30 Kasım 2010 Salı

Yüreğinin Anahtarı





Bir zamanlar ülkenin birinde Polya adında çok genç ve çok güzel bir prenses varmış.
Kral babası yatalak hasta olduğu için bu prensesi kraliçeliğe hazırlamak istemişler. Ülkenin bütün bilgeleri çeşitli dersler vererek prensesi hızlı bir eğitimden geçirmişler..



Bir süre sonra kralın baş danışmanı onu sınavdan geçirip kraliçe olabileceğine karar verir..


Prenses bu sınavdan sonra baş danışman tarafından bir büyük odaya alınır..


Bu odada farklı renklerde 15 kapı vardır,
Baş danışman prensese derki;


"Kraliçe olduğunuz zaman ülkeyi bu 15 kapının ardındaki bilgi ve hazinelerle yöneteceksiniz,
Aslında bu 15 kapının
8 i iyiliklerin kapısı
7 si kötülüklerin kapısıdır..
Buyur anahtalarlarda burada.."


Prenses Polya sorar;


"Peki ama anahtarların hangisi hangi kapının bunu nasıl bilicem..?"


Baş danışman cevap verir:


"Prensesim eğer yüreğiniz iyi ise eliniz iyilik kapılarının anahtarına gider,
Yüreğiniz bozuksa eliniz kötülük kapılarının anahtarlarına gider.."


"Yüreğim nasıl iyi olur nasıl bozulur?"


İhtiyar baş danışman gülümser;


"Prensesim bilgelerin nasihatlarını dinlerseniz yüreğini iyi olur..
Yağcıların övgülerine kulak verirseniz yüreğiniz bozulur..."


29 Kasım 2010 Pazartesi

BİN AYNALI TAPINAK





Çok uzaklarda bir yerlerde, içinde bin aynanın olduğu bir oda olan
bir tapınak varmış. Bir gün, nasıl olmuşsa, bir köpek tapınakta
kaybolmuş ve bu odaya gelmiş. Kendinden bin tane birden görünce düşmanı
zannettiği görüntülere karşı havlamaya başlamış. Bu havlamalar ve diş
göstermeler kendisine bin katı geri dönüyormuş. Köpek daha da
saldırganlaşmış. Gittikçe kontrolden çıkmış ve sonunda, öfkeden oracıkta ölüvermiş.

Bir süre sonra başka bir köpek daha tapınakta kaybolmuş ve aynı
aynalı odaya gelmiş. Bu köpek de diğeri gibi etrafının bin tane köpekle
çevrili olduğunu sanmış. Sevinç içinde onlara doğru kuyruğunu sallamış ve bu ona bin adet neşeli kuyruk sallaması olarak geri dönmüş. Köpek mutlu ve cesur
bir şekilde tapınaktan çıkış yolunu bulmuş.

Sadece içinizdeki sizi yansıtan insanları etkileyebilirsiniz. Diğer
insanların içindeki güzellikleri görüyorsanız, kendi içinizdeki
güzelliği keşfetmişsiniz demektir. Eğer herkes hayatı sizin için
zorlaştırıyorsa, o zaman da bunu aslında kendiniz yapıyorsunuz demektir.

26 Kasım 2010 Cuma

"Tanrıyı ve İnsanları Deneme"




Acaba kendimizi en çok savunduğumuz zaman mı alıyoruz en büyük yaralarımızı, en büyük budalalıklarımızı en akıllıca davrandığımızda mı yapıyoruz acaba. Rahatı ve güvenceyi en çok istediğimizde mi kaybediyoruz en büyük mutluluklarımızı. En çok korktuğumuzda mı acaba korktuğumuz başımıza geliyor? Kendimizi bu kadar savunmasak, bu kadar akıllı olmasak, rahatın peşinde bu kadar koşmasak ve bu kadar çok korkmasak, yaralarımız, pişmanlıklarımız ve acılarımız daha mı az olurdu acaba?

"Tanrıyı ve insanları deneme," diyen Nietzsche' ye aldanmayıp her şeyi ve herkesi bu kadar çok deneyden geçirdiğimiz için mi Tanrıyı ve insanları kaybediyoruz?

İnsanları bu kadar çok denediğimiz, kendimizi kalkanlarımızın arkasına böylesine iyi gizlediğimiz, hiç bir acıya ve sıkıntıya razı olamadığımız için mi en çok istediklerimiz en uzağımıza düşüyor, mutluluk ele geçmez bir masal kuşuna donuyor?

Schiller' in o muhteşem "Eldiven" şiirinde anlattığı hikayeyi belki daha iyi okumalıydık, oradaki şövalyenin adim seslerini belki daha çok duymalıydık.

Hep erken öleceğini düşünen, hayati bu düşünce nedeniyle telaşla geçen ve düşündüğü gibi erken ölen Schiller' in söylediklerine biraz daha dikkat etmeliydik, kendi olumunu bilen birçok şeyi bilebilir çünkü.

Arenada, bütün şövalyelerin aşık olduğu ve evlenmek istediği harikulade güzel prenses kral babasıyla birlikte oturuyor, çevreleri genç ve yakışıklı şövalyelerle dolu,hepsi bir küçük tebessüm için bekliyorlar. Borazanlar çalınıyor ve aslanlar çıkıyorlar arenaya, kocaman yeleleri, gergin belleri, iri pençeleriyle kükreyerek dolaşıyorlar. Prenses zarif ellerini saklayan uzun eldivenlerden birini çıkartıp aslanların arasına atıyor.

-Kim eldivenimi alıp bana getirirse onunla evleneceğim.

Müthiş bir sessizlik oluyor, bir anda herkes susuyor. Bir şövalye diğerlerinden ayrılıyor, taş merdivenlerden ağır ağır inmeye başlıyor, parlak çizmelerinin çıkardığı adım sesleri tek tek duyuluyor. Arenaya giriyor, aslanlar hareketsiz ve şaşkın, bu cesur şövalyeye bakıyorlar, o hiçbirine aldırmadan eldiveni alıyor, gene adım sesleriyle taş merdivenleri çınlatarak çıkıyor. Eldiveni prensesin kucağına bıraktıktan sonra, kendisine hayranlıkla dönen prensese bir kez bile bakmadan yürüyüp gidiyor.

Nietzsche "Tanrıyı ve insanları deneme," diyor.

Schiller eldiven şiirini yazıyor. Biz herkesi her zaman deniyoruz, emin olmak, güvenmek istiyoruz, sevgisini ve bağlılığını her an kanıtlasın, hayatını ve her şeyini tehlikeye atsın ve bunu binlerce kez yapsın istiyoruz.Kendimizle ve korkularımızla öylesine doluyuz ki, hiçbir duyguyu, hiçbir insanı, hiçbir nesneyi olduğu gibi bütün gerçekliğiyle göremiyoruz, her şey kendimizle ve korkularımızla oluşturduğumuz prizmalardan kırılarak ulaşıyor bize, her şeyi olduğundan başka bir biçimde ve olduğundan başka bir yerde görüyoruz, belki de bu yüzden aradığımız şeyleri aramamız gereken yerlerden başka yerlerde arıyoruz.

Mutlulukla aramıza, korkularımızı ve kendimizi sokuyoruz.......

24 Kasım 2010 Çarşamba

Gönderen Sensin





Gidiyor musun diye sorma bana. Gönderen sensin. Ne terk etmeyi istedim seni, ne de daha yasamadigimiz bu askin topraga gömmeyi. Senin kadar öfkeliyim bende senin kadar endiseli... Bir dokunusunla bin kenti yikacak güç verirdin bana, ama inandiramadim seni. Sen sorgularken beni kafanda ben gözlerinin içine bakiyordum kuskuyla. Bir tek sözün baglardi beni sana, oysa sen hep susmanin koynunda...

Askin içine bir kez girdi mi kusku teslim alir bedenleri de. Sütten çikmis ak kasik degildim ama yalani sokmadim iki kisilik dünyamiza. O dünya ki bazen minicik bir odada bazen kentin ortasinda sekillendi. Nasil da güzeldi... Zaten varsin diye her sey güzeldi ama sen buna inanmadin. Ah bu sorular. Yasamak varken sevdayi delice, niye bogariz sorunlarla? Nasil ikna edebilirdim seni? Ben ask dedikçe sen dur dedin. Ben seninleyim dedikçe sen hayir dedin. Zaten az konusan sen olumsuz ne kadar sözcük varsa bulup çikardin ortaya. Ben bir sey diyemedim.

Ne kadar zarar vermisim sana meger... Nasil degistirmisim seni. Oysa hiç böyle düsünmemistim. Kimseye zarar vermek istemem ben. Kimseyi oldugundan farkli bir hala getirmek istemem. Ama öyle oldu iste. Demek ki gitmelerin zamani simdi. Çocukluguna siginir atlatirsin bu aciyi. Ne sevismelerimiz kalir aklinda ne sevda sözlerimiz. Rahat degilim diyordun ya rahat ol artik. Gülüslerini saklaman için bir neden kalmadi. Tedirginliginin sebebi de kalkti ortadan...

Gidisim yürekten degil, zorunluluktan. Sanma ki bu toy sevdayi baska kimliklere tasirim. Sanma ki benden sakladigin gülüsleri yalanci yüzlerde ararim. Seni de götürürüm yüregimde. Yoklugunu tasirim. Bulup bulup kaybettim seni. Ne yazik ki toz-duman edemedim kuskularini, ne yazik ki kalamadin bana. Öpücügümün kokusu kalacak kapinin esiginde. Kokladikça bizi bir yanlisa mahkum ettigini anlayacaksin.

İki Kurbağa





Bir gün iki kurbağa, bir süt küpünün içine düşmüşler… Kurtulmak için sıçramışlar, atlamışlar ama nafile; bir türlü küpten dışarı çıkamıyormuşlar…

Yorulana kadar giriştikleri denemelerin sonucunda başka bir gerçeği daha anlamışlar: Küp, zıplayıp çıkmalarına imkân vermeyecek kadar yüksekmiş…Kurbağalardan biri ümitsizlik içinde haykırmış:

“Mahvolduk!.. Buradan çıkmamız mümkün değil! Bu küpün içinde ölüp gideceğiz.”

“O kadar kolay pes etme bakalım” diye karşılık vermiş diğer kurbağa.. “Çıkmadık candan ümit kesilmez… Kim bilir, hiç ummadığımız bir anda imdadımıza yardımsever bir el yetişir belki de...”

Karamsar kurbağa acı bir kahkaha attıktan sonra şöyle demiş:

“Benim kurbağa Polyannam!.. Neler sayıklıyorsun sen? Bari böylesi bir haldeyken hayal görmekten vazgeç.”

“Ben hayal filan görmüyorum. Nasıl bilmiyorum, ama buradan kurtulacakmışız gibi bir his var içimde. Kendini koyuverme sakın!”

Ne yazık ki, karamsar kurbağa’nın ümitsizliği her geçen dakika daha çok artmış ve ümitsizliği arttıkça, bacaklarındaki güç ve kuvvet de azaldıkça azalmış…Ve en sonunda mücadeleyi bırakıp sütte yüzmekten vazgeçmiş. Bir-iki dakika sonra da son nefesini vermiş…

Mücadele eden kurbağa ise arkadaşının bu kadar kolay vazgeçip ölmesine çok üzülmüş, fakat ümidini hiç yitirmemiş. Bir taraftan da sebebini bilmeden sütün içinde var gücüyle çırpınmış... Karanlıkta, yapayalnız, çaresiz, ama hiç ümitsizliğe düşmeden… çırpınmış… çırpınmış…çırpınmış… Bu hal dakikalarca devam etmiş. Bir ara çırpınırken ayaklarına bir şey çarpmış. Dönüp baktığında çırpındığı sütün tereyağına dönüştüğünü görmüş. Gözleri sevinçle parlamış, çünkü bu onun kurtuluş vesilesi olabilirmiş!

Azalmaya yüz tutan gücü, ummadığı kadar artmış. Bu defa niçin yaptığını bilerek, bacaklarını yine çırpıp durmuş… Bir saat kadar sonra küpteki tereyağı o kadar büyümüş ki, onun üstüne basıp zıpladığı gibi küpün dışına atmış kendini… ve direnişi sayesinde mücadeleyi kazanmış…

23 Kasım 2010 Salı

Seversiniz Bazen





Seversiniz bazen...
Bir kuşu beslemek misali,
karşınızdaki insanı sevginizle beslersiniz.

Farklıdır sevmesi insanların...
Kimi kafese tıkar kuşunu öyle besler,
alır özgürlüğünü elinden, seviyorum sanır.
Öyle sandıkça sıkar karşısındakini, bunaltır.
Ufacık bir fırsat bulsa kaçmak,
kurtulmak ister artık kuş.

Aslında korkularından yapar insan bunu,
karşısındaki insana anlatamaz, anlatmasını bilmez.
Bir başka insana gitmesini istemez.

Her koca devin koca korkuları vardır, kimse bilmez.
Kimi de serbest bırakır kuşunu.
Salıverir gökyüzüne,
döner gelir elbet der, döner gelir seviyorsa.

Alır riski çekinse de birşeylerden.
Bilir ki; koysa kafese bir gün kesin kaçıp gidecek,
bir gün kesin terkedecek.
Serbest bırakır!
Döner gelir o da karnı acıktıkça,
yüreği sevgiye acıktıkça.

Ne kadar çekinse de bilir geri döneceğini adam.
Bilir başka yerlere, başka kişilere gitse de
bir gün, bir şekilde geri döneceğini...

Kuş ta bilir daha iyisinin olmadığını
ama bazen nankörlüğü tutar.
Unutur onun için yapılanları,
uğramaz olur bir zaman...

Başka kapılarda, başka pencerelerde aynını arar.
Ama bilmez başkalarda hiç aynılık bulunmaz.
Pişman olur, geri döner bir zaman sonra.

Öyle yenik, öyle mağlup döner ki hem de...
Artık kafese girmeye bile razı olmuştur.

Şanslıdır...
Eğer geri döndüğünde açık bir pencere
veya aynı evde, aynı kişileri bulabilirse...
Eğer terkettikleri taşınmamış,
Aynı yerde kalabilmişse...



W.Generous BLACKSTONE

22 Kasım 2010 Pazartesi

Gece - Gündüz





Bir bilge kisi, çölde öğrencileriyle otururken demiş ki;

- "Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz? Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?"

Öğrencilerden biri;

- "Uzaktaki sürüye bakarım," demiş, "Koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir."

Başka bir öğrenci söz almış ve "Hocam" demiş, "İncir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki sabah başlamıştır."

Bilge kişi, uzun süre susmuş. Öğrenciler meraklanmışlar ve "Siz ne düşünüyorsunuz hocam?" diye sormuşlar.

Bilge kişi şöyle demiş;

- "Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı diye ayırmadan ona "bacım" diyebildiğimde ve yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi yoksul mu diye bakmadan, milletine, ırkına, dinine aldırmadan, "kardeşim" sayabildiğimde anlarım ki; sabah olmuştur, AYDINLIK başlamıştır..."

13 Kasım 2010 Cumartesi

Babalık budur





Oğlu babasına sorar : Babacığım benimle maraton koşmaya var mısın ? Kalp sorunları olmasına karşın baba, yine de « Evet, varım » diye yanıtlar. Ve bir maratonu birlikte tamamladılar. Baba oğul başka bir çok maratonu daha birlikte koştular. Baba her seferinde oğlunun yeni bir yarış talebini kabul ediyordu. Oğlu bir gün babasına « Baba, birlikte bir Ironman'a (Triathlon) koşmaya var mısın benimle ? » deyince baba bu kez de evet der ve kabul eder.(Bilmeyenlere anımsatalım ki Ironman dünyanın en zor triathlon yarışıdır ve üç dayanıklılık sınavından oluşur : Denizde 3, 86 km'lik yüzme, 180,2 km'lik bisiklet ve nihayet 42,195 km'lik bildiğimiz maraton. Baba oğul bu zor yarışı biirlikte tamamladılar. Nasıl mı ? Videoyu izleyin...

4 Kasım 2010 Perşembe

Bir Kızılderili Hikayesi





Cherokee kabilesinin yaşlılarından biri hayat, aşk ve evlilik üzerine konuşurken şunları söylüyor:
''İçimizde iki kurt var ve bunların arasında da korkunç bir savaş.
Kurtlardan biri korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, pişmanlığı, açgözlülüğü, kibiri, kendine acımayı, küskünlüğü, aşağılık duygusunu, yalanları, üstünlük taslamayı ve bencilliği temsil ediyor.
Diğeri ise; zevki, huzuru, sevgiyi, umudu, paylaşmayı, cömertliği, dinginliği, alçak gönüllülüğü, nezaketi, yardımseverliği, dostluğu, anlayışı, merhameti ve inancı temsil ediyor.''
Gençlerden biri ''hangi kurt kazanacak?'' diye soruyor ve yaşlı kızılderili cevap veriyor:
''Beslediğiniz kurt!''

30 Kasım 2010 Salı

Yüreğinin Anahtarı





Bir zamanlar ülkenin birinde Polya adında çok genç ve çok güzel bir prenses varmış.
Kral babası yatalak hasta olduğu için bu prensesi kraliçeliğe hazırlamak istemişler. Ülkenin bütün bilgeleri çeşitli dersler vererek prensesi hızlı bir eğitimden geçirmişler..



Bir süre sonra kralın baş danışmanı onu sınavdan geçirip kraliçe olabileceğine karar verir..


Prenses bu sınavdan sonra baş danışman tarafından bir büyük odaya alınır..


Bu odada farklı renklerde 15 kapı vardır,
Baş danışman prensese derki;


"Kraliçe olduğunuz zaman ülkeyi bu 15 kapının ardındaki bilgi ve hazinelerle yöneteceksiniz,
Aslında bu 15 kapının
8 i iyiliklerin kapısı
7 si kötülüklerin kapısıdır..
Buyur anahtalarlarda burada.."


Prenses Polya sorar;


"Peki ama anahtarların hangisi hangi kapının bunu nasıl bilicem..?"


Baş danışman cevap verir:


"Prensesim eğer yüreğiniz iyi ise eliniz iyilik kapılarının anahtarına gider,
Yüreğiniz bozuksa eliniz kötülük kapılarının anahtarlarına gider.."


"Yüreğim nasıl iyi olur nasıl bozulur?"


İhtiyar baş danışman gülümser;


"Prensesim bilgelerin nasihatlarını dinlerseniz yüreğini iyi olur..
Yağcıların övgülerine kulak verirseniz yüreğiniz bozulur..."


29 Kasım 2010 Pazartesi

BİN AYNALI TAPINAK





Çok uzaklarda bir yerlerde, içinde bin aynanın olduğu bir oda olan
bir tapınak varmış. Bir gün, nasıl olmuşsa, bir köpek tapınakta
kaybolmuş ve bu odaya gelmiş. Kendinden bin tane birden görünce düşmanı
zannettiği görüntülere karşı havlamaya başlamış. Bu havlamalar ve diş
göstermeler kendisine bin katı geri dönüyormuş. Köpek daha da
saldırganlaşmış. Gittikçe kontrolden çıkmış ve sonunda, öfkeden oracıkta ölüvermiş.

Bir süre sonra başka bir köpek daha tapınakta kaybolmuş ve aynı
aynalı odaya gelmiş. Bu köpek de diğeri gibi etrafının bin tane köpekle
çevrili olduğunu sanmış. Sevinç içinde onlara doğru kuyruğunu sallamış ve bu ona bin adet neşeli kuyruk sallaması olarak geri dönmüş. Köpek mutlu ve cesur
bir şekilde tapınaktan çıkış yolunu bulmuş.

Sadece içinizdeki sizi yansıtan insanları etkileyebilirsiniz. Diğer
insanların içindeki güzellikleri görüyorsanız, kendi içinizdeki
güzelliği keşfetmişsiniz demektir. Eğer herkes hayatı sizin için
zorlaştırıyorsa, o zaman da bunu aslında kendiniz yapıyorsunuz demektir.

26 Kasım 2010 Cuma

"Tanrıyı ve İnsanları Deneme"




Acaba kendimizi en çok savunduğumuz zaman mı alıyoruz en büyük yaralarımızı, en büyük budalalıklarımızı en akıllıca davrandığımızda mı yapıyoruz acaba. Rahatı ve güvenceyi en çok istediğimizde mi kaybediyoruz en büyük mutluluklarımızı. En çok korktuğumuzda mı acaba korktuğumuz başımıza geliyor? Kendimizi bu kadar savunmasak, bu kadar akıllı olmasak, rahatın peşinde bu kadar koşmasak ve bu kadar çok korkmasak, yaralarımız, pişmanlıklarımız ve acılarımız daha mı az olurdu acaba?

"Tanrıyı ve insanları deneme," diyen Nietzsche' ye aldanmayıp her şeyi ve herkesi bu kadar çok deneyden geçirdiğimiz için mi Tanrıyı ve insanları kaybediyoruz?

İnsanları bu kadar çok denediğimiz, kendimizi kalkanlarımızın arkasına böylesine iyi gizlediğimiz, hiç bir acıya ve sıkıntıya razı olamadığımız için mi en çok istediklerimiz en uzağımıza düşüyor, mutluluk ele geçmez bir masal kuşuna donuyor?

Schiller' in o muhteşem "Eldiven" şiirinde anlattığı hikayeyi belki daha iyi okumalıydık, oradaki şövalyenin adim seslerini belki daha çok duymalıydık.

Hep erken öleceğini düşünen, hayati bu düşünce nedeniyle telaşla geçen ve düşündüğü gibi erken ölen Schiller' in söylediklerine biraz daha dikkat etmeliydik, kendi olumunu bilen birçok şeyi bilebilir çünkü.

Arenada, bütün şövalyelerin aşık olduğu ve evlenmek istediği harikulade güzel prenses kral babasıyla birlikte oturuyor, çevreleri genç ve yakışıklı şövalyelerle dolu,hepsi bir küçük tebessüm için bekliyorlar. Borazanlar çalınıyor ve aslanlar çıkıyorlar arenaya, kocaman yeleleri, gergin belleri, iri pençeleriyle kükreyerek dolaşıyorlar. Prenses zarif ellerini saklayan uzun eldivenlerden birini çıkartıp aslanların arasına atıyor.

-Kim eldivenimi alıp bana getirirse onunla evleneceğim.

Müthiş bir sessizlik oluyor, bir anda herkes susuyor. Bir şövalye diğerlerinden ayrılıyor, taş merdivenlerden ağır ağır inmeye başlıyor, parlak çizmelerinin çıkardığı adım sesleri tek tek duyuluyor. Arenaya giriyor, aslanlar hareketsiz ve şaşkın, bu cesur şövalyeye bakıyorlar, o hiçbirine aldırmadan eldiveni alıyor, gene adım sesleriyle taş merdivenleri çınlatarak çıkıyor. Eldiveni prensesin kucağına bıraktıktan sonra, kendisine hayranlıkla dönen prensese bir kez bile bakmadan yürüyüp gidiyor.

Nietzsche "Tanrıyı ve insanları deneme," diyor.

Schiller eldiven şiirini yazıyor. Biz herkesi her zaman deniyoruz, emin olmak, güvenmek istiyoruz, sevgisini ve bağlılığını her an kanıtlasın, hayatını ve her şeyini tehlikeye atsın ve bunu binlerce kez yapsın istiyoruz.Kendimizle ve korkularımızla öylesine doluyuz ki, hiçbir duyguyu, hiçbir insanı, hiçbir nesneyi olduğu gibi bütün gerçekliğiyle göremiyoruz, her şey kendimizle ve korkularımızla oluşturduğumuz prizmalardan kırılarak ulaşıyor bize, her şeyi olduğundan başka bir biçimde ve olduğundan başka bir yerde görüyoruz, belki de bu yüzden aradığımız şeyleri aramamız gereken yerlerden başka yerlerde arıyoruz.

Mutlulukla aramıza, korkularımızı ve kendimizi sokuyoruz.......

24 Kasım 2010 Çarşamba

Gönderen Sensin





Gidiyor musun diye sorma bana. Gönderen sensin. Ne terk etmeyi istedim seni, ne de daha yasamadigimiz bu askin topraga gömmeyi. Senin kadar öfkeliyim bende senin kadar endiseli... Bir dokunusunla bin kenti yikacak güç verirdin bana, ama inandiramadim seni. Sen sorgularken beni kafanda ben gözlerinin içine bakiyordum kuskuyla. Bir tek sözün baglardi beni sana, oysa sen hep susmanin koynunda...

Askin içine bir kez girdi mi kusku teslim alir bedenleri de. Sütten çikmis ak kasik degildim ama yalani sokmadim iki kisilik dünyamiza. O dünya ki bazen minicik bir odada bazen kentin ortasinda sekillendi. Nasil da güzeldi... Zaten varsin diye her sey güzeldi ama sen buna inanmadin. Ah bu sorular. Yasamak varken sevdayi delice, niye bogariz sorunlarla? Nasil ikna edebilirdim seni? Ben ask dedikçe sen dur dedin. Ben seninleyim dedikçe sen hayir dedin. Zaten az konusan sen olumsuz ne kadar sözcük varsa bulup çikardin ortaya. Ben bir sey diyemedim.

Ne kadar zarar vermisim sana meger... Nasil degistirmisim seni. Oysa hiç böyle düsünmemistim. Kimseye zarar vermek istemem ben. Kimseyi oldugundan farkli bir hala getirmek istemem. Ama öyle oldu iste. Demek ki gitmelerin zamani simdi. Çocukluguna siginir atlatirsin bu aciyi. Ne sevismelerimiz kalir aklinda ne sevda sözlerimiz. Rahat degilim diyordun ya rahat ol artik. Gülüslerini saklaman için bir neden kalmadi. Tedirginliginin sebebi de kalkti ortadan...

Gidisim yürekten degil, zorunluluktan. Sanma ki bu toy sevdayi baska kimliklere tasirim. Sanma ki benden sakladigin gülüsleri yalanci yüzlerde ararim. Seni de götürürüm yüregimde. Yoklugunu tasirim. Bulup bulup kaybettim seni. Ne yazik ki toz-duman edemedim kuskularini, ne yazik ki kalamadin bana. Öpücügümün kokusu kalacak kapinin esiginde. Kokladikça bizi bir yanlisa mahkum ettigini anlayacaksin.

İki Kurbağa





Bir gün iki kurbağa, bir süt küpünün içine düşmüşler… Kurtulmak için sıçramışlar, atlamışlar ama nafile; bir türlü küpten dışarı çıkamıyormuşlar…

Yorulana kadar giriştikleri denemelerin sonucunda başka bir gerçeği daha anlamışlar: Küp, zıplayıp çıkmalarına imkân vermeyecek kadar yüksekmiş…Kurbağalardan biri ümitsizlik içinde haykırmış:

“Mahvolduk!.. Buradan çıkmamız mümkün değil! Bu küpün içinde ölüp gideceğiz.”

“O kadar kolay pes etme bakalım” diye karşılık vermiş diğer kurbağa.. “Çıkmadık candan ümit kesilmez… Kim bilir, hiç ummadığımız bir anda imdadımıza yardımsever bir el yetişir belki de...”

Karamsar kurbağa acı bir kahkaha attıktan sonra şöyle demiş:

“Benim kurbağa Polyannam!.. Neler sayıklıyorsun sen? Bari böylesi bir haldeyken hayal görmekten vazgeç.”

“Ben hayal filan görmüyorum. Nasıl bilmiyorum, ama buradan kurtulacakmışız gibi bir his var içimde. Kendini koyuverme sakın!”

Ne yazık ki, karamsar kurbağa’nın ümitsizliği her geçen dakika daha çok artmış ve ümitsizliği arttıkça, bacaklarındaki güç ve kuvvet de azaldıkça azalmış…Ve en sonunda mücadeleyi bırakıp sütte yüzmekten vazgeçmiş. Bir-iki dakika sonra da son nefesini vermiş…

Mücadele eden kurbağa ise arkadaşının bu kadar kolay vazgeçip ölmesine çok üzülmüş, fakat ümidini hiç yitirmemiş. Bir taraftan da sebebini bilmeden sütün içinde var gücüyle çırpınmış... Karanlıkta, yapayalnız, çaresiz, ama hiç ümitsizliğe düşmeden… çırpınmış… çırpınmış…çırpınmış… Bu hal dakikalarca devam etmiş. Bir ara çırpınırken ayaklarına bir şey çarpmış. Dönüp baktığında çırpındığı sütün tereyağına dönüştüğünü görmüş. Gözleri sevinçle parlamış, çünkü bu onun kurtuluş vesilesi olabilirmiş!

Azalmaya yüz tutan gücü, ummadığı kadar artmış. Bu defa niçin yaptığını bilerek, bacaklarını yine çırpıp durmuş… Bir saat kadar sonra küpteki tereyağı o kadar büyümüş ki, onun üstüne basıp zıpladığı gibi küpün dışına atmış kendini… ve direnişi sayesinde mücadeleyi kazanmış…

23 Kasım 2010 Salı

Seversiniz Bazen





Seversiniz bazen...
Bir kuşu beslemek misali,
karşınızdaki insanı sevginizle beslersiniz.

Farklıdır sevmesi insanların...
Kimi kafese tıkar kuşunu öyle besler,
alır özgürlüğünü elinden, seviyorum sanır.
Öyle sandıkça sıkar karşısındakini, bunaltır.
Ufacık bir fırsat bulsa kaçmak,
kurtulmak ister artık kuş.

Aslında korkularından yapar insan bunu,
karşısındaki insana anlatamaz, anlatmasını bilmez.
Bir başka insana gitmesini istemez.

Her koca devin koca korkuları vardır, kimse bilmez.
Kimi de serbest bırakır kuşunu.
Salıverir gökyüzüne,
döner gelir elbet der, döner gelir seviyorsa.

Alır riski çekinse de birşeylerden.
Bilir ki; koysa kafese bir gün kesin kaçıp gidecek,
bir gün kesin terkedecek.
Serbest bırakır!
Döner gelir o da karnı acıktıkça,
yüreği sevgiye acıktıkça.

Ne kadar çekinse de bilir geri döneceğini adam.
Bilir başka yerlere, başka kişilere gitse de
bir gün, bir şekilde geri döneceğini...

Kuş ta bilir daha iyisinin olmadığını
ama bazen nankörlüğü tutar.
Unutur onun için yapılanları,
uğramaz olur bir zaman...

Başka kapılarda, başka pencerelerde aynını arar.
Ama bilmez başkalarda hiç aynılık bulunmaz.
Pişman olur, geri döner bir zaman sonra.

Öyle yenik, öyle mağlup döner ki hem de...
Artık kafese girmeye bile razı olmuştur.

Şanslıdır...
Eğer geri döndüğünde açık bir pencere
veya aynı evde, aynı kişileri bulabilirse...
Eğer terkettikleri taşınmamış,
Aynı yerde kalabilmişse...



W.Generous BLACKSTONE

22 Kasım 2010 Pazartesi

Gece - Gündüz





Bir bilge kisi, çölde öğrencileriyle otururken demiş ki;

- "Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz? Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?"

Öğrencilerden biri;

- "Uzaktaki sürüye bakarım," demiş, "Koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir."

Başka bir öğrenci söz almış ve "Hocam" demiş, "İncir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki sabah başlamıştır."

Bilge kişi, uzun süre susmuş. Öğrenciler meraklanmışlar ve "Siz ne düşünüyorsunuz hocam?" diye sormuşlar.

Bilge kişi şöyle demiş;

- "Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı diye ayırmadan ona "bacım" diyebildiğimde ve yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi yoksul mu diye bakmadan, milletine, ırkına, dinine aldırmadan, "kardeşim" sayabildiğimde anlarım ki; sabah olmuştur, AYDINLIK başlamıştır..."

13 Kasım 2010 Cumartesi

Babalık budur





Oğlu babasına sorar : Babacığım benimle maraton koşmaya var mısın ? Kalp sorunları olmasına karşın baba, yine de « Evet, varım » diye yanıtlar. Ve bir maratonu birlikte tamamladılar. Baba oğul başka bir çok maratonu daha birlikte koştular. Baba her seferinde oğlunun yeni bir yarış talebini kabul ediyordu. Oğlu bir gün babasına « Baba, birlikte bir Ironman'a (Triathlon) koşmaya var mısın benimle ? » deyince baba bu kez de evet der ve kabul eder.(Bilmeyenlere anımsatalım ki Ironman dünyanın en zor triathlon yarışıdır ve üç dayanıklılık sınavından oluşur : Denizde 3, 86 km'lik yüzme, 180,2 km'lik bisiklet ve nihayet 42,195 km'lik bildiğimiz maraton. Baba oğul bu zor yarışı biirlikte tamamladılar. Nasıl mı ? Videoyu izleyin...

4 Kasım 2010 Perşembe

Bir Kızılderili Hikayesi





Cherokee kabilesinin yaşlılarından biri hayat, aşk ve evlilik üzerine konuşurken şunları söylüyor:
''İçimizde iki kurt var ve bunların arasında da korkunç bir savaş.
Kurtlardan biri korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, pişmanlığı, açgözlülüğü, kibiri, kendine acımayı, küskünlüğü, aşağılık duygusunu, yalanları, üstünlük taslamayı ve bencilliği temsil ediyor.
Diğeri ise; zevki, huzuru, sevgiyi, umudu, paylaşmayı, cömertliği, dinginliği, alçak gönüllülüğü, nezaketi, yardımseverliği, dostluğu, anlayışı, merhameti ve inancı temsil ediyor.''
Gençlerden biri ''hangi kurt kazanacak?'' diye soruyor ve yaşlı kızılderili cevap veriyor:
''Beslediğiniz kurt!''

Popüler Yayınlar