir anahtar o dünyanın kapısını açamaz.
Yalnızlık onun sığınağıdır.
O sığınağa ne zaman gireceğine, ne kadar kalacağına hep kendisi karar verir.
Sığınaktayken oradan çıkmaya zorlarsanız onu sonsuza dek kaybedebilirsiniz.

Bir kadın bilgindir aslında.
Neler yapabileceğini erkek akli hayal bile edemez.
Yaratıcılığının sınırı yoktur.
Ama bunu ortaya çıkartmak için hayatının erkeğini bekler.
Hoyratça harcamaz yaratıcılığını sadece erkeğine saklar.
Bir kadının gerçek erkeği olmayı başarabilmişseniz çok şanslısınız demektir.
Çünkü yaşamınız asla sıradan olmayacaktır.

Bir kadın hayattır aslında.
Çünkü hayatın içinde olan her şey ancak kadınlar olduğunda anlam kazanıyor.
Yemek yemek, su içmek bile.
Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı
doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor musunuz?

Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız, ne yazık ki yasamıyorsunuz.

CAN DÜNDAR

SENDE KALMIŞ




Bilmiyorum nerdeyim, ne haldeyim, ben kimim
Ayrılırken kimliğim, adresim sende kalmış.
Tebessümü yüzüme çok görüyor matemim
Güldüğümü gösteren tek resim sende kalmış.

Akların kaybolduğu, rengin ahenk bulduğu
Toprağın kadehine ab-ı hayat dolduğu
Bir gül için, bülbülün saçlarını yolduğu
Aşkın harman olduğu o mevsim, sende kalmış.

Nerede o çocuksu, o şımarık hallerim,
Saçlarına hasreti tanımayan hallerim,
Rengarenk rüyalarım, toz pembe hayallerim
Tekmil neşem, sevincim, hevesim, sende kalmış.

Ayıplama, kınama, kahveye gidiyorsam,
Avunabilmek için bir tavla atıyorsam,
Garson çay uzatırken ben aklımda diyorsam,
Sende kalmış demektir, ladesim sende kalmış.

Dostlar da muhabbeti kestiler, lüzum da yok.
Zaten senden ziyade sohbetim, sözüm de yok.
Sen dönmeden kimseye bakacak yüzüm de yok.
Aynalarda kendimi göresim sende kalmış.

Sende kalmış umudum, saadet çağım sende,
Sende kalmış huzurum, tüten ocağım sende,
Sende hayat kaynağım, duygu membağım sende,
Can diyorum sana, can kafesim sende kalmış.

Allah' ım düşmanımı düşürmesin bu zaafa,
Sanki her noksanımı mecburum itirafa,
Hangi şarkıya girsem, notalar do re mi fa
Sol diyorum sana sol, la sesim sende kalmış.

Gel Tanrı'ya borcunu teslim etsin bu yürek,
Tez gel ki enkazımı kapatsın kazma kürek,
Kelime-i Şehadet getirmem için gerek,
Son diyorum sana, son nefesim sende kalmış.

Cemal Safi

12 Mart 2010 Cuma

Deniz Yıldızı




Bir zamanlar yazılarını yazmak üzere Okyanus sahiline giden aydın bir adam varmış. Çalışmaya başlamadan önce sahilde bir yürüyüş yaparmış. Bir gün sahilde yürürken plaja doğru baktığında danseder gibi hareketler yapan bir insan silüeti görmüş. Başlayan güne danseden biri olabileceğini düşünerek gülümsemiş ve ona yetişebilmek için adımlarını hızlandırmış. Yaklaştıkça bunun bir genç adam olduğunu ve dansetmediğini görmüş. Birkaç adım koşuyor, yerden bir şey alıyor ve Okyanusa fırlatıyormuş. Biraz daha yaklaşınca seslenmiş;
-Günaydın ne yapıyorsun böyle?
Genç adam durmuş, başını kaldırmış ve cevap vermiş:
-Okyanusa deniz yıldızı atıyorum.
-“Sanırım şöyle sormalıydım” demiş Bilge adam
-“Neden okyanusa deniz yıldızı atıyorsun?”
-Güneş çoktan yükseldi ve sular çekiliyor. Eğer onları suya atmazsam ölecekler.
-Ama delikanlı görmüyor musun ki kilometrelerce sahil var ve baştan aşağı deniz yıldızlarıyla dolu. Hiçbir şey farketmez.
Genç adam kibarca dinlemiş, eğilerek yerden bir deniz yıldızı daha almış ve dalgalanan denize doğru fırlatmış.
-Bunun için farketti!
Bu cevap bilgeyi şaşırtmış, ne söyleyeceğini bilememiş. Geriye dönmüş, yazısının başına geçmek üzere kulübesine gitmiş. Gün boyunca birşeyler yazmaya çalışırken genç adamın görüntüsü önünden gitmemiş. Aklından çıkarmaya çalışmış, bir türlü olmamış. Nihayet akşama doğru farketmiş ki, o koca bilim adamı, o büyük şair, bu gencin davranışının özünü kavrayamamış. Çünkü bu gencin aslında yaptığının evrende bir gözlemci olmayı ve bir fark yaratmayı seçmek olduğunu anlamış. Utanmış. O gece sıkıntı içerisinde yatmış. Sabah olduğunda bir şey yapması gerektiğini düşünerek uyanmış. Yataktan kalkmış giyinmiş, sahile inmiş ve o genci bulmuş. Ve bütün sabahı onunla Okyanusa deniz yıldızı atarak geçirmiş.
“Hepimize bir fark oluşturma yeteneği bahşedilmiştir. Eğer biz o genç adam gibi, bu yeteneğimizin farkına varabilirsek, görüş (vizyon) gücümüz sayesinde geleceği şekillendirme kudretini elde edebiliriz.
Hepimiz kendi yıldızımızı bulmalıyız. Eğer yıldızımızı akıllıca ve iyi fırlatabilirsek, dünya hiç kuşkusuz harika bir yer olacaktır.”

11 Mart 2010 Perşembe

Yalnızlığa Dayanırım Da,




Yalnızlığa dayanırım da, bir başınalığa asla,
Yaşlanmak hoş değil, duvarlara baka baka.
Bir dost göz arayışıyla,
Saat tıkırtısıyla...
Korkmam geçinip gideriz biz mutlulukla,
Ama;
''Günün aydın, akşamın iyi olsun'' diyen biri olmalı.
Bir telefon çalmalı ara sıra da olsa kulağımda.

Yoksa zor değil, hiç zor değil,
Demli çayı bardakta karıştırıp,
Bir başına yudumlamak doyasıya.
Ama ''Çaya kaç şeker alırsın?''
Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra...

CAN YÜCEL
(Bu Şiiri bir Dostum gönderdi. Çok beğendim. Umarım sizler de beğenirsiniz.Teşekkürler Dostum)

Beni güzel hatırla,




Beni güzel hatırla!
Bunlar son satırlar...
Farzet ki, bir rüzgârdım, esip geçtim hayatından
ya da bir yağmur sel oldum sokağında
sonra toprak çekti suyu...
Kaybolup gittim, belki de bir rüya idim senin için.
Uyandın ve ben bittim...

Beni güzel hatırla!
Çünkü; sevdim seni ben, herşeyini...
Sana sırdaş oldum, dost oldum,
koynumda ağladın.
Yüzüne vurmadım hiçbir eksikliğini,
beni üzdün, kınamadım.
Alışıktım vefasızlığa, el oldun aldırmadım...

Beni güzel hatırla!
Sayfalarca mektup bıraktım sana.
Şiirler yazdım her gece, çoğunu okutmadım.
Sakladım günahını, sevabını içimde
sessizce gittim...
Senden öncekiler gibi sen de anlamadın.

Beni güzel hatırla!
Sana unutulmaz geceler bıraktım
sana en yorgun sabahlar...
Gülüşümü, gözlerimi, sonra sesimi bıraktım.
En güzel şiirleri okudum gözlerine baka baka,
söylenmemiş "Merhaba"lar sakladım her köşeye
vedalar bıraktım duraklarda.
Ne ararsan bir sevdanın içinde
fazlasıyla bıraktım ardımda.

Beni güzel hatırla!
Dizlerimde uyuduğunu düşün,
saçını okşadığımı, üşüyen ellerini ısıttığımı,
mutlu olduğun anları getir gözünün önüne.
Alnından öptüğüm dakikaları...
Birazdan kapını çalan kişi olabileceğimi düşün
şaşırtmayı severim biliyorsun.
Bu da sana son sürprizim olsun.
Şimdi, seninle yaşanan günleri ateşe veriyorum
beni güzel hatırla.
Gidiyorum...

10 Mart 2010 Çarşamba

Sen benden gittin gideli




Öyle ağırım ki kendime
Sen benden gittin gideli
Tenim küs olmuş tenime
Sen benden gittin gideli

Öyle bıkmışım ki kendimden
Kurudum düştüm dalımdan
Sanki ruhum çıktı canımdan
Sen benden gittin gideli

Bir cefam var idi bin oldu
Aktı gözüm yaşı sel oldu
Yaz baharım döndü kış oldu
Sen benden gittin gideli

Edip Akbayram

Yeşim Taşı




Genç bir adam, değerli taşlara ilgi duyarmış ve mücevher ustası olmaya karar vermiş. Bu mesleği yapacaksam, iyi bir mücevher ustası olmalıyım diye düşünmüş ve ülkedeki en iyi mücevher ustasını aramaya başlamış. Sonunda bulmuş, yanına varmış, bir süre bekledikten sonra usta tarafından kabul edilmiş.

Anlat, dinliyorum demiş usta. Genç adam anlatmaya başlamış; taşlara ilgi duyduğunu ve iyi bir mücevher ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatmış. Yaşlı usta sesini çıkarmadan genç adamı dinlemiş, sözleri bitince de ona bir taş uzatmış, Bu bir yeşim taşıdır dedikten sonra genç adamın avucuna taşı bırakmış ve avucunu kapatmış.Avucunu aynen böyle kapalı tut ve bir yıl boyunca hiç açma. Bir yıl sonra tekrar gel. Haydi şimdi güle güle demiş ve şaşkın genç adamı öylece bırakıp kalkmış, odadan çıkmış.

Genç adam evine dönmüş, kendisini merakla bekleyen annesiyle babasına neler olduğunu anlatmış. Anlattıkça da kendisine çok anlamsız gelen bu hareketi ve soğuk konuşması nedeniyle kızdığı ustaya olan öfkesi artıyormuş. Günler geçmeye başlamış. Genç adam sürekli söyleniyor ama avucunu hiç açmıyormuş. Nasıl böyle budalaca bir şey yapmamı ister. Bir de ülkenin en iyi mücevher ustası olacak. Bu saçmalığa bir yıl boyunca nasıl katlanacağım, böyle bir eziyetle nasıl yaşarım. Bu ne biçim ustalık. Ustalık kaprisi yapacaksa, bari başından yapmasaydı diye devamlı söyleniyor, her önüne gelene ustadan yakınıyor ama avucunu hiç açmıyormuş. Avucu kapalı uyuyor, bütün işlerini diğer eliyle yapıyormuş.Ve bu duruma da giderek alışmaya, diğer elini çok rahat kullanmaya başlamış. Uyurken de yanlışlıkla avucu açılıp taş düşmesin diye hep yarı uyanık uyuyormuş. Böylece bir yıl geçmiş, her günü zorluklarla dolu, her gecesi de yarım uykuyla yaşanmış bir yılı tamamlamış.

Ve o gün gelmiş. Genç adam tam bir yıl sonra, büyük ustanın karşısına çıkmış. Usta bir süre beklettikten sonra yanına gelince, genç adam ne kadar saçma bulursa bulsun, bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın verdiği gururla elini uzatmış, avucunu açmış. İşte taşın demiş, Bir yıl boyunca avucumda taşıdım, şimdi ne yapacağım? Yaşlı usta sakin bir sesle cevap vermiş: Şimdi sana bir başka bir yeşim taşı vereceğim, onu da aynı şekilde bir yıl boyunca avucunda taşıyacaksın. Bu söz üzerine genç adam bütün sükunetini kaybetmiş, bağırıp çağırmaya başlamış. Yaşlı ustayı bunaklıkla, delilikle suçlamış, mücevher ustalığını öğrenmek için gelen genç bir insana böyle eziyet ettiği için, hasta olduğunu bağıra çağıra söylemiş. Genç adam bağırıp çağırırken, yaşlı usta ona hissettirmeden birtaşı avucuna sıkıştırmış. Öfkeden yüzü kıpkırmızı genç adam, bir yandan bağırıp çağırırken avucundaki taşı hissetmiş. Durmuş, taşı biraz daha sıkmış ve heyecanla konuşmuş:BU TAŞ, YEŞİM TAŞI DEĞİL USTA!

Popüler Yayınlar