30 Haziran 2010 Çarşamba

Aşk üstüne





Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına
inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat
olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve
yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme
yaratmaktan başka hiçbir ise yaramayacaktır. Sen
kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya
hazırdır. Hani ağzınla kus tutsan "Bu kusun kanadı
neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile
karsılaşabilirsin. iki ucu keskin bıçaktır bu isin.
Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her
zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi
halin cezanda indirim sağlamaz. Sen, "Ama senin için
sunu yaptım" derken o, "sunu yapmadın" diye cevap
verecektir. Ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka
bir iddiayla karsılaşacaksındır.
Üzülme, sen askı yaşanması gerektiği gibi
yasadın. Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar
söyledin, düşündün, şiirler yazdın. "Peki o ne yaptı"
deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta. Sen askını
doya doya yasarken o kendine engeller koyuyorsa bu
onun sorunu. Bir insan eksik yaşıyorsa, ve bu
eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa
sen ne yapabilirsin ki onun için? Hayati ıskalama
lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o lüksü sonuna
kadar yasasın.
Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. "Acılara
tutunarak" yaşamayı öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş
yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen
mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki...
Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor. Kitap
okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç
görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık
olmak da keyif verecek sana. Yine içeceksin rakını
balığın yanında. Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma
özgürlüğü de cabası....
Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve
biliyorsun aslolan yürektir.Yürek sesi ne bilmeyenler,
ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma;
yasadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte.
Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın
sevda duygusunu.
Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o zaman
kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil,
günesin çiçekleri dolduracak yüreğini...

Nazım Hikmet

29 Haziran 2010 Salı

Babalar ve Kızları





Babalar aslında en çok kızlarını severler
Ama inanmaz kimse buna
...“Yalan” derler ...“imkansız” derler.
Her nedense kimse çıkıp da “neden?” demez.
Nedendir bilir misiniz?
Çünkü kız babası olmak,
Farklıdır, özeldir bambaşka bir duygusallık verir babalara
Hayatında hiç ağlamayan babalar bile kızlarını ellerine aldıklarında
Tutamazlar göz yaşlarını…
Ama bir taraftan da zordur kız babası olmak.
Bir kız iki evlat demektir.
İki canı birden sırtına yüklenmek demektir.
Çünkü biri iki yapan da kadındır, ikiyi üç yapan da…

Bunu bildiklerinden babalar,
Onların üzerlerine daha da titrerler.
Onlara her baktıklarında annelerini,
Bazen kırdıkları ama her şeye rağmen onları yetiştiren
Annelerini anımsarlar…


Ama bir yandan da koruma iç güdülerine yenilirler
Kızlarına hiçbir şey olmasın
Onlar hiç üzülmesin,
Gözlerinden bir damla yaş gelmesin isterler
O bir damla yaş için koca dünyayı yıkacak olurlar…


Ama bu sevgilerini,
bu bağlılıklarını,
Asla gösteremezler, utanırlar.
Çünkü baba demek; güçlü, çatık kaşlı olmak olarak öğretilmiştir
Onlara…

Gülümsemek isterler o güzel kızlarına gülümsemek…
Ama rolünün dışına çıktıklarını düşünüp
Dönerler eski çatık kaşlı, gergin suratlarına…
Bazen ağlamak isterler
Ama “Erkekler ağlamaz” denmiştir onlara
Yapamazlar bu yüzden saklarlar gözyaşlarını…

İşte böylece her şeyi içlerine atarlar
Kız babaları
Yansıtmazlar asla duygularını…

Ama dayanamazlar gece yarılarına
Ve giderler o güzel kızlarının tatlı şirin odalarına
Uzun uzun bakarlar yüzlerine
Ve bir kez daha hayran olurlar
O muhteşem güzelliklerine
Gündüzleri dokunamadıkları gözlerine, ellerine
Hiç bırakmayacakmış gibi dokunurlar
İçlerindeki duygunun gözyaşlarını boşaltırlar
Ve yavaşça güzel kızlarını öpüp
“İyi geceler” derler
Derinden derinden…

Eğer siz de bir sabah uyandığınızda yanağınızda
Bir damla gözyaşı hissederseniz
Bilin ki babanız o gece de sizi izlemiş
Ve en sonun da “iyi geceler” deyip gitmiştir…

28 Haziran 2010 Pazartesi

"Seni Seviyorum" Demek





İnanç Tarihi dersimin öğrencilerinden biriydi Tommy. Uzun saçlı, değişik
bir gençti. Sınıfta benimle en çok tartışan öğrenci oydu. Tanrı'ya kayıtsız
şartsız inanmayı kabullenmiyordu. Mezun olurken bana imalı, imalı;
-"Günün birinde Tanrı'yı bulacağıma inanıyor musun hocam? " dedi.
-"Hayır" dedim, yavaşça.
-"Yaaa" dedi. "Oysa senin, bu derste Tanrı'yı pazarladığını sanıyordum
hocam..." Kapıdan çıkıp gitmek üzereyken arkasından bağırdım:
-"Tanrı'yı bulabileceğini düşünmüyorum. Ama o seni mutlak bulacak bir gün,
eminim." Tommy, omuzunu silkip yürüdü... Mezuniyetten sonra izini
kaybetmiştim ki, acı haberi kendisi getirdi bana...Ölümcül kansere
yakalanmıştı. Odama girdiğinde; zayıflamış, çökmüştü... Kemoterapi,
o uzun saçlarını dökmüştü... Ama gözleri halâ pırıl pırıldı...
-"Birkaç haftalık ömrüm kalmış hocam" dedi.
-"Sana bir şey sorabilir miyim?" dedim.
-"Tabii" dedi, "Ne öğrenmek istiyorsun?"
-"Sadece 24 yaşında olmak ve ölmekte olduğunu bilmek nasıl bir şey?"
-"Daha kötüsü olabilirdi... 50 yaşında olmak, kafayı çekmek, kadınlarla
beraber olmak ve müthiş paralar kazanmayı, yaşamak, sanmak gibi..."
Sonra niye geldiğini anlattı... "Okulun son günü sana Tanrı'yı bulup
bulamayacağımı sormuş; "hayır" yanıtını alınca şaşırmıştım. Sonra,
"ama o seni bulur" dedin... İşte bunu çok düşündüm. Doktorlar
ciğerimden parça alıp kötü huylu olduğunu söylediklerinde;
Tanrı'yı aramayı ciddiye aldım birden... Habis ur, diğer hayati
organlarıma yayılmaya başlayınca, sabahlara kadar dualar etmeye
başladım... Hiç birşey olmadı. Bir sabah uyandığımda; ilahi bir mesaj
alma yolundaki umutsuz çabalarımdan vazgeçiverdim aniden.
Ömrümün geri kalan vaktini; Tanrı, ölümden sonra hayat falan gibi
şeylerle geçirmeyecektim. Daha önemli şeyler yapma kararı aldım.
O zaman gene seni düşündüm... "En büyük mutsuzluk, sevgisiz bir hayat
sürmektir, bundan daha kötüsü de bu dünyadan, sevdiklerine
"Seni seviyorum" diyemeden gitmektir" demiştin...
Son günlerimi bu eksiği gidermekle harcayacaktım işte...
En zorundan başladım... Babamdan..." Oğlu yanına geldiğinde;
babası, gazete okuyormuş.
-"Baba, seninle konuşmam lazım" demiş Tommy.
-"Peki, konuş oğlum"
-"Yani, çok önemli bir şey..."
Babası, gazeteyi 10 santim indirmiş o zaman aşağı;
- "Neymiş o bakalım?"
-"Baba, seni seviyorum. Bunu bilmeni istedim." Tommy,
gülümsedi, arkasını anlatırken... Babasının elinden yere düşmüş
gazete... Hayatında hiç yapmadığı iki şeyi yapmış.
Tommy'ye sarılmış ve ağlamış... Sabaha kadar konuşmuşlar.
Babası, ertesi sabah işe gitmek zorunda olduğu halde...
"Annem ve kardeşimle daha kolay oldu" diye devam
etti Tommy... "Onlar da bana sarılıp ağladılar. Yıllardır bana
söylemedikleri, söyleyemedikleri şeyleri anlattılar. Bütün bunları
yapmak için bu kadar geç kalmış olmama üzüldüm sadece...
Ölümün gölgesi üzerime düşünce; kalbimi açıyordum,
bana, aslında çok daha yakın olması gereken insanlara..."
Nefes aldı Tommy..." Bir gün baktım, Tanrı, orada...
Hemen yanıbaşımda duruyor... Ona yalvardığım zaman,
bana gelmemişti. Onun kendi programı vardı, kendi bildiği gibi
yapıyordu. Gerçek olan şu ki, haklıydın...
Ben, onu aramaktan vazgeçtiğim halde, gelip, beni bulmuştu."
- "Tommy" dedim. "Sandığından çok önemli şeyler söylüyorsun, tüm
insanlığa... Sen, Tanrı'yı bulmanın en emin yolunu anlatıyorsun.
Onu, sadece kendine ayırmak, sadece ihtiyaç duyunca aramak
işe yaramaz... Ama hayatını sevgiye açarsan o, gelir seni bulur.
Bunu anlatıyorsun farkında mısın?" Devam ettim; "Tommy, bana
bir iyilik yapar mısın, bunları gelip sınıfımda da anlatabilir misin?"
Bir gün tespit ettik. Ama Tommy gelemedi o gün... Ölümle hayatı
sona ermemişti tabii... Şekil değiştirmiş, büyük bir
adım atmıştı sadece... İnanmaktan, görmeye geçmişti...
Ölümünden önce son bir defa konuşmuştuk.
-"Söz verdiğim derse gelemeyeceğim, halsiz ve bitkinim hocam" demişti..
-"Anlıyorum Tommy !"
-"Benim yerime onlara sen anlatır mısın hocam, sen anlatır mısın?
Herkese, bütün dünyaya, benim için anlatır mısın?"
-"Anlatırım Tommy" dedim. "Anlatırım, merak etme!"

İnsanlara; "Seni seviyorum" demek için, ölümü beklemenize
gerek yok, şimdi, hemen şimdi başlayabilirsiniz...
Başlayın ki, hayatınız güzelleşsin, zenginleşsin..

Hem, şimdi başlamazsanız,
belki de hiç söyleme şansınız olmayabilir..

25 Haziran 2010 Cuma

Bedevinin Köpeği





Bir bedevinin çok değer verdiği bir köpeği vardı. Bir gün bu köpek hastalandı can çekişiyordu. Bunu fark eden adam ağlayıp gözyaşı dökmeye başladı. O sırada orada bir dilenci geçiyordu; merek edip sordu :

- "Neden böyle ağlıyosun? Ne oldu? " dedi.

Adam hüzünle cevap verdi :

- "Bir köpeğim vardı, çok akıllı çok marifetli bir köpekti, bak işte şuracıkta, yolun üstünde ölüyor, onun için ağlıyorum." dedi.

Dilenci sordu :

- "Köpeğinin derdi neydi, neden ölüyor?" dedi. Bedevi cevap verdi :

- "Zavallı köpeğim açlıktan ölüyor." dedi.

Bunun üzerine dilenci sordu :

- "Elinde şu dolu dağarcıkta ne var." dedi.

Bedevi :

- "Dün geceden kalan ekmeğim, azığım." dedi.

Dilenci:

- "Madem öyle neden o zavallı köpeğe bir parça ekmek vermedin de şimdi ağlayıp duruyorsun." dedi.

Bedevi :

- "Ekmeği insana kimse bedava vermiyor, fakat gördüğün gibi gözyaşı dökmek bedava... Onun için bırak da doya doya ağlayayım." dedi.

24 Haziran 2010 Perşembe

Kanepenin Sağlam Tarafı





Mut’un bir dağ köyünde dostlarla birlikte gezerken yaşlı bir karı kocayı gördüm. Baktım bir kanepenin üzerinde oturuyorlar… İyice yaklaştığımda tezekten yapılmış evlerinin bahçesinde oturdukları kanepenin bir tarafının tamamen kırık olduğunu, kanepenin sağlam tarafına sıkışarak oturduklarını ve sohbet ettiklerini anladım…
Yüzlerinde bir tebessüm vardı.
Kanepenin bir tarafı tamamen kırılmıştı…
Evin halinden ve karı kocanın kılık kıyafetinden maddi durumlarının hiç iyi olmadığı ve yeni bir kanepe alacak güçlerinin olmadığı hemen anlaşılıyordu…
Selamlaştıktan sonra, ‘Kanepe kırılmış’ dedim…
Yaşlı adam büyük bir bilgelikle cevap verdi;
‘ Biz de sağlam tarafına oturuyoruz… Yetiyor bize.’
Kadın da tamamladı, ‘ He ya yetiyor bize bak ne güzel oturuyoruz’

Sevdiğimin elini daha sıkı tuttum…
Öyle ya,’ Aşk bu kanepe neden kırık, neden yeni bir kanepe almıyoruz’ diye dırdır etmek, şikâyet etmek yerine, ‘Kanepenin sağlam tarafını paylaşmak’ değil midir?

Tahir Özgür

21 Haziran 2010 Pazartesi

Yüzüğün Değeri





Genç adam yöresindeki bilge ve yaşlı kişilerle ilgili olumsuz sözler söylüyordu. Bir gün Dhu Nun ona küçük bir ders vermek istedi.

Genç adamı yanına çağırdı ve parmağındaki yüzüğü eline verdi.

“Şimdi” dedi. “Pazara git ve bu yüzüğü bir altına sat.”

Genç adam bilgenin verdiği yüzüğü satmak için pazara gitti. Ama hiç kimse yüzüğe on gümüşten fazla vermiyordu. Sonunda umutsuzca Dhu Nun’un yanına döndü ve olanları anlattı.

Yaşlı bilge, genç adamın uzattığı yüzüğü almadı. Ona bu kez yeni bir görev verdi:

“Şimdi kuyumcuya git ve bu yüzüğün değerinin ne kadar olduğunu sor.”

Genç adam bu kez elindeki yüzükle kuyumcuya gitti. Kuyumcu genç adamın gösterdiği yüzüğü inceledikten sonra “Size bu yüzük için bin altın verebilirim” dedi.

Genç adam kuyumcunun verdiği rakamı duyunca şaşırdı. Hemen yaşlı bilgenin yanına giderek ona bu kez kuyumcuda olanları anlattı.

Dhu Nun genç adamı dinledikten sonra ona hiç unutamayacağı bir yaşam dersi verdi:

“Dünyadaki her varlığın gerçek değerini anlaman için çok çalışıp okuman, o işin uzman olman gerekir.”

19 Haziran 2010 Cumartesi

OĞULA SESLENİŞ...




Sizin hiç canlı canlı kolunuzu kestiler mi?
Hiç elinizi uzattınız mı ocakta yanan ateşin üzerine?
Demir tokmakları, başınıza başınıza
indirdiler mi iri yarı adamlar?
Gözü dönmüş birileri kırdılar mı parmaklarınızı?
Tel örgülere takıldı mı sırtınız yerlerde sürünürken?
Birisi gelip kolunuzu kıvırdı mı arkaya,
zorlayarak "çat" diye kırıverdi mi?
Çaresizlik denilen; çaresi bulunmayan tek gerçek,
sarıldı mı boğazınıza?
Adamın biri gelip iki gözünüze
iki parmağını sokup, kör etti mi sizi?
Büyük değirmen taşlarını getirip
koydular mı üzerinize, sırt üstü yatarken?
İyice bilenmiş bir bıçağı böğrünüze sokup
çevirdiler mi 360 derece?
Ayağınız kayıp yola düştünüğünüzde,
bacağınızın üzerinden hiç kamyon geçti mi?
Su diye size uzatılan bardağı kafanıza diktiğinizde
içinde asit olduğunu fark ettiniz mi?
Demir bir çubuk boğazınızdan girip
boyununuzun arkasından çıktı mı hiç?
Yolda sessiz sakin yürürken, aniden birisi gelip suratınızın
en ortalık yerine muhteşem bir yumruk savurdu mu?
Balkondan düşen koca bir saksı,
tam kafanızın ortasına indi mi?
Evinizin alev alev ateşler içinde yandığını seyrettiniz mi?
Bir insanın sel suları içinde çırpına çırpına
can verdiğini gördünüz mü?
Veya bütün bunları görmemiş,
yaşamamış bile olsanız, biraz düşününüz.
İşte bunların hepsi bir anda, benim başıma geldi.
19 yıl babalık etmeye çalıştığım, Allah'ın bana emaneti,
canım, gülüm, hayatım,her şeyim, bir tanem,
sebeb-i hayatım, evladım, oğlum Nihad, 3 dakika içinde
yok olası kollarımın arasında ölüp gitti.
Yapacak hiçbir şeyim yoktu.
Kapının camı şahdamarını kesmişti.
Fıskiye gibi kan fışkırıyordu. Kan fışkırıyordu,
umutlarım, istikbalim, hayatım yerlere dökülüyordu.
Bana yakın durması gereken ölüm, beni ölmeden öldürüyordu...
Bugün senden ayrılalı tam 1 yıl oldu.
365 günün, bir tanesinde bile seni göremedim, elini tutamadım,
yanağını öpemedim, bağrıma basıp sıkı sıkı sarılamadım.
Evde tek başıma otururken, kapıda anahtar dönmedi
ve sen içeriye girmedin.
Bir tek gece odanın ışığı yanmadı. Ben kapını açıp,
"yatıyorum, sen yatmıyor musun?" diye soramadım...
Yaşamak canımı sıkmaya başladı.
Gül, senin aradığına dair bir tek not vermedi tam 365 gündür.
Bu kadar çabuk mu unuttun beni diye
düşünüyorum zaman zaman.
Ama beni unutmayacağını, unutmadığını biliyorum,
ben de biliyorum, halan da biliyor, enişten de, Ece de.
Ama oradan bir bağlantı kurulması mümkün değil...
Günler geçiyor arslanım. Her geçen dakikayı beni sana
yaklaştırdığı için seviyorum. Eskiden nasıl üzülürdüm
zaman geçiyor, birgün senden ayrılacağım diye .
Ama şimdi her şey tersine döndü...
Her şeye tahammül edebiliyor insan.
Allah böyle bir sabır vermiş kullarına.
Ama tahammülü mümkün olmayan bir tek şey var.
Senin sevginden mahrum olmak. Bunu hissedememek.
İşte ölmeden bu öldürüyor insanı.

Cenk KORAY

16 Haziran 2010 Çarşamba

Sağlık Olsun




Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama
Yarım saat erkene kurulsun saatin
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin..
Pencerini aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin
Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart
Çek kızarmış ekmek kokusunu içine
Bak güzelim kahvaltının keyfine..
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,
Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden,
Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,
Ohhh şöyle bir hafifle
Bir güzel kahve ısmarla kendine, seni mutlu eden sesi duymak için alo de
Hiç işin olmasada öğle üzeri dışarı çık
Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa
Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak
Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa, çocuk görürsen yanağından makas al..
Sonra,şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı, sen çok dar da iken kimler seni ferahlattı, hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı?
Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor..
Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak, yüzünde güller açtıracak..
Günün güzeldi değil mi?
Akşamın da güzel olsun..
Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun..
Saklama tabakları, bardakları misafire
Sizden ala misafir mi var bu dünyada
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil, vazife yapar gibi hiç değil,
Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi, eksik bıraktıklarını tamamlar gibi
tadına var akşamının..
Gece evinde, dostların olsun
Sohbet mezen, kahkahan içkin olsun..
Arkadaşım, hayat bu daha ne olsun?
Ama en önce ve illa ki sağlık olsun!

Can YÜCEL

12 Haziran 2010 Cumartesi

BİR DERVİŞTEN NASİHATLER







Emanete ihanet etmeyin..
Halinizden şikayet etmeyin..
Büyüğünüze emretmeyin..
Boş şeylerde israr etmeyin..
Cahillerle sohbet etmeyin.
Nefesinizi boşa tüketmeyin..
İnsanları bekletmeyin. .
Etrafınızı kirletmeyin.
Hayatınızı mahvetmeyin. .
Kimseye minnet etmeyin.
İnsanları yüzüne karşı methetmeyin. .
Kimseye küfretmeyin..
Kötülüge meyil etmeyin..
Malınızı boşa sarf etmeyin..
Sırrınızı açık etmeyin..
Her şeyi merak etmeyin..
Suçunuzu inkar etmeyin..
Şerefinizi kaybetmeyin. .
Vatanınızi terk etmeyin..
İyiliğe niyet edin..
Büyüklere hürmet edin..
Sıkıntıya sabredin.
Aza kanaat edin..
Sözünüzde sebat edin..
Bildiğinizle amel edin..
Hatanızı Kabul edin..
Yaramaz ise def edin..
Varken tasarruf edin..
Alimlerle sohbet edin..
Nefsinizle inat edin..
Sofranıza davet edin..
Zararlıysa men edin..
Seviyorsanız ifade edin..
Kalpleri fethedin..
Misafire ikram edin..
Muhtaca yardım edin..
Bilseniz de istişare edin..
Tehlikeye dikkat edin..
Hakkı teslim edin..
Unutacaksanız kaydedin..
Esirgemeyin lütfedin..
Gariplere merhamet edin..
Kazanmaya gayret edin..
Çalışanı takdir edin..
Başarıyı tebrik edin..
Mazereti Kabul edin..
Her an tevekkül edin..
Hastaları ziyaret edin..
Çocuğunuzu terbiye edin..
İyiliği emredin..
Kötülüğü terk edin..
Herkese tebessüm edin..
Güvenseniz de kontrol edin..
İnanmayana ispat edin..
Fakirleri gözetin..
Hayır için sarf edin..

9 Haziran 2010 Çarşamba

Pozitif Düşünmek




Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi.
Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu bir şey bulurdu.
Hatta, bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile,
"Bu adam bu halde bile nasıl iyimser olabiliyor?" diye.

...Birisi nasıl olduğunu sorsa; "Bomba gibiyim" diye yanıt verirdi hep.
"Bomba gibiyim..."

Jerry, doğal bir motivasyoncuydu.
Yanındaki insanlardan biri o gün, kötü bir gündeyse,
Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı.

Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni.

Bir gün Jerry'ye gittim. "Anlayamıyorum" dedim.
"Nasıl oluyor da, her zaman, her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun? Nasıl başarıyorsun bunu?"

Her sabah kalktığımda kendi kendime;
"Jerry, bugün iki seçimin var. Havan ya iyi olacak ya da kötü" derim.
Her zaman havamın iyi olmasını seçerim.

Kötü bir şey olduğunda yine iki seçimim var.
Kurban olmak ya da ders almak.
Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim.

Birisi bana bir şeyden şikayete geldiğinde, yine iki seçimim var.
Şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek.
Ben olumlu yanlarını göstermeyi seçerim.

"Yok yahu" diye dalga geçtim. "Bu kadar kolay yani"

"Evet...Kolay..." dedi Jerry.

"Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır.
Sen her durumda nasıl davranacağını seçersin.
Sen insanların senin tavrından nasıl etkileneceklerini seçersin.
Sen havanın, tavrının iyi ya da kötü olmasını seçersin.
Yani sen hayatını nasıl yaşayacağını seçersin"

Jerry'nin sözleri beni oldukça etkiledi.
Onu uzun yıllar görmedim. Ama hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek yerine olumlu seçimler yaptığımda hep onu hatırladım.

Yıllar sonra Jerry'nin başına çok talihsiz bir olay geldi.
Soygun için gelen hırsızlar Jerry'yi delik deşik etmişler.
Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış.
Taburcu edildiğinde kurşunların bazıları hala vücudundaymış.

Ben onu olaydan altı ay sonra gördüm.
"Nasılsın?" diye sorduğumda; "Bomba gibi" dedi.
"Bomba gibi"

"Olay sırasında neler hissettin Jerry?" dedim.

"Yerde yatarken iki seçimim var diye düşündüm.
Ya yaşamayı seçecektim ya ölümü. Ben yaşamayı seçtim."

"Korkmadın mı? Şuurunu kaybetmedin mi?"

Ambulansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı.
Bana hep "iyileşeceksin merak etme" dediler.
Ama acil servisin koridorlarinda sedyemi hızla sürerken
doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce ilk defa korktum.
Bu gözler bana "Bu adam ölmüş" diyordu.

"Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra ölü bir adam olacaktım"

"Ne yaptın?" diye merakla sordum.

Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak
"herhangi bir şeye ihtiyacım olup olmadığını" sordu.

'Evet' diye yanıt verdim.
"Var"

Doktorlar ve hemşireler merakla sustular.

Derin bir nefes alarak kendimi topladım ve bağırdım;
"Benim kurşunlara alerjim var!.."

Doktor ve hemşireler gülmeye başladılar.

Tekrar bağırdım;
"Ben yaşamayı seçtim.
Beni bir canlı gibi ameliyat edin. Otopsi yapar gibi değil"

Jerry, sadece doktorların büyük ustalıklari sayesinde değil,
kendi olumlu tavrının da büyük katkısı ile yaşadı.

Yaşaması bana yeni bir ders oldu.
Hergün hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız
ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim
ve herşeyin kendi seçimlerimize bağlı olduğunu.

2 Haziran 2010 Çarşamba

Gerçek Bir Dostunuz Varsa .....




Solgun yüzü her geçen gün biraz daha soluyor, sanki hayat omuzlarına her geçen gün biraz daha yükleniyordu. Yaşamdan bıkmıştı, gözleri yılgın bakıyordu. Işıl ışıl olması gereken o gözler sönük ve bitikti sanki... Umut; daha 21’inde, her gün ölümü biraz daha yaklaşmış olarak ensesinde hissediyordu. Umut ölüyordu...

Aldığı o kemoterapi denen illet, onu daha ölmeden öldürüyordu. İlaç sonrası çektiği acıyı bir tek o biliyordu...

Umut ölüyordu...

Bir seferinde " ölmek istemiyorum" demişti doktoruna. " Basket takımında idim, yeni bir kulüpten transfer teklifi gelmişti. Sonra gitar çalıyorum, daha çalmasını öğrenmek istediğim çok parça var. Ben bir psikolog olacağım. Bunları 6 aya nasıl sığdırırım, söyler misiniz bana? " diye bağırdı Umut. Sitemi sadece kaderineydi, koskoca doktorun gözleri doldu. Umut ölüyordu...

Kendini çok kötü hissettiği bir gün ailesi, onu gene apar topar hastaneye kaldırdı. Acil kan gerekiyordu. Aileden kimsenin kanı uymadığı için kan, anonsla arandı.

Yener, o sırada hastanede yatan bir arkadaşını ziyaret etmekte idi. " bu kan benim kanımla ayni" , dedi arkadaşına... Kan vermek için aşağı kata koştu. " Kan vereceğim " dedi. " anons için geldim".

Yener ve Umut bu vesile ile tanıştılar. O gün Yener, kan verdiği hastayı ziyaret etmek istemişti... Nereden bilecekti ki o gün tanıştığı bu kişinin, hayatının sonuna kadar onun en iyi dostu olacağını.

" Geçmiş olsun " dedi Yener, Umut’a. " bana kan vermişsiniz, sağ olun, ama zahmet olmuş" dedi. "Uğraşıp durmayın! nasılsa ben yakında ölüp gideceğim. Ha bir gün önce, ha bir gün sonra . Ne fark eder , değil mi?"

Yüzündeki açıkca okunan hüznü umursamaz tavırlara bırakmak istiyordu Umut, ama pek başarılı olamıyordu.

Yener elindeki gitarı yatağın kenarına bıraktı. Umut o zaman gitarı fark etti. Demek gitar çalıyordu. Umut da çalıyordu ama şu illet hastalığa yakalandığı 9 aydır, eline gitarı almamıştı.
" Sen daha yaşarken pes etmişsin dostum " diye başladı söze Yener. " Bak, hayat savaş demektir, kimi ekmek parası için savaşır, kimi bir parça toprak için... Sen yaşamak için savaşmazsan, bu hastalık seni, sen ölmeden gömer, unutma! " diye bitirdi sözünü.

Umut savaşmaktan yorulmuştu, artık şu ölüm gelse de alsaydı onu. Herkesin ona acıyarak bakmasından bıkmıştı. Aldığı ilaçlara bağımlı yaşamaktan nefret ediyordu.. Hayattan buz gibi soğumuştu. Sanki boş bir mezar bulsa orada ölümü bekleyecekti. O denli bitmişti.

Yener, Umut’u çok iyi anlıyordu. Çünkü iki buçuk yıl önce kaybettiği kız arkadaşı, canı, kelebeği de ayni Umut gibi gözleri önünde daha ölmeden, ölüp gitmişti. Yener ona yardım edememişti. Hem onsuz geçecek yıllarını düşünüp kendine acımaktan buna vakit bulamamış, hem de arkadaşı Ayşegül de tam olarak bu hisleri anlayamamıştı.. Çünkü Ayşegül ile Yener’in de bir parçası ölüyordu. Yener kelebeğini kaybediyordu.

Ayşegül’üne yardım edememişti Yener, ama Umut’a edecekti. O gün buna karar verdi. Çünkü Umut’un gözlerindeki o sönmüş ışık tanıdıktı...
Ayşegül’ünkilerle aynıydı.

" Ben de gitar çalıyorum " dedi Umut... " Ama artık, pek zamanım olmuyor... Çünkü hayatım yatakta geçiyor. "
Yener gitarını aldı. " Şimdi gidiyorum, annenlere söyle gitarını getirsinler, yarın uğradığımda bir konser veririz. Ne dersin ?", dedi.

Umut gülümsedi...

Bu çocuğu, sevmeye mi başlamıştı ne ?

Gitarı ellerine aldılar. Yener öyle neşeli parçalar çalıyordu ki, Umut’un yüzü uzun zamandır böyle gülmemişti.. Ne tesadüf, ikisi de ayni yaşta idi. Yener milli bir voleybolcu idi, Umut ise bir basketci. İkisi de gitar çalıyordu. Ama Umut ölüyordu.

Bu düşünceyi bir türlü aklından çıkaramıyordu Umut. Gülümsemesi yüzünde dondu kaldı.
Yener, Umut’un yüzünde yeni yeni parlayan ışığın yine sönüp gittiğini fark etti.
" Ne zaman çıkıyorsun hastaneden "? diye sordu. "Yarın " dedi umut. "Yazlık evimize gideceğiz. " Sonra tekrar yüzünü gülümseme sardı. "Sen de gelsene!".

Umutların evi denize bakan güzel bir villa idi. Kayalıklar arasındaki ev, kuşbakışı tüm körfezi görüyordu.
Yener,
" Hadi yüzmeye " dedi
Umut
“ Ama ben çok halsizim”.
Yener
" evde oturmaya devam edersen daha da halsizleşeceksin.! " dedi.
" Haklısın ". dedi Umut.

Kayalara ulaştıklarında en yüksek kayanın ucunda durdu Yener. " Sence burası kaç metredir?", dedi." Bence 3-4 metre var ve su sığ" dedi Umut. Yener " Ben buradan atlayacağım", dedi. "Saçmalama " dedi Umut, "Çok tehlikeli". Yener kayaların ucuna gitti, bir iki dakika durdu ve hiç tereddüt ermeden atladı.

Umut’un rengi atmıştı. Kayanın ucuna koştu. Bir iki dakika soluk alamadı. Yener’in su yüzüne çıkıp ona el salladığını görünce, bulunduğu yere çömeldi ve ellerini başının arasına alıp öylece kaldı.

Yener kıyıya çıkmış gülerek geliyordu. Umut’a yaklaştı. " Nasıl atlayıştı ama? " diye sordu gülerek. Umut cevap vermedi.
Yener " Umut ?," dedi. Umut başını kaldırdı, ağlıyordu. Bağırmaya başladı. " Sen delirdin mi ? Ölebilirdin."

Yener Umut’a baktı önce, sonra elindeki havluyu yere atıp Umut’un yanına oturdu.
" Gördünüzmü Umut bey? İnsanın gözlerinin önünde bir sevdiğinin ölüme gitmesi ne kadar zormuş? Tamam, sen kendini düşünmüyorsun, Peki anneni de mi düşünmüyorsun? Dostun Yeneri de mi düşünmüyorsun? Varını yoğunu sana harcamaya hazır babanı da mı düşünmüyorsun? Gördün mü sevdiğinin eridiğini görmek ne zormuş.? Sen ölmeden gömülmeyi seçmişsin. Ölümden korkma demiyorum. Ben de atlamadan önce bir iki saniye korktum, ama korkunun ilacı, üzerine gitmektir korkunun. Savaş bu korku ile... Üzerine git. Daha savaşa başlamadan yenilgiyi kabul ediyorsun. Üzülme, bana bir şey olmazdı ". dedi Yener ve şaka ile ekledi " Yener, ölümü bile Yener." Sonra son derece ciddi, şöyle dedi : " Ve Yener ile Umut bu hastalığı da yenecek. Söz veriyormusun?".

Ağlamayı kesmişti Umut, Yener’in söylediklerini dikkatle dinliyordu. Yener bugüne kadar hiç düşünmediği bir şeyi anlamsına yardım etmişti. Onu sevenler de çok acı çekiyordu.. Kendisi ve sevenleri için yaşamalıydı.

Yener ayağa kalktı, Umut’a elini uzattı. Kenetlenen bu eller bir illeti. Kanseri yenecekti.

O yıl yapılan ilik nakli ile Unut hayata döndü. Ama Umut’un asıl hayata dönüş gününü sadece Yener ve Umut biliyordu. Sıcak bir yaz günü, kayaların üzerinde Umut tekrar doğmuştu.

Umut ve Yener’ in dostluğu her yıl çığ gibi büyüyerek gelişti. Ta ki, geçen sene Yener bir trafik kazasında son nefesini verene dek...

43 yaşındaki Umut, onsuzluğa alışmanın ne zor olduğunu bilerek, ama sevdikleri için hayatın acılarına katlanarak bir yılı doldurmuştu.

Yazlık evlerinin balkonunda, yıllar önce hayata yeniden doğduğu kayalara baktı. Ve seslendi :
- Yener !
Küçük çocuk koşarak geldi:
- Evet baba !
- Gitar çalmayı öğrenmek istiyordun, değil mi? . Çocuk sevinçle bağırdı:
-Eveeet !
-Koş o zaman , yatağımın başucunda asılı olan Yener Amca’nın gitarını getir. O gitar bu günden sonra senin gitarın olacak.
Gerçek bir dostla kanser bile yenilebilir.

Gerçek bir dostunuz var ise, hayata her an yeniden doğabilirsiniz.

Dostlarınızla, dostça kalın...

30 Haziran 2010 Çarşamba

Aşk üstüne





Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına
inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat
olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve
yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme
yaratmaktan başka hiçbir ise yaramayacaktır. Sen
kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya
hazırdır. Hani ağzınla kus tutsan "Bu kusun kanadı
neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile
karsılaşabilirsin. iki ucu keskin bıçaktır bu isin.
Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her
zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi
halin cezanda indirim sağlamaz. Sen, "Ama senin için
sunu yaptım" derken o, "sunu yapmadın" diye cevap
verecektir. Ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka
bir iddiayla karsılaşacaksındır.
Üzülme, sen askı yaşanması gerektiği gibi
yasadın. Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar
söyledin, düşündün, şiirler yazdın. "Peki o ne yaptı"
deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta. Sen askını
doya doya yasarken o kendine engeller koyuyorsa bu
onun sorunu. Bir insan eksik yaşıyorsa, ve bu
eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa
sen ne yapabilirsin ki onun için? Hayati ıskalama
lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o lüksü sonuna
kadar yasasın.
Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. "Acılara
tutunarak" yaşamayı öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş
yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen
mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki...
Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor. Kitap
okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç
görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık
olmak da keyif verecek sana. Yine içeceksin rakını
balığın yanında. Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma
özgürlüğü de cabası....
Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve
biliyorsun aslolan yürektir.Yürek sesi ne bilmeyenler,
ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma;
yasadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte.
Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın
sevda duygusunu.
Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o zaman
kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil,
günesin çiçekleri dolduracak yüreğini...

Nazım Hikmet

29 Haziran 2010 Salı

Babalar ve Kızları





Babalar aslında en çok kızlarını severler
Ama inanmaz kimse buna
...“Yalan” derler ...“imkansız” derler.
Her nedense kimse çıkıp da “neden?” demez.
Nedendir bilir misiniz?
Çünkü kız babası olmak,
Farklıdır, özeldir bambaşka bir duygusallık verir babalara
Hayatında hiç ağlamayan babalar bile kızlarını ellerine aldıklarında
Tutamazlar göz yaşlarını…
Ama bir taraftan da zordur kız babası olmak.
Bir kız iki evlat demektir.
İki canı birden sırtına yüklenmek demektir.
Çünkü biri iki yapan da kadındır, ikiyi üç yapan da…

Bunu bildiklerinden babalar,
Onların üzerlerine daha da titrerler.
Onlara her baktıklarında annelerini,
Bazen kırdıkları ama her şeye rağmen onları yetiştiren
Annelerini anımsarlar…


Ama bir yandan da koruma iç güdülerine yenilirler
Kızlarına hiçbir şey olmasın
Onlar hiç üzülmesin,
Gözlerinden bir damla yaş gelmesin isterler
O bir damla yaş için koca dünyayı yıkacak olurlar…


Ama bu sevgilerini,
bu bağlılıklarını,
Asla gösteremezler, utanırlar.
Çünkü baba demek; güçlü, çatık kaşlı olmak olarak öğretilmiştir
Onlara…

Gülümsemek isterler o güzel kızlarına gülümsemek…
Ama rolünün dışına çıktıklarını düşünüp
Dönerler eski çatık kaşlı, gergin suratlarına…
Bazen ağlamak isterler
Ama “Erkekler ağlamaz” denmiştir onlara
Yapamazlar bu yüzden saklarlar gözyaşlarını…

İşte böylece her şeyi içlerine atarlar
Kız babaları
Yansıtmazlar asla duygularını…

Ama dayanamazlar gece yarılarına
Ve giderler o güzel kızlarının tatlı şirin odalarına
Uzun uzun bakarlar yüzlerine
Ve bir kez daha hayran olurlar
O muhteşem güzelliklerine
Gündüzleri dokunamadıkları gözlerine, ellerine
Hiç bırakmayacakmış gibi dokunurlar
İçlerindeki duygunun gözyaşlarını boşaltırlar
Ve yavaşça güzel kızlarını öpüp
“İyi geceler” derler
Derinden derinden…

Eğer siz de bir sabah uyandığınızda yanağınızda
Bir damla gözyaşı hissederseniz
Bilin ki babanız o gece de sizi izlemiş
Ve en sonun da “iyi geceler” deyip gitmiştir…

28 Haziran 2010 Pazartesi

"Seni Seviyorum" Demek





İnanç Tarihi dersimin öğrencilerinden biriydi Tommy. Uzun saçlı, değişik
bir gençti. Sınıfta benimle en çok tartışan öğrenci oydu. Tanrı'ya kayıtsız
şartsız inanmayı kabullenmiyordu. Mezun olurken bana imalı, imalı;
-"Günün birinde Tanrı'yı bulacağıma inanıyor musun hocam? " dedi.
-"Hayır" dedim, yavaşça.
-"Yaaa" dedi. "Oysa senin, bu derste Tanrı'yı pazarladığını sanıyordum
hocam..." Kapıdan çıkıp gitmek üzereyken arkasından bağırdım:
-"Tanrı'yı bulabileceğini düşünmüyorum. Ama o seni mutlak bulacak bir gün,
eminim." Tommy, omuzunu silkip yürüdü... Mezuniyetten sonra izini
kaybetmiştim ki, acı haberi kendisi getirdi bana...Ölümcül kansere
yakalanmıştı. Odama girdiğinde; zayıflamış, çökmüştü... Kemoterapi,
o uzun saçlarını dökmüştü... Ama gözleri halâ pırıl pırıldı...
-"Birkaç haftalık ömrüm kalmış hocam" dedi.
-"Sana bir şey sorabilir miyim?" dedim.
-"Tabii" dedi, "Ne öğrenmek istiyorsun?"
-"Sadece 24 yaşında olmak ve ölmekte olduğunu bilmek nasıl bir şey?"
-"Daha kötüsü olabilirdi... 50 yaşında olmak, kafayı çekmek, kadınlarla
beraber olmak ve müthiş paralar kazanmayı, yaşamak, sanmak gibi..."
Sonra niye geldiğini anlattı... "Okulun son günü sana Tanrı'yı bulup
bulamayacağımı sormuş; "hayır" yanıtını alınca şaşırmıştım. Sonra,
"ama o seni bulur" dedin... İşte bunu çok düşündüm. Doktorlar
ciğerimden parça alıp kötü huylu olduğunu söylediklerinde;
Tanrı'yı aramayı ciddiye aldım birden... Habis ur, diğer hayati
organlarıma yayılmaya başlayınca, sabahlara kadar dualar etmeye
başladım... Hiç birşey olmadı. Bir sabah uyandığımda; ilahi bir mesaj
alma yolundaki umutsuz çabalarımdan vazgeçiverdim aniden.
Ömrümün geri kalan vaktini; Tanrı, ölümden sonra hayat falan gibi
şeylerle geçirmeyecektim. Daha önemli şeyler yapma kararı aldım.
O zaman gene seni düşündüm... "En büyük mutsuzluk, sevgisiz bir hayat
sürmektir, bundan daha kötüsü de bu dünyadan, sevdiklerine
"Seni seviyorum" diyemeden gitmektir" demiştin...
Son günlerimi bu eksiği gidermekle harcayacaktım işte...
En zorundan başladım... Babamdan..." Oğlu yanına geldiğinde;
babası, gazete okuyormuş.
-"Baba, seninle konuşmam lazım" demiş Tommy.
-"Peki, konuş oğlum"
-"Yani, çok önemli bir şey..."
Babası, gazeteyi 10 santim indirmiş o zaman aşağı;
- "Neymiş o bakalım?"
-"Baba, seni seviyorum. Bunu bilmeni istedim." Tommy,
gülümsedi, arkasını anlatırken... Babasının elinden yere düşmüş
gazete... Hayatında hiç yapmadığı iki şeyi yapmış.
Tommy'ye sarılmış ve ağlamış... Sabaha kadar konuşmuşlar.
Babası, ertesi sabah işe gitmek zorunda olduğu halde...
"Annem ve kardeşimle daha kolay oldu" diye devam
etti Tommy... "Onlar da bana sarılıp ağladılar. Yıllardır bana
söylemedikleri, söyleyemedikleri şeyleri anlattılar. Bütün bunları
yapmak için bu kadar geç kalmış olmama üzüldüm sadece...
Ölümün gölgesi üzerime düşünce; kalbimi açıyordum,
bana, aslında çok daha yakın olması gereken insanlara..."
Nefes aldı Tommy..." Bir gün baktım, Tanrı, orada...
Hemen yanıbaşımda duruyor... Ona yalvardığım zaman,
bana gelmemişti. Onun kendi programı vardı, kendi bildiği gibi
yapıyordu. Gerçek olan şu ki, haklıydın...
Ben, onu aramaktan vazgeçtiğim halde, gelip, beni bulmuştu."
- "Tommy" dedim. "Sandığından çok önemli şeyler söylüyorsun, tüm
insanlığa... Sen, Tanrı'yı bulmanın en emin yolunu anlatıyorsun.
Onu, sadece kendine ayırmak, sadece ihtiyaç duyunca aramak
işe yaramaz... Ama hayatını sevgiye açarsan o, gelir seni bulur.
Bunu anlatıyorsun farkında mısın?" Devam ettim; "Tommy, bana
bir iyilik yapar mısın, bunları gelip sınıfımda da anlatabilir misin?"
Bir gün tespit ettik. Ama Tommy gelemedi o gün... Ölümle hayatı
sona ermemişti tabii... Şekil değiştirmiş, büyük bir
adım atmıştı sadece... İnanmaktan, görmeye geçmişti...
Ölümünden önce son bir defa konuşmuştuk.
-"Söz verdiğim derse gelemeyeceğim, halsiz ve bitkinim hocam" demişti..
-"Anlıyorum Tommy !"
-"Benim yerime onlara sen anlatır mısın hocam, sen anlatır mısın?
Herkese, bütün dünyaya, benim için anlatır mısın?"
-"Anlatırım Tommy" dedim. "Anlatırım, merak etme!"

İnsanlara; "Seni seviyorum" demek için, ölümü beklemenize
gerek yok, şimdi, hemen şimdi başlayabilirsiniz...
Başlayın ki, hayatınız güzelleşsin, zenginleşsin..

Hem, şimdi başlamazsanız,
belki de hiç söyleme şansınız olmayabilir..

25 Haziran 2010 Cuma

Bedevinin Köpeği





Bir bedevinin çok değer verdiği bir köpeği vardı. Bir gün bu köpek hastalandı can çekişiyordu. Bunu fark eden adam ağlayıp gözyaşı dökmeye başladı. O sırada orada bir dilenci geçiyordu; merek edip sordu :

- "Neden böyle ağlıyosun? Ne oldu? " dedi.

Adam hüzünle cevap verdi :

- "Bir köpeğim vardı, çok akıllı çok marifetli bir köpekti, bak işte şuracıkta, yolun üstünde ölüyor, onun için ağlıyorum." dedi.

Dilenci sordu :

- "Köpeğinin derdi neydi, neden ölüyor?" dedi. Bedevi cevap verdi :

- "Zavallı köpeğim açlıktan ölüyor." dedi.

Bunun üzerine dilenci sordu :

- "Elinde şu dolu dağarcıkta ne var." dedi.

Bedevi :

- "Dün geceden kalan ekmeğim, azığım." dedi.

Dilenci:

- "Madem öyle neden o zavallı köpeğe bir parça ekmek vermedin de şimdi ağlayıp duruyorsun." dedi.

Bedevi :

- "Ekmeği insana kimse bedava vermiyor, fakat gördüğün gibi gözyaşı dökmek bedava... Onun için bırak da doya doya ağlayayım." dedi.

24 Haziran 2010 Perşembe

Kanepenin Sağlam Tarafı





Mut’un bir dağ köyünde dostlarla birlikte gezerken yaşlı bir karı kocayı gördüm. Baktım bir kanepenin üzerinde oturuyorlar… İyice yaklaştığımda tezekten yapılmış evlerinin bahçesinde oturdukları kanepenin bir tarafının tamamen kırık olduğunu, kanepenin sağlam tarafına sıkışarak oturduklarını ve sohbet ettiklerini anladım…
Yüzlerinde bir tebessüm vardı.
Kanepenin bir tarafı tamamen kırılmıştı…
Evin halinden ve karı kocanın kılık kıyafetinden maddi durumlarının hiç iyi olmadığı ve yeni bir kanepe alacak güçlerinin olmadığı hemen anlaşılıyordu…
Selamlaştıktan sonra, ‘Kanepe kırılmış’ dedim…
Yaşlı adam büyük bir bilgelikle cevap verdi;
‘ Biz de sağlam tarafına oturuyoruz… Yetiyor bize.’
Kadın da tamamladı, ‘ He ya yetiyor bize bak ne güzel oturuyoruz’

Sevdiğimin elini daha sıkı tuttum…
Öyle ya,’ Aşk bu kanepe neden kırık, neden yeni bir kanepe almıyoruz’ diye dırdır etmek, şikâyet etmek yerine, ‘Kanepenin sağlam tarafını paylaşmak’ değil midir?

Tahir Özgür

21 Haziran 2010 Pazartesi

Yüzüğün Değeri





Genç adam yöresindeki bilge ve yaşlı kişilerle ilgili olumsuz sözler söylüyordu. Bir gün Dhu Nun ona küçük bir ders vermek istedi.

Genç adamı yanına çağırdı ve parmağındaki yüzüğü eline verdi.

“Şimdi” dedi. “Pazara git ve bu yüzüğü bir altına sat.”

Genç adam bilgenin verdiği yüzüğü satmak için pazara gitti. Ama hiç kimse yüzüğe on gümüşten fazla vermiyordu. Sonunda umutsuzca Dhu Nun’un yanına döndü ve olanları anlattı.

Yaşlı bilge, genç adamın uzattığı yüzüğü almadı. Ona bu kez yeni bir görev verdi:

“Şimdi kuyumcuya git ve bu yüzüğün değerinin ne kadar olduğunu sor.”

Genç adam bu kez elindeki yüzükle kuyumcuya gitti. Kuyumcu genç adamın gösterdiği yüzüğü inceledikten sonra “Size bu yüzük için bin altın verebilirim” dedi.

Genç adam kuyumcunun verdiği rakamı duyunca şaşırdı. Hemen yaşlı bilgenin yanına giderek ona bu kez kuyumcuda olanları anlattı.

Dhu Nun genç adamı dinledikten sonra ona hiç unutamayacağı bir yaşam dersi verdi:

“Dünyadaki her varlığın gerçek değerini anlaman için çok çalışıp okuman, o işin uzman olman gerekir.”

19 Haziran 2010 Cumartesi

OĞULA SESLENİŞ...




Sizin hiç canlı canlı kolunuzu kestiler mi?
Hiç elinizi uzattınız mı ocakta yanan ateşin üzerine?
Demir tokmakları, başınıza başınıza
indirdiler mi iri yarı adamlar?
Gözü dönmüş birileri kırdılar mı parmaklarınızı?
Tel örgülere takıldı mı sırtınız yerlerde sürünürken?
Birisi gelip kolunuzu kıvırdı mı arkaya,
zorlayarak "çat" diye kırıverdi mi?
Çaresizlik denilen; çaresi bulunmayan tek gerçek,
sarıldı mı boğazınıza?
Adamın biri gelip iki gözünüze
iki parmağını sokup, kör etti mi sizi?
Büyük değirmen taşlarını getirip
koydular mı üzerinize, sırt üstü yatarken?
İyice bilenmiş bir bıçağı böğrünüze sokup
çevirdiler mi 360 derece?
Ayağınız kayıp yola düştünüğünüzde,
bacağınızın üzerinden hiç kamyon geçti mi?
Su diye size uzatılan bardağı kafanıza diktiğinizde
içinde asit olduğunu fark ettiniz mi?
Demir bir çubuk boğazınızdan girip
boyununuzun arkasından çıktı mı hiç?
Yolda sessiz sakin yürürken, aniden birisi gelip suratınızın
en ortalık yerine muhteşem bir yumruk savurdu mu?
Balkondan düşen koca bir saksı,
tam kafanızın ortasına indi mi?
Evinizin alev alev ateşler içinde yandığını seyrettiniz mi?
Bir insanın sel suları içinde çırpına çırpına
can verdiğini gördünüz mü?
Veya bütün bunları görmemiş,
yaşamamış bile olsanız, biraz düşününüz.
İşte bunların hepsi bir anda, benim başıma geldi.
19 yıl babalık etmeye çalıştığım, Allah'ın bana emaneti,
canım, gülüm, hayatım,her şeyim, bir tanem,
sebeb-i hayatım, evladım, oğlum Nihad, 3 dakika içinde
yok olası kollarımın arasında ölüp gitti.
Yapacak hiçbir şeyim yoktu.
Kapının camı şahdamarını kesmişti.
Fıskiye gibi kan fışkırıyordu. Kan fışkırıyordu,
umutlarım, istikbalim, hayatım yerlere dökülüyordu.
Bana yakın durması gereken ölüm, beni ölmeden öldürüyordu...
Bugün senden ayrılalı tam 1 yıl oldu.
365 günün, bir tanesinde bile seni göremedim, elini tutamadım,
yanağını öpemedim, bağrıma basıp sıkı sıkı sarılamadım.
Evde tek başıma otururken, kapıda anahtar dönmedi
ve sen içeriye girmedin.
Bir tek gece odanın ışığı yanmadı. Ben kapını açıp,
"yatıyorum, sen yatmıyor musun?" diye soramadım...
Yaşamak canımı sıkmaya başladı.
Gül, senin aradığına dair bir tek not vermedi tam 365 gündür.
Bu kadar çabuk mu unuttun beni diye
düşünüyorum zaman zaman.
Ama beni unutmayacağını, unutmadığını biliyorum,
ben de biliyorum, halan da biliyor, enişten de, Ece de.
Ama oradan bir bağlantı kurulması mümkün değil...
Günler geçiyor arslanım. Her geçen dakikayı beni sana
yaklaştırdığı için seviyorum. Eskiden nasıl üzülürdüm
zaman geçiyor, birgün senden ayrılacağım diye .
Ama şimdi her şey tersine döndü...
Her şeye tahammül edebiliyor insan.
Allah böyle bir sabır vermiş kullarına.
Ama tahammülü mümkün olmayan bir tek şey var.
Senin sevginden mahrum olmak. Bunu hissedememek.
İşte ölmeden bu öldürüyor insanı.

Cenk KORAY

16 Haziran 2010 Çarşamba

Sağlık Olsun




Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama
Yarım saat erkene kurulsun saatin
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin..
Pencerini aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin
Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart
Çek kızarmış ekmek kokusunu içine
Bak güzelim kahvaltının keyfine..
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,
Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden,
Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,
Ohhh şöyle bir hafifle
Bir güzel kahve ısmarla kendine, seni mutlu eden sesi duymak için alo de
Hiç işin olmasada öğle üzeri dışarı çık
Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa
Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak
Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa, çocuk görürsen yanağından makas al..
Sonra,şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı, sen çok dar da iken kimler seni ferahlattı, hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı?
Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor..
Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak, yüzünde güller açtıracak..
Günün güzeldi değil mi?
Akşamın da güzel olsun..
Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun..
Saklama tabakları, bardakları misafire
Sizden ala misafir mi var bu dünyada
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil, vazife yapar gibi hiç değil,
Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi, eksik bıraktıklarını tamamlar gibi
tadına var akşamının..
Gece evinde, dostların olsun
Sohbet mezen, kahkahan içkin olsun..
Arkadaşım, hayat bu daha ne olsun?
Ama en önce ve illa ki sağlık olsun!

Can YÜCEL

12 Haziran 2010 Cumartesi

BİR DERVİŞTEN NASİHATLER







Emanete ihanet etmeyin..
Halinizden şikayet etmeyin..
Büyüğünüze emretmeyin..
Boş şeylerde israr etmeyin..
Cahillerle sohbet etmeyin.
Nefesinizi boşa tüketmeyin..
İnsanları bekletmeyin. .
Etrafınızı kirletmeyin.
Hayatınızı mahvetmeyin. .
Kimseye minnet etmeyin.
İnsanları yüzüne karşı methetmeyin. .
Kimseye küfretmeyin..
Kötülüge meyil etmeyin..
Malınızı boşa sarf etmeyin..
Sırrınızı açık etmeyin..
Her şeyi merak etmeyin..
Suçunuzu inkar etmeyin..
Şerefinizi kaybetmeyin. .
Vatanınızi terk etmeyin..
İyiliğe niyet edin..
Büyüklere hürmet edin..
Sıkıntıya sabredin.
Aza kanaat edin..
Sözünüzde sebat edin..
Bildiğinizle amel edin..
Hatanızı Kabul edin..
Yaramaz ise def edin..
Varken tasarruf edin..
Alimlerle sohbet edin..
Nefsinizle inat edin..
Sofranıza davet edin..
Zararlıysa men edin..
Seviyorsanız ifade edin..
Kalpleri fethedin..
Misafire ikram edin..
Muhtaca yardım edin..
Bilseniz de istişare edin..
Tehlikeye dikkat edin..
Hakkı teslim edin..
Unutacaksanız kaydedin..
Esirgemeyin lütfedin..
Gariplere merhamet edin..
Kazanmaya gayret edin..
Çalışanı takdir edin..
Başarıyı tebrik edin..
Mazereti Kabul edin..
Her an tevekkül edin..
Hastaları ziyaret edin..
Çocuğunuzu terbiye edin..
İyiliği emredin..
Kötülüğü terk edin..
Herkese tebessüm edin..
Güvenseniz de kontrol edin..
İnanmayana ispat edin..
Fakirleri gözetin..
Hayır için sarf edin..

9 Haziran 2010 Çarşamba

Pozitif Düşünmek




Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi.
Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu bir şey bulurdu.
Hatta, bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile,
"Bu adam bu halde bile nasıl iyimser olabiliyor?" diye.

...Birisi nasıl olduğunu sorsa; "Bomba gibiyim" diye yanıt verirdi hep.
"Bomba gibiyim..."

Jerry, doğal bir motivasyoncuydu.
Yanındaki insanlardan biri o gün, kötü bir gündeyse,
Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı.

Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni.

Bir gün Jerry'ye gittim. "Anlayamıyorum" dedim.
"Nasıl oluyor da, her zaman, her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun? Nasıl başarıyorsun bunu?"

Her sabah kalktığımda kendi kendime;
"Jerry, bugün iki seçimin var. Havan ya iyi olacak ya da kötü" derim.
Her zaman havamın iyi olmasını seçerim.

Kötü bir şey olduğunda yine iki seçimim var.
Kurban olmak ya da ders almak.
Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim.

Birisi bana bir şeyden şikayete geldiğinde, yine iki seçimim var.
Şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek.
Ben olumlu yanlarını göstermeyi seçerim.

"Yok yahu" diye dalga geçtim. "Bu kadar kolay yani"

"Evet...Kolay..." dedi Jerry.

"Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır.
Sen her durumda nasıl davranacağını seçersin.
Sen insanların senin tavrından nasıl etkileneceklerini seçersin.
Sen havanın, tavrının iyi ya da kötü olmasını seçersin.
Yani sen hayatını nasıl yaşayacağını seçersin"

Jerry'nin sözleri beni oldukça etkiledi.
Onu uzun yıllar görmedim. Ama hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek yerine olumlu seçimler yaptığımda hep onu hatırladım.

Yıllar sonra Jerry'nin başına çok talihsiz bir olay geldi.
Soygun için gelen hırsızlar Jerry'yi delik deşik etmişler.
Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış.
Taburcu edildiğinde kurşunların bazıları hala vücudundaymış.

Ben onu olaydan altı ay sonra gördüm.
"Nasılsın?" diye sorduğumda; "Bomba gibi" dedi.
"Bomba gibi"

"Olay sırasında neler hissettin Jerry?" dedim.

"Yerde yatarken iki seçimim var diye düşündüm.
Ya yaşamayı seçecektim ya ölümü. Ben yaşamayı seçtim."

"Korkmadın mı? Şuurunu kaybetmedin mi?"

Ambulansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı.
Bana hep "iyileşeceksin merak etme" dediler.
Ama acil servisin koridorlarinda sedyemi hızla sürerken
doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce ilk defa korktum.
Bu gözler bana "Bu adam ölmüş" diyordu.

"Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra ölü bir adam olacaktım"

"Ne yaptın?" diye merakla sordum.

Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak
"herhangi bir şeye ihtiyacım olup olmadığını" sordu.

'Evet' diye yanıt verdim.
"Var"

Doktorlar ve hemşireler merakla sustular.

Derin bir nefes alarak kendimi topladım ve bağırdım;
"Benim kurşunlara alerjim var!.."

Doktor ve hemşireler gülmeye başladılar.

Tekrar bağırdım;
"Ben yaşamayı seçtim.
Beni bir canlı gibi ameliyat edin. Otopsi yapar gibi değil"

Jerry, sadece doktorların büyük ustalıklari sayesinde değil,
kendi olumlu tavrının da büyük katkısı ile yaşadı.

Yaşaması bana yeni bir ders oldu.
Hergün hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız
ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim
ve herşeyin kendi seçimlerimize bağlı olduğunu.

2 Haziran 2010 Çarşamba

Gerçek Bir Dostunuz Varsa .....




Solgun yüzü her geçen gün biraz daha soluyor, sanki hayat omuzlarına her geçen gün biraz daha yükleniyordu. Yaşamdan bıkmıştı, gözleri yılgın bakıyordu. Işıl ışıl olması gereken o gözler sönük ve bitikti sanki... Umut; daha 21’inde, her gün ölümü biraz daha yaklaşmış olarak ensesinde hissediyordu. Umut ölüyordu...

Aldığı o kemoterapi denen illet, onu daha ölmeden öldürüyordu. İlaç sonrası çektiği acıyı bir tek o biliyordu...

Umut ölüyordu...

Bir seferinde " ölmek istemiyorum" demişti doktoruna. " Basket takımında idim, yeni bir kulüpten transfer teklifi gelmişti. Sonra gitar çalıyorum, daha çalmasını öğrenmek istediğim çok parça var. Ben bir psikolog olacağım. Bunları 6 aya nasıl sığdırırım, söyler misiniz bana? " diye bağırdı Umut. Sitemi sadece kaderineydi, koskoca doktorun gözleri doldu. Umut ölüyordu...

Kendini çok kötü hissettiği bir gün ailesi, onu gene apar topar hastaneye kaldırdı. Acil kan gerekiyordu. Aileden kimsenin kanı uymadığı için kan, anonsla arandı.

Yener, o sırada hastanede yatan bir arkadaşını ziyaret etmekte idi. " bu kan benim kanımla ayni" , dedi arkadaşına... Kan vermek için aşağı kata koştu. " Kan vereceğim " dedi. " anons için geldim".

Yener ve Umut bu vesile ile tanıştılar. O gün Yener, kan verdiği hastayı ziyaret etmek istemişti... Nereden bilecekti ki o gün tanıştığı bu kişinin, hayatının sonuna kadar onun en iyi dostu olacağını.

" Geçmiş olsun " dedi Yener, Umut’a. " bana kan vermişsiniz, sağ olun, ama zahmet olmuş" dedi. "Uğraşıp durmayın! nasılsa ben yakında ölüp gideceğim. Ha bir gün önce, ha bir gün sonra . Ne fark eder , değil mi?"

Yüzündeki açıkca okunan hüznü umursamaz tavırlara bırakmak istiyordu Umut, ama pek başarılı olamıyordu.

Yener elindeki gitarı yatağın kenarına bıraktı. Umut o zaman gitarı fark etti. Demek gitar çalıyordu. Umut da çalıyordu ama şu illet hastalığa yakalandığı 9 aydır, eline gitarı almamıştı.
" Sen daha yaşarken pes etmişsin dostum " diye başladı söze Yener. " Bak, hayat savaş demektir, kimi ekmek parası için savaşır, kimi bir parça toprak için... Sen yaşamak için savaşmazsan, bu hastalık seni, sen ölmeden gömer, unutma! " diye bitirdi sözünü.

Umut savaşmaktan yorulmuştu, artık şu ölüm gelse de alsaydı onu. Herkesin ona acıyarak bakmasından bıkmıştı. Aldığı ilaçlara bağımlı yaşamaktan nefret ediyordu.. Hayattan buz gibi soğumuştu. Sanki boş bir mezar bulsa orada ölümü bekleyecekti. O denli bitmişti.

Yener, Umut’u çok iyi anlıyordu. Çünkü iki buçuk yıl önce kaybettiği kız arkadaşı, canı, kelebeği de ayni Umut gibi gözleri önünde daha ölmeden, ölüp gitmişti. Yener ona yardım edememişti. Hem onsuz geçecek yıllarını düşünüp kendine acımaktan buna vakit bulamamış, hem de arkadaşı Ayşegül de tam olarak bu hisleri anlayamamıştı.. Çünkü Ayşegül ile Yener’in de bir parçası ölüyordu. Yener kelebeğini kaybediyordu.

Ayşegül’üne yardım edememişti Yener, ama Umut’a edecekti. O gün buna karar verdi. Çünkü Umut’un gözlerindeki o sönmüş ışık tanıdıktı...
Ayşegül’ünkilerle aynıydı.

" Ben de gitar çalıyorum " dedi Umut... " Ama artık, pek zamanım olmuyor... Çünkü hayatım yatakta geçiyor. "
Yener gitarını aldı. " Şimdi gidiyorum, annenlere söyle gitarını getirsinler, yarın uğradığımda bir konser veririz. Ne dersin ?", dedi.

Umut gülümsedi...

Bu çocuğu, sevmeye mi başlamıştı ne ?

Gitarı ellerine aldılar. Yener öyle neşeli parçalar çalıyordu ki, Umut’un yüzü uzun zamandır böyle gülmemişti.. Ne tesadüf, ikisi de ayni yaşta idi. Yener milli bir voleybolcu idi, Umut ise bir basketci. İkisi de gitar çalıyordu. Ama Umut ölüyordu.

Bu düşünceyi bir türlü aklından çıkaramıyordu Umut. Gülümsemesi yüzünde dondu kaldı.
Yener, Umut’un yüzünde yeni yeni parlayan ışığın yine sönüp gittiğini fark etti.
" Ne zaman çıkıyorsun hastaneden "? diye sordu. "Yarın " dedi umut. "Yazlık evimize gideceğiz. " Sonra tekrar yüzünü gülümseme sardı. "Sen de gelsene!".

Umutların evi denize bakan güzel bir villa idi. Kayalıklar arasındaki ev, kuşbakışı tüm körfezi görüyordu.
Yener,
" Hadi yüzmeye " dedi
Umut
“ Ama ben çok halsizim”.
Yener
" evde oturmaya devam edersen daha da halsizleşeceksin.! " dedi.
" Haklısın ". dedi Umut.

Kayalara ulaştıklarında en yüksek kayanın ucunda durdu Yener. " Sence burası kaç metredir?", dedi." Bence 3-4 metre var ve su sığ" dedi Umut. Yener " Ben buradan atlayacağım", dedi. "Saçmalama " dedi Umut, "Çok tehlikeli". Yener kayaların ucuna gitti, bir iki dakika durdu ve hiç tereddüt ermeden atladı.

Umut’un rengi atmıştı. Kayanın ucuna koştu. Bir iki dakika soluk alamadı. Yener’in su yüzüne çıkıp ona el salladığını görünce, bulunduğu yere çömeldi ve ellerini başının arasına alıp öylece kaldı.

Yener kıyıya çıkmış gülerek geliyordu. Umut’a yaklaştı. " Nasıl atlayıştı ama? " diye sordu gülerek. Umut cevap vermedi.
Yener " Umut ?," dedi. Umut başını kaldırdı, ağlıyordu. Bağırmaya başladı. " Sen delirdin mi ? Ölebilirdin."

Yener Umut’a baktı önce, sonra elindeki havluyu yere atıp Umut’un yanına oturdu.
" Gördünüzmü Umut bey? İnsanın gözlerinin önünde bir sevdiğinin ölüme gitmesi ne kadar zormuş? Tamam, sen kendini düşünmüyorsun, Peki anneni de mi düşünmüyorsun? Dostun Yeneri de mi düşünmüyorsun? Varını yoğunu sana harcamaya hazır babanı da mı düşünmüyorsun? Gördün mü sevdiğinin eridiğini görmek ne zormuş.? Sen ölmeden gömülmeyi seçmişsin. Ölümden korkma demiyorum. Ben de atlamadan önce bir iki saniye korktum, ama korkunun ilacı, üzerine gitmektir korkunun. Savaş bu korku ile... Üzerine git. Daha savaşa başlamadan yenilgiyi kabul ediyorsun. Üzülme, bana bir şey olmazdı ". dedi Yener ve şaka ile ekledi " Yener, ölümü bile Yener." Sonra son derece ciddi, şöyle dedi : " Ve Yener ile Umut bu hastalığı da yenecek. Söz veriyormusun?".

Ağlamayı kesmişti Umut, Yener’in söylediklerini dikkatle dinliyordu. Yener bugüne kadar hiç düşünmediği bir şeyi anlamsına yardım etmişti. Onu sevenler de çok acı çekiyordu.. Kendisi ve sevenleri için yaşamalıydı.

Yener ayağa kalktı, Umut’a elini uzattı. Kenetlenen bu eller bir illeti. Kanseri yenecekti.

O yıl yapılan ilik nakli ile Unut hayata döndü. Ama Umut’un asıl hayata dönüş gününü sadece Yener ve Umut biliyordu. Sıcak bir yaz günü, kayaların üzerinde Umut tekrar doğmuştu.

Umut ve Yener’ in dostluğu her yıl çığ gibi büyüyerek gelişti. Ta ki, geçen sene Yener bir trafik kazasında son nefesini verene dek...

43 yaşındaki Umut, onsuzluğa alışmanın ne zor olduğunu bilerek, ama sevdikleri için hayatın acılarına katlanarak bir yılı doldurmuştu.

Yazlık evlerinin balkonunda, yıllar önce hayata yeniden doğduğu kayalara baktı. Ve seslendi :
- Yener !
Küçük çocuk koşarak geldi:
- Evet baba !
- Gitar çalmayı öğrenmek istiyordun, değil mi? . Çocuk sevinçle bağırdı:
-Eveeet !
-Koş o zaman , yatağımın başucunda asılı olan Yener Amca’nın gitarını getir. O gitar bu günden sonra senin gitarın olacak.
Gerçek bir dostla kanser bile yenilebilir.

Gerçek bir dostunuz var ise, hayata her an yeniden doğabilirsiniz.

Dostlarınızla, dostça kalın...

Popüler Yayınlar