30 Aralık 2011 Cuma

VERESİYE DEFTERİ





Muallim Ahmet Rıfkı..
Yıl 1915...
Çanakkale'de kızılca kıyametin koptuğu günler...
Aylardan Mayıs...
Vefa Lisesi Fransızca Muallimi Ahmet Rıfkı her günkü gibi mektepten
içeri girer.
Selâm verir Ahmet Rıfkı ama çocuklar selâma karşılık vermezler!..
Ahmet Rıfkı iyice şaşırmıştır.
Arka sıralarda oturanlardan biri ayağa kalkarak; "-Hocam, mahallemizde
eli ayağı tutan ağabeylerimiz Çanakkale'ye gönüllü gittiler, ama siz
hâlâ buradasınız! Biz de gitmek istiyoruz, fakat yaşımız tutmuyor,
söyler misiniz bize, vatanımız elden giderse sizin verdiğiniz eğitim
ne işe yarar?"
Muallim yaşlı gözlerle sınıftan çıkar ve mektebin idaresine dilekçesini verir.
Arkadaşlarıyla, talebeleriyle vedalaşır, evine gelir.
Ahmet Rıfkı'nın hayattaki tek varlığı yaşlı annesi Ayşe Hanımdır ve
Şehzadebaşı semtindeki evlerinde beraber oturmaktadırlar.
Durumu annesine anlatır, ondan hakkını helâl etmesini ister.
Ardından mahallenin bakkalı, gün görmüş bir zat olan Selâhattin Adil
Efendiye uğrar ve şöyle der:
"Selâhaddin Amca, Allahın izniyle vatanın bağrına saplanmış olan
düşman hançerini çıkartmaya gidiyorum. Senden isteğim, anamı iaşesiz
bırakma! Kısmetse dönüşte borcumu öderim!"
Çeşitli cephelerde savaşa katılır.
19 Aralık 1915 günü şehit olur...
Annesi haberi alır, çok üzülmesine rağmen imanı bütün bir hanım
olduğundan hâdiseyi tevekkülle karşılar.
Aklına, veresiye yiyecek aldığı bakkal gelir.
"Yedi aydır senden veresiye alırız, borcumuzu verelim de oğlum borçlu
yatmasın!" der.
Selâhaddin Efendi şöyle cevap verir:
"Ayşe Hanım, sen okuma yazma bilmezsin, okuma bilen bir yakınını getir
de hesabı o çıkarsın!"
Bunun üzerine Ayşe Hanım, komşusunun kızı Gülşah'la birlikte dükkâna gider.
Selâhaddin Adil Efendi, "Ahmet Rıfkı" bölümünü açarak veresiye
defterini Gülşah'ın önüne koyar!
Gülşah, onlara veresiye defterindeki kırmızı harflerle yazılmış
satırları gösterir.
Şöyle yazıyordur defterde:
"Bu hesap Ahmet Rıfkı'nın kanıyla ödenmiştir, vesselam!"

28 Aralık 2011 Çarşamba

Dostluk Ateşi






'Bir zamanlar Ali adında, fakir ama çok cesur bir adam vardı. Zengin ve yaşlı tüccar Ammar için çalışıyordu. Bir kış gecesi Ammar şöyle dedi: 'Kimse böyle bir geceyi dağın tepesinde, battaniyesiz ve yiyeceksiz geçiremez. Ama sizin paraya ihtiyacınız var ve eğer aranızdan bunu başarabilecek biri çıkarsa ona büyük bir ödül vereceğim. Eğer başaramazsa, o zaman 30 gün boyunca para almadan çalışacak.' Ali bu teklife cevap verdi: 'Yarın bu sınavı vereceğim!' Ama tüccarın dükkanından ayrıldıktan sonra Ali dışarıda buz gibi bir rüzgar estiğini gördü ve içini bir korku kapladı. Bunun üzerine en yakın arkadaşı Aydi'ye böyle bir iddiayı kabul etmekle delilik edip etmediğini sormaya karar verdi. Aydi onu dinledikten sonra bir süre düşünüp cevapladı: 'Ben sana yardım edeceğim. Yarın dağın tepesine çıktığında tam karşıya bak. Ben de seninkinin hemen karşısındaki dağın tepesinde olacağım ve bütün geceyi senin için yakacağım ateşin başında oturarak geçireceğim. Ateşe bak ve dostluğumuzu düşün -bu seni sıcak tutacaktır. Geceyi başarıyla geçireceksin, sonrasında ise ben senden bunun karşılığında bir şey isteyeceğim.' Ali iddiayı kazandı, para ödülünü aldı ve arkadaşının evine gitti: 'Benden bir karşılık istediğini söylemiştin' dedi. Aydi arkadaşını omuzlarından tuttu ve 'Evet, ama istediğim para değil' diye devam etti; 'Bana söz vermeni istiyorum, ne zaman benim hayatımda buz gibi rüzgarlar esse dostluk ateşini benim için yakacaksın.''

12 Aralık 2011 Pazartesi

YÜK




YÜK...
Hamalsan iki şey önemli oluyor senin için: Yük ve yol... Ancak sırtına aldığın yükle bu mesafeyi aşabilirsen ücret mevzu bahis oluyor. Aksi olursa cereme çekiyorsun! Bunu düşünüyordum. Yanımdaki hamalla yola çıktık. İhtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise birkaç bavul vardı sadece onunkinin çeyreği... Diyordum ki içimden "Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!.." Nitekim çok geçmeden dedi ki: "Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!... "Ne molası dedim ona hayretle. Ben daha terlemedim!..." Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü. Salarken yükünün ipini "Sen de dinlen hadi" dedi. Benim canım sıkılmıştı bu işe. Genç olduğumu ondan kuvvetli olduğumu bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum. O ihtiyar bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum. Bir saat kadar sonra yine durdu oturdu dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında... "Yükünü indirip sen de dinlen" demesine aldırmadım ona daha çok kızdım... Sonra yine durdu. Bana da "dinlenmemi" söyledi yine ama dinlenmedim. Yarım saat sonra "dinlenelim mi" diye sordu aksi aksi başımı salladım... Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum birden bire dizlerimin bağı çözüldü. Kafamın içinde Uçuşan kara karasinekler sustu çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı sırtımdaki bavullar kaydı. Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim. Uyumuştum da uyandım mı yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım... Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı içtim. Sonra koluma girerek; "Hadi kalk dedi. Bana yaslan. Ağır ağır gider ve bir süre sonra gene dinleniriz. " Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım ama asıl anlattıkları iyi geldi bana. "Ben yılların hamalıyım dedi. Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda... Yolda gördüğümüz saçılmış kuru kemiklerin çoğu anlattığım bu insanlara ait...Halbuki bir yükü "taşımak" bizim işimiz"altında ezilmek" değil!. Unutma ki bir yük taşıdıkça ağırlaşır. Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun! Belki günün birinde hamallığın şekli değişir. Belki o günleri ben göremem. Ama sen kavuşursan o zamanlara aman ha kafanın içinde de sakın yük taşıma... Akşamları bırak ve hafifle... Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü. Bizim işimiz bugünü yarına taşımak bugünün altında yok olmak değil. Çünkü yarınlarda bizi bekleyenler var taşıdıklarımızı bekleyenler var... Okumanız bitince işi-gücü bırakın ve 10–15 saniye düşünün; bu kadar çırpınmanın sonunda çevremizde bir kişiyi dahi mutlu edemiyorsak bir sorun var demektir. Bazen bize küçük gelen ayrıntılar; karşımızdakini ömrünün sonuna kadar mutlu edebiliyor....

19 Kasım 2011 Cumartesi

GİDİYOR MUSUN?






Gidiyor musun?
Bu mu son kararın
Pişman olur da dönersen yarın
Yüzüne kapanmış olduğunu göreceksin
Bütün kapıların
Gidiyor musun?
Hangi meçhulün koynuna
Ne bir hatıra
Ne bir anı
Hiçbir umut bırakmaksızın yarına
Gidiyor musun?
Bunca yaşanandan sonra
Gidiyor musun?
Sen
Beni yokluğumda anlayacaksın
Biliyor musun?
Bugünleri arayacak olan
Sen olacaksın
Gidiyor musun?
Madem öyle
Haydi, durma güle güle…

Gürsel İLERİ

3 Kasım 2011 Perşembe

SARHOŞ






Bir gece bir genç kör kütük sarhoş olur.
Yola koyulur.
Hz. Mevlana'nın hayır duasını almak için.

Geceymiş geç saatmiş dinlemez.
... Evin kapısına gelir ve kapıyı çalar.
Hz. Mevlana'nın talebeleri kapıyı açarlar.
Gence ne istediğini sorarlar.
Genç:
"Mevlana'nın hayır duasını almak için geldim" der.
Talebeleri:
"Şuanda hocamız istirahat halinde ve saat çok geç.
Daha sonra gel"derler.
Genç ısrar eder ve illa onun hayır duasını şimdi alıcam gitmem der.
İnat eder ve gitmez.
Hz. Mevlana gürültüleri duyar ve uyanır.
Gelir kapıya ve "Ne oluyor, nedir bu gürültü" der.
Talebeleri cevap verir:
"Efendim sizin hayır duanızı almak için gelmiş bu sarhoş bizde istirahatte olduğunuzu ve daha sonra gelmesini söyledik" derler.
Mevlana şu cevabı verir talebelerine:
O gecenin bu vaktinde bizim yolumuzu bulmuş gelmişken, hem de kör kütük sarhoşken, siz hangi ayık kafayla onu geri göndermek istersiniz!....

1 Kasım 2011 Salı

SİZ İNANDIĞINIZ İÇİN BAŞARILI OLDUNUZ...






San Francisco Körfezi'ndeki bir okulda okul müdürü 3 öğretmeni çağırıp şöyle demiş.

" Siz üç öğretmen sistemde en iyi ve en uzman kişilerden olduğunuz için 90 tane seçkin üstün öğrenciyi size vereceğiz. Bu öğrencilerin gelecek yıl da hızlarını korumalarını sağlamanızı ve çok şey öğrenmelerini bekliyoruz. "
...
Üç öğretmen, öğrenciler ve öğrencilerin anne -babaları bunun çok iyi bir fikir olduğunu düşünmüşler. O okul dönemi hepsinin hoşuna gitmiş ve çok başarılı çalışmalar yapmışlar.

Okul bittiği zaman öğrenciler bütün San Francisco Körfezi'ndeki diğer öğrencilere göre % 20-30 daha başarılı olmuşlar. Yıl sonu geldiğinde müdür, üç öğretmeni çağırmış ve onlara şöyle demiş.

"Bir itirafta bulunmak istiyorum. En zeki öğrencilerin 90'ı sizde değildi. Onlar ortalamanın biraz üstünde öğrencilerdi ve o 90 öğrenciyi sistemden tesadüfen seçtik."

Öğretmenler doğal olarak öğrencilerde görülen başarının kendi istisnai öğretme becerilerine bağlanması gerektiği sonucuna varmışlar. Müdür devam etmiş.

"Bir itirafım daha var demiş. Siz de en parlak öğretmenler değilsiniz. İsimlerinizi bir şapkanın içine doldurduğum kağıtların arasından rasgele seçtim."

Siz inandığınız için başarılı oldunuz . . .

23 Ekim 2011 Pazar

Dört Kapı






Öğrencilerinden biri Mevlana'ya sormuş;

"-Efendim, bu 4 kapı meselesini ben pek anlayamıyorum. Bana anlayabileceğim bir lisanla anlatır mısınız?"

"-Şimdi bak, karşı medresede dersini çalışan dört kişi var ve hepsi rahlelerine eğilmiş. Sen git bunların hepsinin ensesine bir şamar at, sonra gel sana anlatayım.

...

Öğrenci gitmiş, birincinin ensesine bir tokat akşetmiş. Tokadı yiyen derhal ayağa kalkıp arkasını dönmüş ve daha kuvvetli bir tokatla Mevlana'nın öğrencisini yere yıkmış. Öğrenci dayağı yemiş, geri dönecek ama hocasına itaat var. Yaradana güvenip ikinciye de bir tokat akşetmiş. O da derhal ayağa kalkıp elini kaldırmış. Tam tokadı vuracakken vazgeçip yerine oturmuş. Öğrenci devam etmiş, üçüncüye de bir tokat atmış. Üçüncü şöyle bir kafasını çevirip baktıktan sonra çalışmasına devam etmiş. Dördüncü, tokadı yemesine rağmen hiç oralı bile olmadan çalışmasına devam etmiş.

Öğrenci Mevlana'ya dönmüş, olanları anlatmış.

Mevlana; "-İşte sana istediğin örnekler....

Birinci, şeriat kapısını geçmiş biri idi. Şeriatta kısasa kısas olduğu için, tokadı yiyince kalktı, aynısını sana iade etti.

İkinci, tarikat kapısındadır. Tokadı yiyince o da kalktı, tam tokadı iade edecekti ki, tarikat öğretisinde verdiği söz aklına geldi. "Sana kötülük yapana bile iyilik yap". Onun için döndü, oturdu.

Üçüncü, marifet kapısına kadar gelmiştir. İyinin ve kötünün tek Yaradandan geldiğini bilir, inanır. Yaradan bu kötülüğe hangi iblisi alet etti diye merakından şöyle bir dönüp baktı.

Dördüncü, hakikat kapısını da geçmiştir. İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu ve aynı olduğunu bilir. Onun için dönüp bakmadı bile..."

22 Ekim 2011 Cumartesi

Dil ve Kalp





Lokman Hekim, bir çırağıyla ava çıkmıştı, uzun yoldan evine döneceği sırada bir kabile reisi bu meşhur hekimi misafir etmek istedi.
Lokman Hekim, nasıl beden dilinden anlıyorsa öyle de gönül ve ruh dilinden anlıyordu. Kırmadı kabile reisini. O gece misafir kaldılar. En semiz koyunlardan biri kesildi. Yemek için harekete geçildi. O sırada Lokman Hekim, çırağını imtihan etmek istedi:
- Getir bakayım bana koyunun en temiz iki organını.
Çırak gitti koyunun kalbini ve dilini getirdi.
Lokman: “Aferin!” dedi, tam isabet. Bir canlının en temiz iki organı kalbi ve dilidir.”
Yediler, içtiler, şükrettiler. Sabah olduğunda da her misafirin yaptığı gibi, yola revan oldular.
Ne var ki yol kısa değil, Lokman aslında ava çıkmış gibi görünüyor; ama bu av sıradan bir yiyecek bulma avı değil. Hekimlik yolunda yeni bitkiler, ilaçlar bulma yolculuğu…
Akşama yakın bir saatte bir başka kabile reisi de Lokman Hekim’e misafir olması için ısrar etti.
İmkân varsa, davete icabet etmeli. Lokman Hekim de öyle yaptı. Yine akşam ve daha semiz bir koyun kesildi. Bu seferki imtihan daha zorluydu.
Lokman, çırağına: “Haydi şimdi de koyunun en pis iki organını getir bana.” dedi.
Çırak gitti, bir süre sonra yine kalp ve dille dönüp geldi.
Uzattı kalp ve dili Lokman Hekim’e. İşte efendim, dedi, bir canlının en pis iki organı.
Lokman: “Aferin dedi, sen sadece görünen, duyulan bilgilerle değil; aynı zamanda marifetle de donatmışsın kendini. Gerçekten de kalp ve dil, bir canlının hem en temiz, hem de en pis organlarıdır.”

16 Ekim 2011 Pazar

Padişah ve iki köle






Bir gün padişah iki tane köle satın aldı. Kölelerden biri çok temiz yüzlü inci dişli biriydi, nefesi gül gibi kokuyordu. Diğeri oldukça çirkindi, dişleri çürümüş ağzı kokuyordu.

Padişah o güzel yüzlü köleye ihsanlarda bulunarak onu hamama gönderdi. Dişleri çürümüş ağzı kokan köleyi yanına çağırdı. Kendini çok beğendiğini fakat arkadaşının kendisi hakkında çok kötü şeyler söylediğini belirterek, onun da arkadaşının kötü huylarını söylemesini istedi. Fakat köle arkadaşına toz kondurmadı hep onu övücü sözler söyledi. Padişah ne yaptıysa bir türlü o köleye arkadaşı hakkında kötü bir söz . söyletemedi.

Nihayet ikinci köle hamamdan geldi. Padişah onu da sınamak için huzuruna çağırdı. Onu övücü sözler söyledi.
...
“Sıhhatler olsun ne kadar zarif ve latif olmuşsun. Keşke öbür kölenin sayıp döktüğü kötü huyların da olmasa ne . olurdu.” dedi ve onu da diğer köle gibi denemek istedi.

Bunun üzerine köle kızdı, köpürdü ve arkadaşı hakkında kötü şeyler sayıp dökmeye başladı.

Biraz konuştuktan, arkadaşının kötülüklerinden bahsettikten sonra padişah onu susturdu:

- “Yeter artık ikinizin de özünü, aslını anladım, onun ağzı kokuyor, senin ise için kokmuş, bundan sonra sen o doğru sözlü ve güzel huylu kölenin emrindesin haydi git.” dedi.

15 Ekim 2011 Cumartesi

Çanlar Kimin İçin Çalıyor






Çok eski yıllarda krallıkla idare edilen bir ülke varmış. ama; bu ülkede , hukuk ve hakimler de varmış.

törelere göre, bir vatandaş öldüğünde, şehir merkezindeki dev çan bir defa çalınırmış. uzun uzun da yankılanırmış. eşraftan birisi ölürse çan iki defa, büyük bir devlet adamı ölürse üç defa çalınırmış.
ya kral ?..
o öldüğünde , çan dört defa çalınırmış.

gel zaman git zaman…
şehirde bir olay olur, iş mahkemeye intikal eder…
davanın sanığı olarak mahkeme huzuruna çıkarılan kişinin masumiyetini ise bütün vatandaşlar bilmektedir. bir formalite olarak görülmesi ve beraat beklenen davadan sürpriz bir karar çıkar. sanık para cezasına mahkûm olmuştur.

hakim sorar :
” -bir diyeceğin var mı ?.. …”
sanığın cevabı
” – hayır !.. …”
mahkeme biter. dinleyiciler dağılır. kafalarda bir kaygı!.. kısa bir süre sonra dev çanın sesi duyulur..

acaba kim öldü ?..
çan bir defa daha çalar. acaba eşraftan kim öldü ?..

şehir çan sesi ile bir defa daha inler. hımmmmm… büyük bir devlet adamı, acaba kim ?.. soruya cevap alınmadan çan bir defa daha çalar, yeri, göğü inletir.

herkeste bir feryat: eyvah!.. kralımız öldü!..

ancak, törede görülüp işitilmemiş bir şekilde çan, beşinci defa da çalınır, yer gök inler ve sesler kesilir.

herkes bunun ne anlama geldiğini öğrenmek için. çan görevlisine koşar, bir de bakarlar ki çanı , haksız yere mahkûm edilen adam çalmaktadır.

sorarlar :
” -ne demek beş defa çan çalmak ?.. kraldan daha büyük birisi mi öldü ?…..”

cevap şaşırtıcı olduğu kadar anlamlıdır da :

” -evet ! adalet öldü ! …”

14 Ekim 2011 Cuma

MARANGOZ VE OĞLU






Genç adam, evinin alt katında marangozluk yapıyordu. Kapı ve pencere konusunda uzmandı. Fakat plâstik pencereler yaygınlaşınca, ahşap olanlara rağbet azaldı. Bu yüzden işler iyi gitmiyordu. Üstelik de çocukları büyümüş, biri hariç okula başlamıştı. Masrafları artınca, yanındaki kalfasına yol verdi. İşe biraz daha erken koyulur, yardımcıya ayırdığı parayı, çocukların harçlığına katardı.
Adam, bir gün çalışırken, elektrik kesildi. Ve uzun süre beklediği halde gelmedi. Aksi gibi, o akşam üzeri teslim etmesi gereken birkaç pencere vardı. Boş kalmayı sevmezdi. Planyayı yağladı, talaşları süpürdü. Biraz dinlenmek için eve çıkarken, sigortaya göz attı.
Eğer yanılmıyorsa, bu iş normal değildi. Biri gelip sigortayı kapatmış olmalıydı.
Şalteri kaldırınca, atölye aydınlandı. Tahminleri doğru çıkmıştı ama, bu işe bir anlam veremiyordu. Şaka dese, böyle bir şaka yapılmazdı. Kendisini kıskanacak bir düşmanı da yoktu.
İşe koyulduğunda, yine aynı şey oldu. Ama bu sefer suçluyu görmüştü. Oğlu, evden atölyeye bağlanan merdiveni sessizce inmiş ve sigortayı kapattığı sırada, babasını karşısında bulmuştu.
Adam, on yaşına gelmiş bir çocuğun böyle bir haylazlığını affedemezdi. Bütün günü, onun yüzünden mahvolmuştu. Bir kere yapmış olsa, ses çıkartmazdı. Ama tekrarlaması, hangi yönden bakılırsa bakılsın, büyük hataydı. Saçlarından yakalayıp sıkı bir tokat attı. Her şey onun iyiliği içindi. Belki vurduğu tokat, serseri olmasını engellerdi.
Adam, oğlunun gözyaşlarını görmezden geldi ve eve çıktıktan sonra, eşine dert yanarak:
— Bu çocuğun, okulda kimlerle düşüp kalktığını bilmemiz lazım!.. dedi. Eğer serbest bırakırsak, başımıza büyük dertler açacak!..
Adam, bir süre düşündü. Sonunda da en kolay yolu buldu. Oğlunun hiç aksatmadan tuttuğu günlüğünde, arkadaşlarına ait ip ucu olmalıydı. Eşi istemese de, ona kulak asmadı ve çocuğunun günlüğünü okumaya başladı.
Oğlu, en son sayfada: “Bu gece kötü bir rüya gördüm!..” yazmıştı. “Atölyede çalışırken, babamı elektrik çarpıyordu. Allah’ım onu koru!.. Ben elimden geleni yapacağım!..”

13 Ekim 2011 Perşembe

Ben yaşadıklarımın hiçbirini unutmam.





Ben yaşadıklarımın hiçbirini unutmam.
Ama evet! Yeri gelir susarım.
Canımı çok yakan şeyler olur ama yinede susarım, tükenirim.
Buna izin de veririm aslında. Salaklığımdan mı? Hayır!
Ben kimseye ''GİT'' de demem, diyemem.
O kişi vazgeçilmez olduğundan mı? Hayır.
Ona o kadar şeye rağmen, o kadar değer veririm ki, Hergün yaptıklarına utansın diye.
Ama bir gün öyle bir giderim ki;
Kaybedeceğim hiçbir şey olmaz!

SUNAY AKIN

5 Ekim 2011 Çarşamba

Acılar Sevgiyle Tatlılaşır






Lokman, işinde becerikli, sadık ve sevilen bir köleydi.
Efendisi ona oğullarından daha çok güvenirdi. Çünkü o,
görünüşte köleydi ama nefsinin efendisiydi. Efendisi, ondaki
bu olgunluğun farkındaydı. Lokman'ı âzat etmek için uygun bir fırsat kolluyordu.

Efendinin önüne yemek geldiğinde, Lokman'ı çağırır, önce onun yemesini isterdi. Onup yiyip içtiklerini zevkle yer,
yemediklerine elini sürmezdi.

Bir gün, efendiye bir kavun hediye getirdiler. Her zaman
olduğu gibi Lokman'ı çağırttı. Kavundan bir dilim kesip
Lokman'a uzattı. Lokman, ikram edilen kavunu iştahla yedi.
Efendi bir dilim daha verdi. Lokman, aynı şekilde onu da yiyip
bitirdi. Efendi Lokman'ın kavunu iştahla yediğini görünce, çok
sevdiğini düşünerek, bir dilim kalasıya kadar hepsini ikram
etti. Son kalan dilimi ağzına götürüp bir lokma alınca,
kavunun tadının zehir gibi olduğunu farketti. Kavunun
acılığından gözünden ateş çıktı. Boğazı yandı. Dili kabardı.

Ağzındaki acılık gittikten sonra, Lokman'a, ''Böyle acı kavunu
nasıl iştahla yedin?'' diye sordu. Lokman, ''Efendim! Bugüne
kadar sizin birçok güzel ikramınıza nâil oldum. Acı olduğunu
bilmeyerek verdiğiniz bu ikramı, geri çevirmekten utandım.
Ayrıca size olan sevgim, kavunun acılığını bana
hissettirmedi.''
***
Acılar, sevgiyle tatlılaşır
Bakır, yoğurulunca sevgiyle altın olur
Bulanmışlar, sevgiyle durulur
Dertler, sevgiyle devasını bulur
Sevgi, ölüyü diriltir
Şahı ise sana köle yapar.

4 Ekim 2011 Salı

Aşık Veysel'in Hikayesi





Anadolu’nun orta vilayetlerinden bir köyde yavaş yavaş güneş batmaya hava kararmaya başlar.
Karanlık iyice çöker köyün üzerine.
Evlerden birinde bir kadın ve adam yatma hazırlığı yapmaktadır.
Erken yatıp yarın sabaha güneş ışığına erken uyanılacaktır.
Adam üzerini değiştirir yatağına yönelir.
Evin penceresinden; karanlık bahçeye vuran ışıkta ağaçların arasında bir gölge belirir.
Kadın pencereden dışarı bakar ve gülümser.
Kadının sevgilisi bahçededir. . .
Tam sözleştikleri gibi sözleştikleri saatte ve yerde adam onu beklemektedir.
Kadın kocasının uyumasından emin olunca
sessizce yataktan kalkar üstünü giyer …
Ve pencereden aşağıya atlar.Başka bir adam içinkadın kocasını terk eder.
Koşarlar iki sevgili….. kaçıyorlar.Tarlaları ovaları aşarlar…..
Anadolu’da bir köy nasıl koşmasınlar ki.
Arkalarından onları kovalayacak onca şey vardır. Namus belası Töre cinayetleri yoksulluk cefa korku.
Arkalarında bunlar varken nasıl durabilirler.
Köyden uzaklaştıklarına iyice emin olunca soluklanmak için dururlar.
Kadın duraksamayı fırsat bilip nefes nefese der ki :
‘Evden çıktığımdan beri ayakkabımın içinde bir şey var beni rahatsız ediyor’ çıkartıp bakar ki…..
ayakkabısının içinde bir tomar para!!!!!
Kocası her şeyin farkında.
Biliyor ki gidecek
‘Beni terk edecek ama bunca yıl çorbasını içtim
çamaşırlarımı yıkadı ütüledi. Bana emeği geçti’
YABAN ELDE MUHTAÇ OLMASIN DİYE ! ! !
O Yoksul köylü;
bütün parasını; başka bir adam için kendisini terk eden
karısının giderek kendinden uzaklaşan adımlarını
attığı ayakkabısının içine koydu.
O güzel insanı O onurlu davranışı sergileyen O terk edilen adamı
HEPİNİZ TANIYORSUNUZ …..
Çünkü O;
Bir dizesinde bize yürekten seslendiği gibi
Uzun ince bir yoldaydı ve gidiyordu gündüz gece...

30 Eylül 2011 Cuma

Bilgeliğin İlk Adımı





Bir zamanlar, bir delikanlı bir bilgeye talebe olmak istedi.
“Bana talebe olmak zordur, korkarım sen bunu başaramazsın” dedi bilge.
Ama genç kararlıydı. Kendisinden ne isterse yapmaya hazır olduğunu söyledi. Bilge de ona manevi yoldaki ilk vazifesini verdi:
“Bir yıl boyunca kim seni kızdırmaya çalışsa ona bir lira vereceksin.”
Genç denileni yaptı ve tam bir yıl boyunca kendisini öfkelendirmeye çalışan insanlara para verdi. Bir yılın sonunda genç, bilgeye geldi ve bun­dan sonraki vazifesine hazır olduğunu bildirdi:
“Önce şehre git ve bana biraz yiyecek al” dedi bilge.
Genç yanından ayrılır ayrılmaz, bilge dilenci kıyafetine bürünüp sade­ce kendisinin bildiği kısa bir yoldan gençten önce şehre ulaştı. Gencin geçeceği yola oturdu ve onu bekledi. Tam genç yanından geçecekken di­lenci ona hakaret etmeye başladı. Başkalarının duyacağı sesle onun ne kadar aptal göründüğünü söyledi. Ama gençte hiçbir öfke işareti yoktu. Tam aksine:
“Ne kadar harika!” diye karşılık verdi genç sakin bir şekilde. “Tam bir yıl bana hakaret eden herkese para ödemek zorunda kaldım, şimdi tek kuruş ödemek zorunda değilim.”
Bunun üzerine üzerindeki dilenci kıyafetini çıkaran ve yüzünü göste­ren bilge gence şöyle dedi:
“Başkalarının ne dediğine aldırış etmemeyi başaran bir kişi bilgelik yoluna adım atmış demektir. Eminim ki sen bundan böyle hakaretlere al­dırış etmeyeceksin ve doğru bildiğin yoldan asla şaşmayacaksın.

26 Eylül 2011 Pazartesi

Fırsat






A.B.D de işşiz bir genç, otomotiv sanayinin öncüsü ünlü işadamı Henry Ford´dan iş istemek için bürosuna gider. Sekreterden 8 ay sonraya güçlükle randevu alabilir. Randevu günü büroya gelen genç; sekretere iş görüşmesi için randevusu olduğunu söyler.

-Sekreter der ki;
Ford şu an dışarı çıkıyor.Siz de onu takip edin lütfen! Bir arabaya biner Ford. Genç de yanındadır. Yol boyu hiç konuşulmaz. Arabadan inip büyük bir mağazaya doğru yürürler. Kapıdakiler, Ford´u büyük bir saygıyla karşılarlar. Birlikte mağazayı gezdikten sonra, aynı şekilde 2, 3, 4, ve 5, büyük mağazayı daha gezerler ve ardından dönüş için tekrar otomobile binilir.

Genç daha fazla dayanamaz ve sorar;
-Sayın Ford, benimle iş görüşmesi yapmayacak mısınız?
-Ya demek öyle?... Pekiyi o halde!

Ford arabayı durdurup, kahramanımızın inmesini ister. Genç arabadan indikten sonra Ford oradan hızla uzaklaşır. Orası şehirden uzak tenha bir yerdir. Gencin cebinde ise hiç para yoktur. Sinirli bir şekilde söylenerek yürümeye başlar. Neden sonra kan- ter içinde evine gelir. Bir taraftan da düşünür:'' Mutlaka bir ders vermek istedi. Ama ne ?'' Günlerce düşünüp gizli mesajın ne olduğunu çözmeye çalışır.

Genç bir gün hızla yerinden kalkar: Ford´la ilk ziyaret ettikleri mağazaya koşar. Genci gören mağaza yetkilileri genci ayakta karşılarlar, büyük bir saygı ve iltifat gösterirler. Her sorusuna sanki karşılarında Ford varmış gibi nezakatle cevap verirler.

Genç mağaza yetkililerine;
-Ürünlerinizi pazarlamak istiyorum, der.

Mağaza yetkilileri;
-Buyurun istediğiniz kadar alın -satın, parasını sonra ödeyin !...Genç aynı şekilde 2, 3, 4, ve 5. mağaza yetkilileriyle anlaşır. Bundan büyük yardım mı olur bir insan için? Sonra, tutun tutabilirseniz. Kahramanımız 5 yıl içinde A.B.D´nin en iyi iş adamlarından biri olur.''Eh ford'u bir ziyeret edeyim de kendisine teşekkürlerimi sunayım artık!'' diye düşünür.

Gidip Ford'un sekterine söyler söylemez, aldığı cevap enteresandır:
-Buyurun efendim, Ford sizi bekliyor. Ve Ford şunu söyler:
-Aynı yerde arabadan indirdiğim ne ilk kişisiniz, ne de son. İçlerinden bir tek siz anladınız ne demek istediğimi. O günden beri, hayranlıkla takip ediyordum sizi!

12 Eylül 2011 Pazartesi

APTAL ADAM






Bir adam halinden yakınır dururmuş:"Çalışıyorum didiniyorum sonunda ancak geçinebiliyorum.Üstelik tek başınayım,kimsem yok."Böyle mutsuz bir şekilde sızlanıp dururken, bir karar vermiş:Yollara düşüp bir melek bulacak,halini anlatıp ondan bu haksızlığı düzeltmesini isteyecekmiş.Yola koyulmuş.Dağda giderken bir kurtla karşılaşmış.Ayakta zor durabilen,bir deri bir kemik kalmış kurt,adama yaklaşmış,nereye gittiğini sormuş.Adam derdini anlatmış,"Bir melek arıyorum.Onu bulup bana yapılan haksızlığı düzeltmesini isteyeceğim."Bunun üzerine kurt," Bana da bir iyilik yapar mısınız?" demiş."Ben de gece gündüz dolaşıyorum,bir lokma yiyecek zor buluyorum.O meleğe benden söz et.Böyle açlıktan ölen kurt da olur muymuş de."Adam tekrar yola koyulmuş.Çok geçmeden karşısına güzel bir kız çıkmış.Kız da ona nereye gittiğini sormuş.Hikayesini dinledikten sonra adamın ellerine sarılmış:"Yalvarırım,o meleğe benim durumumu anlatın.Gencim,güzelim,zenginim,her şeyim var ama mutsuzum.Mutluluğa ulaşabilmek için ne yapmam lazım,ne olur o meleğe sor."
Adam, melekle kız için de konuşacağına söz vermiş ve yola devam etmiş.Yorulduğu bir sırada bir ağacın altına uzanmış.Fakat çevresi yemyeşil olan bu ağacın neredeyse tek yaprağı bile yokmuş.Tabii ağaç, bu duruma çok üzülüyormuş.Adamın meleğe gittiğini anlayınca,"Ne olur o meleğe benim durumumu da sor." demiş.
Adam, ağaca da,"Peki" dedikten sonra yola koyulmuş.Nihayet bulmaktan ümidini kestiği sırada melek karşısına çıkıvermiş.Adam derdini anlatmış:
"Gece gündüz demeden çalışıyorum.Dünyanın hiçbir nimetinden yararlanamıyorum.Acınacak bir hayatım var.Benden çok daha az çalışıp çok daha fazla sefa süren bir çok insan var.Söyler misin; eşitlik,hak,adalet bunun neresinde?"
Adamı dinleyen melek"Tamam,tamam"demiş.Zengin ve mutlu olabilmen için sana bir şans veriyorum.Şimdi geldiğin yoldan evine geri dön."
Meleğin bu sözleri üzerine rahatlamış adam ve kurdun,kızın ve ağacın ricalarını da meleğe söylemiş.Melek onlar için de bir şeyler söylemiş.Adam bunları dikkatle dinlemiş ve dönüş yoluna koyulmuş.Uzun bir yolculuğun ardından ağacın yanına gelmiş ve meleğin söylediklerini anlatmış:
"Köklerinin tam yanında gömülü altın dolu bir sandık varmış.Bu yüzden beslenemiyormuşsun.Beslenemediğin için yaprağın ve meyven yokmuş.Sandık çıkarılırsa seninde meyven ve yaprağın olacak."
"Yaşasın" demiş ağaç."Çabuk orasını kaz ve sandığı çıkar."
"Hayır" demiş adam,"melek bana kendi şansımı verdi.Evime dönmem lazım."
Yoluna devam etmiş.Genç kız bıraktığı yerde onu beklemekteymiş. Ona,"Sevinçlerini ve acılarını paylaşabileceğin birini bulup da evlenirsen tüm dertlerin hallolacak,mutlu olacaksın."demiş.O zaman kız,"Hadi seninle evlenelim,mutlu olmaya çalışalım."diye atılmış.
Adam,"Hayır,olmaz.Buna zamanım yok,melek benim şansımı verdi,bir an önce evime gitmeliyim.Sen de kendine artık bir koca bul."demiş.
Çok geçmeden o zayıf, bir deri bir kemik kalmış kurt çıkmış karşısına...Adam olanı biteni ona da anlatmış.Kendi şansını bulmak için evine gitttiğini acelesi olduğunu söylemiş."Peki, ya ben?" demiş kurt,"Benim için ne dedi?"
"Senin için ne dediğini ben de anlamadım" demiş adam;"Melek dedi ki, "O kurt yiyecek bir aptal bulamazsa aç ve susuz dolaşmaya mahkumdur."
Kurt,"Ben çok iyi anladım" demiş ve aptalı yemiş.
Öykü, Zorluklara Karşı Kendini Ateşle (Cengiz ERŞAHİN)kitabından alıntıdır..

9 Eylül 2011 Cuma

26 Ağustos 2011 Cuma

Hoş Görmeli Böylesini





Bir avuç çiçek,baştan ayağa yağar üstüme...
Bitmeden,tükenmeden. İçimden çekilir bütün kanlarım yüreğime doğru.
Yüreğim mi? Bir duble sek rakı içmiş gibi avare yerini yurdunu bilmez...
Sevdalanmak zor zanaattır hoş görmeli böylesini...
Her mevsim bahar bana... Bir kucak özgürlüğüne sığınmış yüreğim, boyunca sevdalar taşır.
Boyunca filizler büyütür.Ve onları boyundan büyük yapar zamanı gelir...
Bir hücrenin parmaklığından özgürlüğü solur gibi geçmişim kendimden.
Usumsa tangolarda simdi hayallere...Sevdalanmak zor zanaattır hoş görmeli böylesini...
Ay avucuma düşmüş, denizler gözlerime. Bir bulut olmuşum güneşe yoldaş.
Yukarda ta tepedeyim simdi. Yıldızları bir çuvalla sırtıma vurmuş bilinmedik sevdalarda, bilinmedik zamanlarda bir varım bir yokum. Ama dev gibi sevdam hep yüreğimde...
Sevdalanmak zor zanaattır hoş görmeli böylesini...
Bir misafirim var, minik, ender bir kelebek...En ufak hatada uçacak bilirim.
Hapsetmek isterim ama olmaz o zaman hiç benim olmaz ki....Gitmese,hiç bitmese bu rüya...
Boş ver şimdi yanımda ya....Sevdalanmak zor zanaattır hoş görmeli böylesini....
Doyamam bu duyguya açım işte belki bir tabanca şakaklarımda ama nafile...
Kanser gibi sarmış bedenimi tek dermanı; derman mı dermansız ki!!!
Böyle bana özgü, hücrelerimde dahi hissettiğim bir duygu ki vazgeçilmez.
Sevdalanmak zor zanaattır hoş görmeli böylesini....
Böyledir işte bedenine boylu boyunca, sere serpe uzanmış biri daha...
Herşeliyle var olan en çok da yüreğiyle... Böyledir sevdalar...
Sevdalanmak zor zanaattır hoş görmeli böylesini...

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Mütereddit olmanın dayanılmaz hafifliği







Bulanlardan mısınız yoksa arayanlardan mı? Bilenlerden misiniz yoksa öğrenenlerden mi?

Katı mı zihninizin halleri yoksa sıvı mı?

Daim öğretmen misiniz şu hayatta yoksa daim öğrenci mi?

Öğretmeyi mi seviyorsunuz öğrenmeyi mi?

Doksan yaşına geldiğinizde de yeni bir şeyler öğrenmekten heyecan duyabilir misiniz yoksa ununu eleyip eleğini çoktan duvara asanlardan mısınız?

Vaktinden evvel yaşlananlardan mısınız yoksa asla yaşlanmamak için uğraşanlardan mı? Ya da yaşını doğallıkla taşıyanlardan mısınız?

Varmayı mı tercih ediyorsunuz gitmeyi mi?

Sahip olmayı mı seviyorsunuz yoksa var olmayı mı?

Bir yere ulaşmadan, ulaşmayı dahi amaçlamadan, sırf gidebilmenin güzelliği için yollara düşebilir misiniz? İlla ki bir paye, bir derece, bir rütbe ya da zaferler için değil, hatta bir "şey" olmak için bile değil.... Yaşamı sırf yaşanılası olduğu için, baldan âlâ, sudan aziz bir iksir gibi yudum yudum içebilir misiniz? Sevebilir misiniz? Karşılıksız, beklentisiz, hesapsız, çıkarsız, özgür bırakarak... Sırf bir başkasının iyiliğini, mutluluğunu isteyerek.

AŞK dışı süslü içi boş bir kelime mi size göre? Yoksa kâinatın özü, cevheri, yaradılışın gayesi mi? Hiç tanımadığınız ve muhtemelen tanışmayacağınız bir insan için dua eder misiniz? Öyle yüzeysel geçiştirerek ya da lafın gelişi değil, derinden hissederek. Ağlaya ağlaya....

Yoksa bütün dualarınız sadece kendiniz ve sizin tanıdıklarınız için mi saklı?

Sizden daha kıdemli, daha başarılı, daha zengin, daha güzel ya da yakışıklı... Velhasıl "daha ve daha" gibi görünen bir insanın iyiliğini en az kendi iyiliğinizi istediğiniz gibi isteyebilir misiniz? Samimiyetle, yürekten... Nefsinizi bir tüy gibi avucunuza yerleştirip uzaklara üfleyebilir misiniz? Şu yeryüzünde insanın insana hayrı dokunması gerektiğine inanır mısınız? Yoksa insanın insanın kurdu olduğuna inanmayı mı tercih edersiniz? Sizce insan denilen mahlûk fıtrat itibarıyla iyi midir yoksa kötü mü?

Her Ademoğlu Havvakızı doğuştan iyi mi gelir bu dünyaya ve sonradan bozulur? Şartlardan, sistemden, toplumdan dolayı... Yoksa doğuştan fesattır da insan, yasalar ve kurallar aracılığıyla mı biraz olsun durulur? Dikey mi bakarsınız hayata ve dünyaya? Hiyerarşik, tepeden, yukarıdan... Sırça köşkünüzden? Yoksa yatay mı bakarsınız? Herkesi eşit bir düzlemde konumlandırarak... En sevdiğiniz şekil kare midir; köşeli, kapalı?

Yoksa çember mi tercihiniz? Durmadan dönen ve yenilenen, her noktanın her noktaya aynı mesafede kaldığı?

Sizin gibi düşünmeyenleri de kucaklayabilir misiniz? Sevebilir misiniz? Yoksa sadece size benzeyenlerle mi yaşamak isterdiniz? Demokrasiyi sadece kendiniz için mi istersiniz? Yoksa herkes için mi? Ekmeğinizi, suyunuzu, hayallerinizi, fikirlerinizi paylaşır mısınız başkalarıyla? Yoksa sadece kendinize mi saklamak istersiniz? Eleştirilmekten korkar mısınız başkalarını habire eleştirdiğiniz halde? Sahi katı mı zihniniz taş gibi, kaya gibi, duvar gibi yoksa su gibi akmakta mı yüreğiniz çağıl çağıl, öylesine taşkın?

Damı akmayan, gemisi su almayan insan yok ki şu hayatta. Varsa da rol yapıyor demektir. Kahramanlar yok aramızda. Kahramanlara ihtiyacımız da yok aslında. Bir zamanlar Bertold Brecht´in dediği gibi "ihtiyacımız olan şey kahramanlar değil, kahramanlara ihtiyaç duymayan bir toplum olmalı." Kimse mükemmel değil. Kimse sandığı kadar diğerlerine üstün değil. Bunu bir anlasak, mantıkla değil yürekle anlasak, ne kibir kalır dilimizde, ne önyargılar zihnimizde.

Mütereddit güzel kelime. Tereddüt besleyen, şüphe eden....

Maddenin nasıl katı, gaz ve sıvı halleri varsa, insan zihninin de aynen öyle halleri var. Maddenin katı hali: İnsanın mutlakiyetçi hali. Maddenin sıvı hali: İnsanın yaratıcı hali. Maddenin gaz hali: İnsanın mütereddit hali.

Mutlakiyetçi zihniyet, köşeli, katı ve keskindir. Kelimeleri kurumuş çimento gibi rap rap dizer üst üste. Dili ustura gibi kullanır. Keser, biçer, kategorilere sokar. "Onlar" ve "bunlar" diye ayrılmıştır dünyası. Ara tonları görmez, göremez. Mutlakiyetçilik bir nevi renk körlüğüdür. Sadece siyah-beyaz bir dünyada yaşar kişi. Nüansları bilmeden.

Yaratıcı zihin, tam tersine, ayrıntıları sever. Fikirlerle doludur. Nobran genellemelerle düşünmez. Nüanslara dikkat eder, ara tonlara. Yepyeni sentezler yaratır. Renkleri karıştırır. Su gibidir yaratıcı insan. Kabında duramaz. Dursa bile sığamaz. Akması lâzım illa ki. Uzaklara, öteye, daha evvel denenmemiş işlere, varılmamış yerlere....

Mütereddit zihin ise mütevazıdır. Öğrenmeye açıktır, kâinatı kitap gibi okumak ister, daima samimiyetle sorgular. Sadece başkalarını değil, kendini de, kendi doğrularını da. Kibirden arınmıştır. Derviştir içi.

Zihnin katı hallerinden sıvı ve gaz hallerine geçmek dileğiyle... Daha çok yaratıcılık, daha çok hoşgörü için.

Elif Şafak

14 Temmuz 2011 Perşembe

BAĞIŞLA BİZİ AĞUSTOS BÖCEĞİ








Ağustosböceği ile Karınca” öyküsünü bilmeyen yoktur herhalde. Tüm yaz boyunca çalışan didinen sevimli karıncayla ona inat, yan gelip yatan, saz çalıp şarkılar söyleyen, eğlence düşkünü ağustosböceğinin öyküsünü.

Yıllarca bu öyküyü anlattık bilmeyenlere ve çocuklara hep çalışkanlığı öğretmek için karıncayı örnek gösterdik. Ağustosböceğine ise “Tembel” dedik, “Vurdumduymaz” dedik, “Çalışmazsanız onun gibi alay konusu olursunuz” dedik, öğüt verdiklerimize. Karıncayı yücelttik, onu ise hep yerdik, ne büyük haksızlık ettik ona, hiç bilmedik gerçeği...

Oysa o bir anneydi, hem de en özverili anne. Peki, karınca gece gündüz çalışırken o neden hep oturuyordu hiç kalkmıyordu yerinden, neden saz çalıp durmadan şarkılar söylüyordu?

Çünkü ağustosböceği yumurtalarını henüz bırakmıştı ve yumurtalarının olgunlaşıp birer yavru olması için çok yüksek bir ısıya gerek vardı. Hem de öyle yüksek bir ısı ki ağustos sıcağının o kavurucu etkisi bile az geliyordu. Bu yüzden ağustosböceği o sıcakta yumurtalarının üzerinde durmak zorundaydı. Yumurtalarının olgunlaşması için her şeyi yapmalıydı ve biz bunu hiç anlamıyorduk. Ve bu ısı hâlâ yetmiyordu; daha fazla ısı için yumurtalarına kanatlarını sürtüyor, çırpınıyor çırpınıyordu yavruları için... Biz bunu da eğlence sanıyorduk kanatlarından çıkan vızıltıları duyup, ağustosböceği saz çalıyor diyorduk ne de çok yanılıyorduk... Bu da yetmezmiş gibi sıcaktan kavrulan, vücudunu parçalarcasına kendini mahveden bu annenin iniltilerini, çığlıklarını anlamıyor ve ağustosböceğini şarkı söylemekle suçluyorduk; nasıl da yanılıyorduk. Ve kış boyunca zor durumda kalmasına aldırmıyor, “O bunu hak ediyor” bile diyorduk.

Ama onu anlayan birisi vardı. Yakın dostu karınca aslında onun ne denli acı çektiğini biliyordu ve ona “Sabret dostum tüm bu acıların karşılığında mutlu olacaksın” diyordu. “Yavrularını kucağına aldığında tüm bu çektiklerine değecek, o anki mutluluğunu birlikte paylaşacağız. Çünkü ben ikimize hatta yavrularına da yetecek kadar yiyecek topluyorum.”

Biz ise karıncayı da suçluyorduk, belki de. Yaz gelip geçip de kış iyiden iyiye kendini gösterdiğinde karınca ağustosböceğine
“Yazın çaldın saz, şimdi oyna biraz” demiyordu da aslında, biz yanlış anlamıştık o tümceyi, “Dostum çok çektin bu yaz, şimdi rahatla biraz” diyordu. Ve yemeğini ağustosböceği ve minik yavrularıyla paylaşıyordu...
Şimdi herkesten kendisini ağustosböceğinin yerine koymasını istiyorum. O kadar özveri göstereceksin, onca acı ve eziyet çekeceksin. Ve sonra bunun karşılığını almayı bir kenara bırakın çevreniz tarafından horlanıp, küçük görüleceksiniz. Ne kadar da acı verici!

İşte bu yüzden, insanlar karşısındakinin durumunu hiç düşünmeden onları yargılamamalı, onun sergilediği davranışın altındaki nedenleri görebilmeli ve ona gerektiğinde kucak açıp yardım edebilmeli, çünkü gerçek sevgi bu dayanışmanın içinde gizli.

Gelin, işe ağustosböceklerinden özür dileyerek başlayalım. Ve bundan sonra insanların hareketlerinin nedenlerini dinlemeden onları yargılamayalım; aksine sorunlarını çözmek için onlara yardım edelim.
Çok üzgünüm ağustosböceği, beni affet.

Ferdi Kalem

25 Haziran 2011 Cumartesi

FIRINCI ve ÇİFTÇİ






Bir fırıncı, tereyağını yakındaki bir çiftlikten alıyordu. Bir gün 3 kiloluk tereyağı paketini çok hafif buldu. Bundan sonrada aldığı tereyağlarını tartmaya başladı. Tereyağı gittikçe daha hafif geliyordu. Fırıncı sonunda çok kızdı ve bir dava açtı.

İş yargıcın önüne gelmişti. Yargıç çiftçiye:

"Senin terazin ve kiloların yok mu?"diye sordu.

Çiftçi "Var efendim. Ama kiloya gerek yok" yanıtını verdi.

Yargıç bu yanıta biraz sinirlendi:

"Kiloya gerek yoksa nasıl tartıyorsun?" diye sordu.

Çiftçi kendini savunmak için gerekli açıklamasını yaptı:

"Çok kolay. Fırıncı benden tereyağı aldığı sürece bende ondan ekmek alıyorum.Terazinin bir köşesine ondan aldığım 3 adet 1'er kiloluk ekmeği koyuyorum.Bunlar bana ölçü oluyor.Eğer tereyağı noksan gelmişse bu benim hatam değil onun hatasıdır."

Bu durumda yargıç, çiftçi için beraat verdi.Fırıncı ise mahkeme masraflarını ödemek zorunda kaldı.

18 Haziran 2011 Cumartesi

Gençliğin Sırrı






Evvel Zaman içinde Memleketin Birinde 90 yaşlarında fakat çok dinç ve genç görünümlü bir adam yaşarmış? Çevresinde bulunan herkes ona çok özenir ve sorarlarmış ' Bu gençliğin sırrı nedir' diye. İhtiyar delikanlı güler geçermiş her soruldukça bu soruya.. ama sorular sık , soranlar çoğalınca cevap vermek vacip olmuş sanki.

Düşünmüş nasıl... anlatırım bu sırrımı kolayca herkese. Sonra karar vermiş tüm meraklıları yemeğe davet etmeye evine.

"Bu davette size sırrımı açıklayacağım” demiş. Herkes merakla davete gelmiş. Yemekler yenilmiş, içilmiş, sohbetler edilmiş vakit iyice gecikmiş. Ama gençlik sırrı ile ilgili tek kelam edilmemiş. Herkes konu ne zaman açılacak diye merek ederken Adamcağız huri gibi sevimli hanımına seslenmiş:

- "Hatun, şu kilerden bir karpuz getirir misin bize sana zahmet!.." Hanım hemen doğrulmuş kilere giderek kaş ile göz arasında gidip bir karpuz getirmiş. Adamcağız şöyle eliyle bir vurmuş tık tık diye sonra da:

" Bu olmamış hanım, güzel çıkmayacak, başka getirir misin bir zahmet" demiş. Hanım onu götürmüş bir tane daha getirmiş. Adam onu da bir yoklamış yine beğenmemiş.

“ Hanım sana yine zahmet olacak ama bu da olmamış başka bir tane getirir misin “ demiş, Başka istemiş?. Bu böylece üç dört sefer daha tekrarlamış.

Neyse misafirleri ve de siz Aziz okuyucuları sıkmamak için !!! Dedemiz beşincide karpuzu beğenmiş ve karpuz kesilmiş, misafirlere ikram edilmiş?. Herkes karpuzunu afiyetle yerken bizim dedecik sormuş. "Eeee ?.

Arkadaşlar iste benim gençliğin sırrı burada anladınız mı??

Herkes birbirinin yüzüne bakmış. Kimse bişey anlamamış.."Aman dede demişler nerde? Anlamadık biz bu sırrı!" Dedecik gülmüş."Efendiler" demiş "O gördüğünüz karpuz kilerde bir tanecikti, tekti. Ben hanıma git de başka getir dedikçe o kilere gidip geliyor aynı karpuzu getiriyordu. Bir kere bile "aman be adam , deli misin nesin şu tek karpuzu ne taşıttırıyorsun bana defalarca.." demedi.

Beni sizin önünüzde mahcup duruma düşürmedi. İşte ben bütün gençliğimi bu hanımıma borçluyum. Biz birbirimizi hiç başkalarının önünde zor duruma düşürmeyiz. Aile içindeki hiçbir şeyi dışarıya yansıtmayız. Hep birbirimize destek olur, dert ortağı olur, yardım ederiz. Birbirimizle ilgili olan problemleri yine birbirimize anlatırız. İyi kötü her olayı da birlikte paylaşırız.’ Demiş.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Beni İyi Dinle OĞLUM





* İnsanlara doğru değer ver, haketmeyenleri sil.
* Kimseye yalvarma.
* Asla dönüp de arkana bakma.
* Sır tutmasını bil.
* Dostlarının yeri ayrı, sevgilinin yeri ayrı. Sevgilin için dostlarını, dostların için sevgini satma.
* Hakettiğin sevgiyi alamadın mı? Kendini üzme, sorun sen değilsin.
* Kimsenin lafıyla dolduruşa gelme, ama aklının bir köşesinde de tut.
* Bir ilişkiyi kafanda bitirdikten sonra iki çift tatlı söz, iki damla gözyaşı için asla yumuşama.
* Seni sevenlerle kullananları iyi ayırt et.
* Seni dinleyip anlamaya niyeti olmayanlarla tartışma.
* Emrivaki oluşturulan dostlukları kabul etme.
* Eğer verdiğin o kişide kalmıyorsa ikinci bir sır şansı verme.
* Dostun olacak insanları bazı kriterlere göre belirle.
* Kendini öven insanlardan kaç.
* Karşındakinin doğruyu söylediğini varsayma.
* Kendine saygını yitirmene neden olacak hiçbir şey yapma.
* Sorunun olduğunda insanlar zaman ayırıp seni dinliyorlarsa onların öğütlerini gözardı etme.
* Göz göre göre su birikintilerine taş atma, mutlaka üzerine sıçrar.
* Gözyaşlarının değerini bil. Onları haketmeyenler için harcama.
* Sana bahşedilen zekayı kullanmayarak Allah'a hakaret etme!
* Senin zekana inanan insanları hayal kırıklığına uğratma.
* Kendini sev.
* Alkol alınca kontrolünü yitirenlerle asla tartışma.
* Dışarıdaki güneşe bakıp gülümse ve önünde koskocaman bir gelecek olduğunu unutma.
* Dostluğunla yetinmeyenler için hiçbir fedakârlık yapma.
* İnsanları kaybediyorsun diye ağlayıp sızlama, ama kazandığın insanların değerini bil.
* Kimseye taşıyabileceğinden fazla değer verip bununla övünmesine fırsat verme.
* Güvenmediğin kimseye aleyhine kullanılabilecek hiçbir koz verme.
* İstediğini almak için asla duygu sömürüsü yapma.
* Sana duyulan sevgiyi ve güveni istismar etme

30 Mayıs 2011 Pazartesi

ALIŞMA BANA





Alışma bana,ne yapacagım belli olmaz, bugün varım, yarın birden yok olurum...
Dokunma bana, kapanmamış yaralarla doluyum, canımı acıtma bi yara da
sen açma...
Sevme beni, yogun duygularımda kaybolursun, tutuştururum...
İsteme beni, yasaklarla bogusursun, engellerle doluyum...
Çözmeye çalışma sakın, seninle karışır iyice kördüğüm olurum...
Anlama beni, ben kendimi anlarım, ben böyle mutluyum...
Aşkı yaşatmamı isteme asla, ben aşka yıllardır inanmıyorum...
Güveniyosan kendine inandır beni aşkın varlıgına,sonucunda öyle bi aşk
yaşatırım ki, vazgeçemezsin, tutkun olurum...
Yıkabilirsen duvarlarımı, sakın bırakma beni, tüm tutkularım ve
gücümün arkasında, hala minik bir çocugum, büyütemezsen kaybolurum..

17 Mayıs 2011 Salı

Çocuk Eğitimi






Bir insanın bu dünyada sahip olabileceği en değerli varlığı çocuklarıdır. Hepimizin çabası ve endişesi çocuklarımızı en iyi şekilde yetiştirmektir. Bu çabalarımızın bir parçası onların iyi bir eğitim almalarını sağlamaktır. Bugün bir anne-babanın yapabileceği en değerli yatırım, çocuklarına iyi eğitim imkanları hazırlamaktır. Eskiden ana-babalar, çocuklarını çok sevdikleri için, ileride sıkıntıya düştüğünde işine yarasın, zorluk çekmesinler diye, evler, arsalar, mülkler, miraslar bırakıyordu. Çocuklarımızın bu mirası korumakta zorluk çektiğine birçoğumuz tanık olmuşuzdur. Halbuki bugün çocuklarımıza sağlayabileceğimiz en önemli mirasın eğitim olduğu kabul ediliyor. İyi bir eğitim almış ve kendine güvenen çocukların istediğini elde edebileceğine inanıyoruz.

Bir çocuğun eğitiminden istenen sonucun alınabilmesi, ancak aile ile eğitim kurumunun sıkı ve samimi işbirliği ile gerçekleştirilebilir. Bir çocuğun eğitiminin sadece onu bilgi sahibi yapmak ve hayata hazır hale getirmek olmadığının bilinmesini istiyoruz. Çocuklarımızı eğitim hayatına hazırlamanın yanında onların duygusal, sosyal, bedensel, ahlaki ihtiyaçlarının ve sorunlarının karşılanması da eğitimlerinin önemli parçalarını oluşturmaktadır. Başka bir ifade ile biz; kendi kendine yeten, atak, girişken, sorumluluk alan, soru soran, araştıran kurallara niçin uyması ya da uymaması gerektiğini bilen, hakkını arayan, gerektiğinde itiraz eden, liderlik vasıflarına sahip, kendisi ve çevresi ile barışık bir insan yetiştirme felsefesine inanıyoruz.

Paylaşmak istediğimiz düşüncelerimiz sizlerin haberdar olmadığı bilgiler değil. Bütün anne-babaların iyi niyetli olduklarından ve çocukları için iyi şeyler yapmak istediklerinden hiç şüphemiz yok. Bununla birlikte bilimsel araştırmalar, çocuklarımızın dengeli ve sağlıklı gelişimlerinin ve eğitimlerindeki başarıların, aile içi ilişkilerden ve ana-baba tutumlarından birinci derecede etkilendiğini söylemektedir. Bu itibarla çocuklarımız ile ilişkilerimizi ve ana babalık anlayışlarımızı, aşağıda özetlenen bilgiler çerçevesinde yeniden gözden geçirmeniz gerektiğine inanıyoruz:

1- Sadece “seni seviyoruz” demekle yetinmeyiniz. Sevgi, duygu ve düşüncelerin paylaşılmasıdır. Evinizin sevinçlerine ve sıkıntılarına onu ortak ediniz. Sevgi saydam olmalıdır. “İçinden sevmek” şeklinde bir sevgi biçimi yoktur.

2- Çocuğunuza sevginizi karşılıksız veriniz. Çocuk şartsız sevilmelidir. “Ön şartlı sevgi” diye bir sevgi biçimi olamaz.

3- Sevginiz hoşgörüdür, fakat vurdumduymazlık ve boş vermek demek değildir. Çok sevmek adına her davranışı hoşgörü ile karşılamanın çok olumsuz sonuçları olacaktır.

4-Sevgi, çocuğun kendisini tanımasına ve yeteneklerini geliştirmesine yardım etmektir. Onun kendini tanımasına, ifade etmesine ve yeteneklerinin farkına varmasına ortam ve fırsatlar hazırlayınız.

5- “Sen benim söylediklerimi yap, gittiğim yoldan gitme” yaklaşımı son derece yanlıştır. Unutmayınız; çocuklarımız bizim söylediklerimizden çok yaptıklarımızı benimserler. Çocuklar sizin söylediklerinize değil, yaptıklarınıza dikkat eder.

6- Çocuklar ile sağlıklı ilişki kurabilmenin en iyi yolu, önce onu duymak, dinlemek ve söylediğini anlamaya çalışmaktır. Lütfen çocuklarınızı dinleyiniz. Dinlemek onlarda “önemsenmek” ve “değerli görülmek” anlamlarına gelir ve “ait olma” ihtiyacını ve duygusunu karşılar.

7- Çocuklarınız kavga ettiği zaman hakemlik yapmayın, “kim başlattı” vb. sözlerle tartışmanın içine girmeyin. Onlara kavgalarla baş etme sorumluluğunu verin. Odadan çıkın, onların sizi kullanmasına izin vermeyin. Ancak olayın kötüye gittiğini hissettiğiniz durumlarda araya girin.

Unutmayın; olayın ne kadar dışında kalırsanız çocuklarınız da kendi aralarındaki anlaşmazlıkları çözmede o kadar yaratıcı olacaklardır. Çocuklarınıza birbirlerine sevgilerini göstermelerini onlara öğretin.

8- Çocuklarınıza kitap sevgisini, küçük yaşlarda kazandırmaya çalışın. Çünkü onlar 0-6 yaşta ne almışlarsa 70 yaşında da o birikim iledir. Kitaba karşı ilk ilgi ve merakın uyanması, okul öncesi dönemine rastlar. Çocuğun eline verilen bol renkli, resimli kitaplar, ona anlatılan çeşitli öyküler, masallar, tekerlemeler bu dönemde çok önemlidir. Bu anlamda ileride büyük bir şahsiyet olabilmesi için ilk adım bu dönemde atılmalıdır.

9- Çocuğunuzda mülkiyet fikrini oluşturunuz ve özel hayatın gizliliği ilkesini, onun özel yaşantısına saygı göstererek kazandırınız. Bu anlamda, çocuğunuza ait eşyaları izinsiz almamak, odasına kapısını vurarak girmek gibi davranışlar çok önemlidir.

10- Çocuğunuzu bazen tanık, bazen de yargıç olarak kullanmayınız. Yakın çevremiz ile ya da eşimiz ile olan tartışmalarımızda çocuklarımızdan tanık, yargıç ya da iletişim aracı olarak yararlanmak, onların ruh sağlıklarına ciddi zararlar verir. Bu şekilde çocuğunuza ispiyonculuğu ,dedikoduculuğu ve önyargılı olmayı öğretmiş olursunuz.

11- Ona faal olma fırsatı tanıyınız. Bütün işlerini onun yerine siz yapmayınız. Unutmayınız, gelişme, olgunlaşma ve öğrenme ancak yaşantılar yolu ile gerçekleşir. Çocuklarımızın “problem çözebilen”, “baş etmeyi” bilen, ve “kendi kanatları ile uçabilen” bireyler olabilmesi onlara etkin olma fırsatları tanıdığımız oranda gerçekleşir.

12- Kontrolsüz bir biçimde TV programları izlemesine göz yummayınız. Seviyesine hiç uygun olmayan uygunsuz ve saldırganlık dolu programları izlemesine, yapıcı, açıklayıcı ve seçenek getirici bir yaklaşımla engel olunuz.

13- Korkuya dayalı bir eğitim uygulamayınız. Korkutularak yetiştirilen çocukların zamanla korkan ve korkutan insanlar olacağını hatırlayınız.

14- Ufak tefek hatalarını görmezlikten geliniz ve toleranslı olunuz. Ondan kesinlikle mükemmel olmasını beklemeyiniz. Aldırış etmiyor gibi görünseler dahi, bizim düşünce ve görüşlerimiz çocuklarımız üzerinde çok etkilidir. Onlardan mükemmel olmasını beklemek, psikolojik sağlıklarını bozacaktır.

15- Çocuklarınızı “iyi komşu çocukları ile” kıyaslamayınız. Çocukların ruh sağlıklarında kalıcı olumsuz etkiler meydana getiren önemli yanlışlarımızdan birisi de kıyaslamaktır. Eleştirileriniz acımasız olmamalı, yapıcı olmalıdır. Tenkitten çok taktir etmek konusunda cömert olmak zorundayız. Eleştirmek gerektiğinde ise, eleştirimizi doğrudan çocuğumuza veya onun kişiliğine değil, yaptığı davranışa yöneltmek gerekir.

Sevgili anne-baba;

Önemli olan mükemmel bir anne baba olmak değildir. Bu konuda kendini geliştirme isteğini duyan ve çaba harcayan; yaptığı hataları gördüğünde bunda ısrar etmeyerek, hatadan dönme olgunluğunu gösterebilen ana-baba olabilmektir.
Alıntı

8 Mayıs 2011 Pazar

NİYET DEĞİŞİNCE...





Kral, atına binip arazide dolaşırken, sıcaktan hararet basmış ve boğazı kurumuş. Su ihtiyacını giderecek ve kendisine ferahlık verecek bir şeyler yeme, içme ihtiyacı duymuş. Etrafına bakınırken, bir nar bahçesi görmüş. Atını o yana doğru sürüp, bahçede çalışan delikanlıya selam vererek;“Bana bir nar ikram eder misin?” diye sormuş. Delikanlı; “Hayhay, memnuniyetle” cevabını vermiş.Biraz sonra, elinde güzel bir narla Kıral’ın yanına gelmiş. Kral, narı ortadan ikiye bölüp, bir yarısını yemeye başlamış. Bir yandan da; “Oh! Ne güzel nar!” diye mırıldanmış. Derken, gözü nar bahçesine doğru kaymış. Farkında olmadan; önce ağaçları, sonra dalları, daha sonra narları saymış. Arkasından, takdir duygularına haset kaygıları karışmış. İçinden; “Keşke bu nar bahçesi benim olsaydı. Acaba sahibi kimdir ve nasıl elde edilir?” diye düşünmeye başlamış. Bu sırada, narın bir yarısı bitmiş, sıra öteki yarısına gelmiş. Fakat, anlaşılmaz bir biçimde, tadı değişmiş ve alabildiğine kötüleşmiş. Kıral, hayretler içinde; “Evlat, bu ne iştir? Narın bir yarısı çok güzeldi, öteki yarısı bozuk çıktı” demiş. Delikanlı, bilgece bir gülümseyişle; “Efendim, Kıral’ın niyeti değişince, narın tadı da değişti” cevabını vermiş.

5 Mayıs 2011 Perşembe

OLSAM....





Bir kitabın ayracı olsam... Kitabın cümleleri uçuşurken uykunun arasında, ben o sayfaya takılsam, kitabın hikayesini düşlesem karanlıkta...

Bir bezelye tanesi olsam... Önce tencerenin içinde teslim olsam sıcağa, suyun kaynama noktasına... Bıraksam diri olan kendimi, çeperimi, içimi, içimden geçenleri...

Koltuğun pütürlü motifi olsam... Elin ne zaman farkında olmadan o motifin üzerinde dolansa, anlasam o an aklından geçenleri...

Kahve bardağın olsam... Bardağın dibindeki kahve lekesini süngerle çıkarmaya çalışırken sen, sabundan hoşlanmasam, püskürtsem köpükleri bir o yana bir bu yana... Sonra durulanınca rahatlasam, banyo yapmış yaramaz bir çocuk gibi...

Saatin olsam... Her sabah bağlasan beni bileğine.... Zamanı gösterirken sana, aslında ben kalp atışlarını dinlesem dakikalarca... Kalbin attıkça zaman yavaşlasa...

Her zaman oturduğun kafenin masa örtüsündeki bir pöti kare olsam... Karşında sohbet edecek biri yoksa, bana anlatsan gününü, içinden geçenleri.... Sussam, konuşmasam ama anlattıklarınla doldursam dört köşemi...

Montunun düğmelerinden biri olsam... Soğuğa karşı iliklesen beni bir yanına ve sıcağa geçtiğimizde merhaba der gibi ayrılsak iki tarafa...

Şans eseri ayakabının altına takılan bir çakıl taşı olsam... Yollarını öğrensem, adımlarını izlesem, seninle dursam, seninle yürüsem, sonrada beni bırakman gereken yerde tabanından sökülsem... Deniz kenarında, geçtiğin parkın birinde, Taksim’in orta yerinde... Kalakalıp özlesem seni öyle...

Masanın yanında duran pencerenin üstten 8. Jaluzisi olsam... Sen dışarı bakıp gökyüzünü içine doldururken, ben sana bakıp okusam hayallerini....

Üzümlü kekin içindeki bir tane üzüm olsam... Tam sen “Üzümlü keki çok seviyorum”diye düşündüğün o an, ben bunu tüm üzümler adına üstüme alınsam, desem ki o da seviyor beni....

Gümüş rengi anahtarlığın olsam... Cebinde tutup beni, kaybetmesen hiç bir yerde ve her baktığında hatırlatsam evini...

Gömleğinin sol yakası olsam... Hani düşünceye daldığında oynadığın köşeşi... Parmakların değince sakinleştirsem seni...

Dinlediğin şarkıdaki minik bir es'ten sonra başlayan çoşkulu bir yalvarış olsam... o an aklına düşsem, baştan alsan tekrar müziği....

Yastığın olsam.... Seninle aynı rüyaya beraber dalsam... Sabah uyandığımızda en az senin kadar darmadağınık ama mutlu uyansam...

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Gürültü






Yaşlı bir adam emekliye ayrılır ve kendine bir lisenin yanında küçük bir ev alır. Emekliliğinin ilk birkaç haftasını huzur içinde geçirir; ama sonra ders yılı başlar. Okulların açıldığı ilk gün dersten çıkan öğrenciler, yollarının üzerindeki her çöp bidonunu tekmelerler, bağırıp, çağırarak geçer giderler. Bu çekilmez gürültü günler sürer ve yaşlı adam buna bir son vermeye karar verir.

Ertesi gün çocuklar gürültüyle evine doğru yaklaşırken, kapının önüne çıkar onları durdurur ve, "Çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsunuz. Bu neşenizi sürdürmenizi istiyorum sizden. Ben de sizlerin yaşındayken aynı şekilde gürültüler çıkarmaktan hoşlanırdım, bana gençliğimi hatırlatıyorsunuz. Eğer her gün buradan geçer ve gürültü yaparsanız size her gün bir dolar vereceğim" der.

Bu teklif çocukların çok hoşuna gider ve gürültüyü sürdürürler. Birkaç gün sonra yaşlı adam yine çocukların önüne çıkar ve şöyle der:

"Çocuklar, enflasyon beni de etkilemeye başladı. Bundan böyle size sadece günde elli sent verebilirim…"

Çocuklar pek hoşlanmazlar, ama yine devam ederler gürültüye. Aradan bir kaç gün daha geçer ve yaşlı adam yine karşılar onları.

"Bakın" der, "Henüz maaşımı almadım bu yüzden size günde ancak 25 sent verebilirim, tamam mı?"

Çocuklar, "İmkansız bayım" der.

"Günde 25 sent için bu işi yapacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Biz işi bırakıyoruz.”

27 Nisan 2011 Çarşamba

Söyleyemediklerimi Sen Anla





Bilinmezlere Gidip Gelirdim
Bilinmedim
İnandığım Her Şey Adına Yasak Sorular Sordum Kendime
Bütün Denklemlerin Bir Bilinmeyeni Ben Oldum
Sevgiyi Sordum
Neden Bu Kadar Yalnizdik, Sen Söyle
Bes Duyumu Yitirdim Kaç Zaman
Anlayan Yoktu
Yutkundum Arsenik Tadinda
Yaşamam Sandım
Kaçiyorum Bu Dünyadan
Nedenini Hiç Sorma
Bakislarim Benim Degil Artik
Sesim Degisti
Bu Kez Baska Gittim
Kendimden
Söylenemezseler Bilmeyecektim
Ağlayınca uzun Ağlarım Kimseler Olmaz
Susmanın Konuşmaktan Zor Olduğu Anlardır Bu
Anlar Mısın?
Yaşam Ne Tuhaf Bilmecedir
Sen Anlıyorsun, Biliyorsun
Her Şeyi Biliyorsun
Anlıyorsun
Yanılmıyorum
Anlayamayan Bendim
Yaşamın Bir Düş Penceresi Olmadığını
Çiçekleri Severken Dalları Kırmak Olmaz Sanırdım
Aşkı Kendi Rengiyle Taşıyıp, İçimi Sancılar Bastığında
Avuçlarımda Kederi Eritip Yürüdüm Sandım
Kimselerin Bilmediği Yerlere
Bütün Tanımları Değiştirip
Öylesine Hesapsız, Hiç Beklenmedik Sevilir Sanırdım
Gözümün Önünde Vurdular Beni
Birden Bire Bensiz Kaldım
Durduk Yere Düştü Ellerim
Oysa Bedenimde Cehennem Benzeri Atesler Vardı
Sana Her Şeyi Anlatmadım
Şimdi Hangi Aynaya Baksam Kimliksizim Ben
Büyük Kederleri Unutturacak
Büyük Mutluluklar Bulmalı
Derin ve Keskin Acılar Yaşamakta Olan İnsanlar İçin İmkansızdır
Taşınması Zor Acıları yaşamış İnsanlar
Bazen Büyük Bir Mutluluk İhtimali Kapılarını Çalsada
O kapıyı Açacak Gücü Ve Cesareti Kendilerinde Bulamazlar
Hatta Sessizce Durup Kapılarını Çalan
Bu Beklenmedik Yolcu Gitsin Diye Beklerler
Kederli İnsanları Yeniden Hayata Döndürüp
Yüzlerini Gülümsetecek Tılsım Küçük Ani ve Kısa Sevinçlerde Gizlidir YAR…
İnsan Belki Bir Kere Kendini Ve Kimliğini Öldürebilirdi Ama
Bunu İkinci Kere Yapmak İmkansız Gelirdi
Sen Bir Kez Sendeki Seni Öldürdün
Ona Sadece Hayatından Küçük Dakikaları Ayırdın
Ben Sendeki Senin Kapısını Çalan Beklenmedik Yolcuydum
Sen Gitmemi Bekliyorsun
Dokunmanın Korkunç Hazzını Keşfedip
Dokunamamanın Korkunç Hazzını Duymak İçin
Duymak Gibi Bişey Bu
Sendeki Anlatma İsteğiyle
Saklama Arzusunu Bir arada Görmek
Oysa Biz Zamanın İzini Kaybetmiş
Zamandan Kopmamış Olanların
Asla Anlayamayacağı Bir Zamansızlıkta Karşılaşmamışmıydık
Uğultulu Sesler Arasında
Birbirimizin Sesini Duyup Dinlemeyi Öğrenmemişmiydik
Hayat…
Her Eksilttiğinin Yerine Bişey Veren
Ya da Her Verdiğinin Karşılığında Bişey Eksilten
Bi Oyun Değilmiydi
Eksilttiklerimizin Karşılığında Bu Paylaşımı Bulmuşken
Bize Sunulan Bu Paylaşım Karşılığında Eksilen Neydi
Zamandan Kopmamış Olanların Yaşayacağı Korku Niye
Senin Duyumsadığın Duyguları Duyumsamamdan mı Korkuyorsun
Ben Bu Paylaşıma Bir Kimlik Aramıyorum Sevgili!!!
Zamandan Kopmamış Olanların Ad Koyma Çabası İçinde Değilim Ben
Zamansızlıkta Bulduğum Bu Sevginin
Zamanın İçinde Kaybolmasına İzin Vermemek İçin Bütün Çabam YAR!!!
Bu Çabayı Kimseler Anlamaz Bilirim
Ama Sendeki Sen Anlar
Senin Verdiğin Kimlikten Fazlasını Yaşamıyorum
Bir Ses Duyumu Kelimelerce Kelimelerce Olsada
Örselenmiş İlişkilerde Unuttuğumuz
Fotokopiyle Çoğaltılmış Sevgilerin Yaşandığı Şu Anlarda
Hep Özel Kalacak Bir Tat Yaşadığımız
Kaçmaya Çalıştınmı Yakalandığında
Kaçtığında Sahip Olduklarını Bile Kaybedersin Unutma!!

Ben Belki Kaçmayı Beceremedim Ve Yakalandım
Belki de…
Vazgeçmekte Geç Kaldım
Bilki Kazanma Şansım Hiç Yok
Sevdiğim…

-Kahraman Tazeoğlu

26 Nisan 2011 Salı

Ötesi Ne Gam





“Şimdi tek istediğim nefes alabilmek, ötesinde yok gözüm.
Kaçmak da mümkün buradan elbette ama benim istediğim kaçmak değil ki.
Ne varmayı arzuladığım bir öte diyar,
ne de bir yerlerde bıraktığım kayıp bir cennetim var.
Sadece çıkmak istiyorum.
Çıkmak da değil, çıkabilmek. Ben o ihtimali seviyorum.
Seçeneğim olmasını, kapının aralık kalmasını…
Durmuşum bir eşikte, ne bir adım geri, ne bir adım ileri, uzatmışım kafamı aralıktan dışarı, sırtımı dönmüşüm o cehennem sıcağına, mutlu mesut, çocuk çocuk soluklanıyorum serinlikten, ötesi gerisi ne gam.”

MedCezir - Elif Şafak

24 Nisan 2011 Pazar

Oluruna Bırak






Söz bitsin, biz devam edelim
Sessiz kalalım yine, uzlaşalım
Güz bitsin, biz bayram edelim
Susuz kalalım yine, aç kalalım

Ayrılıklar değişmez,
Bütün aşklar aynıdır
Hayat herkese hem iyi,
Hem de kötü davranır

Oluruna bırak, her neyse geçer
Hayata zulmedip üzülmeye mi değer
Oluruna bırak, her neyse geçer
Gün doğsun hele bi, üzülmeye mi değer

23 Nisan 2011 Cumartesi

GİTMELERİ SEVERİM...






Bazen gerekir...
Ve bazen gitmek iyidir...

Ben genelde gitmeleri seçerim...
Niye bilmiyorum...
Ama severim...

Kendimle kalmak...

Niye yapay olur ki hep sevgiler?
Yada niye insanlar
Zorlama sevgiler gösterirler?
Sizi zoraki severken biri,
Kalmanızın anlamı var mı?

"Seviyorum" demek niye hep basite indirgenir?
İnsan aslında sevmediği birine
"Seni Seviyorum" niye der?
Niye bu kadar basitleşir?

Ben karamsarımdır...

Kaplumbağları hep sevmişimdir...
Korktuklarında,
Kendilerini en güvenli hissettikleri yer
Yine kendileridir...
Kendilerine dönerler...

Bende Sevmekten korkarım..
Ve her sevişimde kendime sarılırım...
Kabuğuma çekilirim...
Ve en sonunda kaplumbağa gibi
Sessiz ve sedasız,
Hissettirmeden
Mutlaka giderim...

Değer verilmezseniz eğer,
Yada verdiğiniz değer kadarını hissedemiyorsanız...
Kalmanızın bir anlamı var mı?

Sessiz sedasız gitmek güzeldir...
Sanki hiç yokmuşsunuz gibi...
Fark edilmemeyi severim ben,
Sır olmayı severim...
Adımdan bahsedilmemesini severim...
Hissettirmeden gitmeleri severim...

Bir film sahnesi gibi...
İnsanların arasındayken...
İnsanlarda bir yer etmişken...
Sessizce gidersiniz...
Üzerinizde bir palto...
Bir süre sonra birisi der ki;
"Ya bu gitmiş"
Cevap verir diğeri;
"Evet gitmiş"
Sonra herşey yine devam eder...
Sizde unutulmanın hazzıyla tebessüm edersiniz...

Ben hep giderim...
En çok yaptığımdır...
En alışkın olduğumdur bu benim...

Nasılsa bir gün bitecektir...
Daha çok bağlanmaktansa,
Daha çok bağlamaktansa,
Bağlanıp daha çok yanmaktansa,
Gitmek iyidir...
Bu ne kadar zor olsada...

Gitmek iyidir...
O zaman sadece bir isim olarak kalırsınız...
Aslında belki hiç hatırlanmazsınız...
Bu acı vermez ki!
Siz kaç kişiyi hatırlıyorsunuz ki zaten?
Birileri de sizi hatırlamayı versin...
Unutulmak iyidir...
En azından sır olursunuz...

Gitmek korkmak mıdır?
Mücadeleden yılmak mıdır?
Zayıflık mıdır?
Sanmıyorum...
Zaten elde edemeyeceğiniz bir şey için
Mücadele etmemelisiniz...
Size zarar vermeyecek bir şeyden
Korkmamalısınız...
Aslında gitmek güçtür çok severken,
Gidebiliyorsanız; güçlüsünüz...

Gitmeleri severim...
Ve bazen;
Eninde sonunda,
Giderim........

27 Şubat 2011 Pazar

Askıda Kahve






FMK ( Faili Meçhul Kıyak) hareketine destek vermek ya da katılmak isterseniz Linke tıklayıp detaylı bilgi alabilirsiniz. Bu güzel kıyağa güzel bir hikaye ile ben de bir katkı yapabilirsem ne mutlu. Umarım aşağıdaki yazıyı beğenirsiniz.


"İtalya'da Venedik'in kenar mahallelerinden birinde, bir Cafe-Bar'da, espressolarımızı içiyorduk. İçeri giren müşterilerden biri barmene, "iki kahve, biri askıda!" dedi; iki kahve parası verdi, bir kahve içip gitti. Barmen de duvar üzerinde asılı duran çiviye bir küçük kağıt astı.

Biraz sonra içeri iki kişi girdi. Onlar da "Üç kahve, biri askıda" dediler; Üç kahve parası verdiler ve iki kahve içtikten sonra gittiler. Barmen "askı"ya yine bir küçük kağıt astı. Bunun gün boyu böyle sürdüğü anlaşılıyordu.

Bir süre sonra kahveye, üstü başı biraz eski-püskü, belli ki yoksul bir kişi girdi ve Barmen'e "Askıdan bir kahve!" dedi. Barmen hemen bir kahve hazırladı ve yeni müşterinin önüne koydu. Yoksul kişi, kahvesini içtikten sonra para ödemeden çıktı, gitti. Barmen'se, duvardaki askıya taktığı kağıtlardan birini kopardı, parçalayıp çöp kutusuna attı.

Bu günün sonunda, gözlerimizi yaşartan bir "İtalyan toplumsal terbiyesi" öğrendik: Bir Venedikli için yaşamsal olmasa da, kahve, günlük yaşamda önemli bir yer tutmaktadır.

Kahve içecek kadar parası olmayan kişilere yardım edebilecek düzeydeki kişiler, bir kahve parası daha ödüyorlar. Yardım ettiği kişiyi görmedikleri için bu kişiler de daha mutlu oluyorlar; kimden geldiğini bilmedikleri bu ikramı kabul edenler de daha huzurlu!

Yardım eden ile alan arasında, bu cafe-bar'daki garson gibi köprü görevi yapan kişilerinse, güleryüzlü ve sevgi dolu olmaları gerekiyor. İçeri giren yoksul bir kişinin "Bana askıda kahve var mı?" diye sormasına gerek bırakmamak için, askıda kahve olduğunu belirten kağıt parçalarını kolaylıkla görülebilen bir yere asmaksa, bu olgunun zarif bir bölümü...

25 Şubat 2011 Cuma

Kapı çalar...






Kapı çalar...

Sabahın erken saatlerinde. Açarsınız. Sütçünüzdür gelen. Sütçünün litreliğinden kabınıza dökülen beyazlıkta sabahın güzelliğine kavuşursunuz. Gözünüzde pırıl pırıl bir sabah kahvaltısı canlanır. İçinizden "Bugün kahvaltıyı bahçede yapalım" diye geçirirsiniz.

Kapı çalar...

Gelen postacıdır. Kucağında büyükçe bir paket. Uzattığı kağıda imza atarsınız. Daha önceden ısmarladığınız kitaplara kavuşmanın sevincini yaşarsınız. Zaten tatilde olduğunuzdan bu kitaplara çok ihtiyacınız vardır. "Artık canim sıkılmayacak " deyip keyiflenirsiniz. En çok merak ettiğinizi alıp şezlonga uzanırsınız.

Kapı çalar...

Kapıya koşarsınız. Yıllardır görmediğiniz bir dost gelmiştir. Sevinirsiniz. Sohbetleriniz saatler boyu hatta bütün gün sürer. "Yaşamak ne güzel" dersiniz içinizden. Hele böyle dostlar varken.

Kapı çalar...

Dürbünden bakarsınız. Kimseyi göremezsiniz. Dönüp yeniden koltuğa gömülürsünüz. Bir daha çalar. Bakarsınız, yine kimse yok. Tam o sırada bir daha çalınca kapıyı açarsınız. Komşunuzun oğlu, elindeki sopayla zile uzanmakta. Meğer tuzları bitmiş. İçeriden tuz getirirken kendi kendinize söylenirsiniz. "Elbette göremem. Keratanın boyu bir metre." Bu küçük hadise neşelendiriverir ortalığı.

Kapı çalar...

Düşüp bayılacak kadar şaşırırsınız. Askerdeki oğlunuz haber vermeden izne çıkmıştır. "Oğlum benim" diye hasretle kucaklarken göz yaşlarınızı zaptedemezsiniz. Mutluluğunuz oğlunuzun izni kadar uzar...

Kapının her çalışında sanki mutluluğa koşmaktasınız. Huzur tüter gözlerinizden. Her sessizlikte kulaklarınız zil sesi arar...

Ve kapı çalmaz...

O gün en büyük misafiriniz gelir. Adeta kapıyı kırmıştır. Alıp gider sizi, şaşırırsınız. "Niye haber vermedi?" diye içinizden geçirirken; "Doğduğundan beri zile basmaktayım" der.
Bir şeyler söylemek istersiniz o an. Ama o andan sonra diliniz dönmez.

Ölüm sessiz sedasız gelivermiştir...



Can Dündar

24 Şubat 2011 Perşembe

Fark Edilmez Demeyin






Bir zamanlar, komşu iki ülke amansız bir rekabete tutuşmuştu. Ülkelerden birinin halkı, karşı tarafa kendi ülkelerinin zenginliğini kesin bir şekilde göstermek istiyordu.

Kolay, ama etkileyici bir şey yapılmalıydı; bunun için şehrin ortasına büyük bir havuz yapılmasina karar verildi. Gece herkes bir kova süt getirecek ve bu havuza dökecekti. Herkese bu fikir cazip gelmişti. Herkes, kararlaştırılan gece götürdüğünü havuza boşalttı.

Ne var ki, sabah olduğunda, ortada içi süt ile değil, dupduru su ile dolmuş bir havuz vardi. Çünkü herkes, ayni sekilde düsünmüstü:
Bu kadar insan içinde yalnız ben, süt yerine bir kova su döksem ne fark eder ki? Kim fark eder ki ?

Bilge, kitabinda bu olayı anlattiğı sayfaya kendi notunu da düşmüştü :

Hayatın içinde, "fark etmez" veya "fark edilmez" denilen hiçbir şey yoktur.

30 Aralık 2011 Cuma

VERESİYE DEFTERİ





Muallim Ahmet Rıfkı..
Yıl 1915...
Çanakkale'de kızılca kıyametin koptuğu günler...
Aylardan Mayıs...
Vefa Lisesi Fransızca Muallimi Ahmet Rıfkı her günkü gibi mektepten
içeri girer.
Selâm verir Ahmet Rıfkı ama çocuklar selâma karşılık vermezler!..
Ahmet Rıfkı iyice şaşırmıştır.
Arka sıralarda oturanlardan biri ayağa kalkarak; "-Hocam, mahallemizde
eli ayağı tutan ağabeylerimiz Çanakkale'ye gönüllü gittiler, ama siz
hâlâ buradasınız! Biz de gitmek istiyoruz, fakat yaşımız tutmuyor,
söyler misiniz bize, vatanımız elden giderse sizin verdiğiniz eğitim
ne işe yarar?"
Muallim yaşlı gözlerle sınıftan çıkar ve mektebin idaresine dilekçesini verir.
Arkadaşlarıyla, talebeleriyle vedalaşır, evine gelir.
Ahmet Rıfkı'nın hayattaki tek varlığı yaşlı annesi Ayşe Hanımdır ve
Şehzadebaşı semtindeki evlerinde beraber oturmaktadırlar.
Durumu annesine anlatır, ondan hakkını helâl etmesini ister.
Ardından mahallenin bakkalı, gün görmüş bir zat olan Selâhattin Adil
Efendiye uğrar ve şöyle der:
"Selâhaddin Amca, Allahın izniyle vatanın bağrına saplanmış olan
düşman hançerini çıkartmaya gidiyorum. Senden isteğim, anamı iaşesiz
bırakma! Kısmetse dönüşte borcumu öderim!"
Çeşitli cephelerde savaşa katılır.
19 Aralık 1915 günü şehit olur...
Annesi haberi alır, çok üzülmesine rağmen imanı bütün bir hanım
olduğundan hâdiseyi tevekkülle karşılar.
Aklına, veresiye yiyecek aldığı bakkal gelir.
"Yedi aydır senden veresiye alırız, borcumuzu verelim de oğlum borçlu
yatmasın!" der.
Selâhaddin Efendi şöyle cevap verir:
"Ayşe Hanım, sen okuma yazma bilmezsin, okuma bilen bir yakınını getir
de hesabı o çıkarsın!"
Bunun üzerine Ayşe Hanım, komşusunun kızı Gülşah'la birlikte dükkâna gider.
Selâhaddin Adil Efendi, "Ahmet Rıfkı" bölümünü açarak veresiye
defterini Gülşah'ın önüne koyar!
Gülşah, onlara veresiye defterindeki kırmızı harflerle yazılmış
satırları gösterir.
Şöyle yazıyordur defterde:
"Bu hesap Ahmet Rıfkı'nın kanıyla ödenmiştir, vesselam!"

28 Aralık 2011 Çarşamba

Dostluk Ateşi






'Bir zamanlar Ali adında, fakir ama çok cesur bir adam vardı. Zengin ve yaşlı tüccar Ammar için çalışıyordu. Bir kış gecesi Ammar şöyle dedi: 'Kimse böyle bir geceyi dağın tepesinde, battaniyesiz ve yiyeceksiz geçiremez. Ama sizin paraya ihtiyacınız var ve eğer aranızdan bunu başarabilecek biri çıkarsa ona büyük bir ödül vereceğim. Eğer başaramazsa, o zaman 30 gün boyunca para almadan çalışacak.' Ali bu teklife cevap verdi: 'Yarın bu sınavı vereceğim!' Ama tüccarın dükkanından ayrıldıktan sonra Ali dışarıda buz gibi bir rüzgar estiğini gördü ve içini bir korku kapladı. Bunun üzerine en yakın arkadaşı Aydi'ye böyle bir iddiayı kabul etmekle delilik edip etmediğini sormaya karar verdi. Aydi onu dinledikten sonra bir süre düşünüp cevapladı: 'Ben sana yardım edeceğim. Yarın dağın tepesine çıktığında tam karşıya bak. Ben de seninkinin hemen karşısındaki dağın tepesinde olacağım ve bütün geceyi senin için yakacağım ateşin başında oturarak geçireceğim. Ateşe bak ve dostluğumuzu düşün -bu seni sıcak tutacaktır. Geceyi başarıyla geçireceksin, sonrasında ise ben senden bunun karşılığında bir şey isteyeceğim.' Ali iddiayı kazandı, para ödülünü aldı ve arkadaşının evine gitti: 'Benden bir karşılık istediğini söylemiştin' dedi. Aydi arkadaşını omuzlarından tuttu ve 'Evet, ama istediğim para değil' diye devam etti; 'Bana söz vermeni istiyorum, ne zaman benim hayatımda buz gibi rüzgarlar esse dostluk ateşini benim için yakacaksın.''

12 Aralık 2011 Pazartesi

YÜK




YÜK...
Hamalsan iki şey önemli oluyor senin için: Yük ve yol... Ancak sırtına aldığın yükle bu mesafeyi aşabilirsen ücret mevzu bahis oluyor. Aksi olursa cereme çekiyorsun! Bunu düşünüyordum. Yanımdaki hamalla yola çıktık. İhtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise birkaç bavul vardı sadece onunkinin çeyreği... Diyordum ki içimden "Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!.." Nitekim çok geçmeden dedi ki: "Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!... "Ne molası dedim ona hayretle. Ben daha terlemedim!..." Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü. Salarken yükünün ipini "Sen de dinlen hadi" dedi. Benim canım sıkılmıştı bu işe. Genç olduğumu ondan kuvvetli olduğumu bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum. O ihtiyar bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum. Bir saat kadar sonra yine durdu oturdu dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında... "Yükünü indirip sen de dinlen" demesine aldırmadım ona daha çok kızdım... Sonra yine durdu. Bana da "dinlenmemi" söyledi yine ama dinlenmedim. Yarım saat sonra "dinlenelim mi" diye sordu aksi aksi başımı salladım... Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum birden bire dizlerimin bağı çözüldü. Kafamın içinde Uçuşan kara karasinekler sustu çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı sırtımdaki bavullar kaydı. Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim. Uyumuştum da uyandım mı yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım... Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı içtim. Sonra koluma girerek; "Hadi kalk dedi. Bana yaslan. Ağır ağır gider ve bir süre sonra gene dinleniriz. " Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım ama asıl anlattıkları iyi geldi bana. "Ben yılların hamalıyım dedi. Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda... Yolda gördüğümüz saçılmış kuru kemiklerin çoğu anlattığım bu insanlara ait...Halbuki bir yükü "taşımak" bizim işimiz"altında ezilmek" değil!. Unutma ki bir yük taşıdıkça ağırlaşır. Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun! Belki günün birinde hamallığın şekli değişir. Belki o günleri ben göremem. Ama sen kavuşursan o zamanlara aman ha kafanın içinde de sakın yük taşıma... Akşamları bırak ve hafifle... Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü. Bizim işimiz bugünü yarına taşımak bugünün altında yok olmak değil. Çünkü yarınlarda bizi bekleyenler var taşıdıklarımızı bekleyenler var... Okumanız bitince işi-gücü bırakın ve 10–15 saniye düşünün; bu kadar çırpınmanın sonunda çevremizde bir kişiyi dahi mutlu edemiyorsak bir sorun var demektir. Bazen bize küçük gelen ayrıntılar; karşımızdakini ömrünün sonuna kadar mutlu edebiliyor....

19 Kasım 2011 Cumartesi

GİDİYOR MUSUN?






Gidiyor musun?
Bu mu son kararın
Pişman olur da dönersen yarın
Yüzüne kapanmış olduğunu göreceksin
Bütün kapıların
Gidiyor musun?
Hangi meçhulün koynuna
Ne bir hatıra
Ne bir anı
Hiçbir umut bırakmaksızın yarına
Gidiyor musun?
Bunca yaşanandan sonra
Gidiyor musun?
Sen
Beni yokluğumda anlayacaksın
Biliyor musun?
Bugünleri arayacak olan
Sen olacaksın
Gidiyor musun?
Madem öyle
Haydi, durma güle güle…

Gürsel İLERİ

3 Kasım 2011 Perşembe

SARHOŞ






Bir gece bir genç kör kütük sarhoş olur.
Yola koyulur.
Hz. Mevlana'nın hayır duasını almak için.

Geceymiş geç saatmiş dinlemez.
... Evin kapısına gelir ve kapıyı çalar.
Hz. Mevlana'nın talebeleri kapıyı açarlar.
Gence ne istediğini sorarlar.
Genç:
"Mevlana'nın hayır duasını almak için geldim" der.
Talebeleri:
"Şuanda hocamız istirahat halinde ve saat çok geç.
Daha sonra gel"derler.
Genç ısrar eder ve illa onun hayır duasını şimdi alıcam gitmem der.
İnat eder ve gitmez.
Hz. Mevlana gürültüleri duyar ve uyanır.
Gelir kapıya ve "Ne oluyor, nedir bu gürültü" der.
Talebeleri cevap verir:
"Efendim sizin hayır duanızı almak için gelmiş bu sarhoş bizde istirahatte olduğunuzu ve daha sonra gelmesini söyledik" derler.
Mevlana şu cevabı verir talebelerine:
O gecenin bu vaktinde bizim yolumuzu bulmuş gelmişken, hem de kör kütük sarhoşken, siz hangi ayık kafayla onu geri göndermek istersiniz!....

1 Kasım 2011 Salı

SİZ İNANDIĞINIZ İÇİN BAŞARILI OLDUNUZ...






San Francisco Körfezi'ndeki bir okulda okul müdürü 3 öğretmeni çağırıp şöyle demiş.

" Siz üç öğretmen sistemde en iyi ve en uzman kişilerden olduğunuz için 90 tane seçkin üstün öğrenciyi size vereceğiz. Bu öğrencilerin gelecek yıl da hızlarını korumalarını sağlamanızı ve çok şey öğrenmelerini bekliyoruz. "
...
Üç öğretmen, öğrenciler ve öğrencilerin anne -babaları bunun çok iyi bir fikir olduğunu düşünmüşler. O okul dönemi hepsinin hoşuna gitmiş ve çok başarılı çalışmalar yapmışlar.

Okul bittiği zaman öğrenciler bütün San Francisco Körfezi'ndeki diğer öğrencilere göre % 20-30 daha başarılı olmuşlar. Yıl sonu geldiğinde müdür, üç öğretmeni çağırmış ve onlara şöyle demiş.

"Bir itirafta bulunmak istiyorum. En zeki öğrencilerin 90'ı sizde değildi. Onlar ortalamanın biraz üstünde öğrencilerdi ve o 90 öğrenciyi sistemden tesadüfen seçtik."

Öğretmenler doğal olarak öğrencilerde görülen başarının kendi istisnai öğretme becerilerine bağlanması gerektiği sonucuna varmışlar. Müdür devam etmiş.

"Bir itirafım daha var demiş. Siz de en parlak öğretmenler değilsiniz. İsimlerinizi bir şapkanın içine doldurduğum kağıtların arasından rasgele seçtim."

Siz inandığınız için başarılı oldunuz . . .

23 Ekim 2011 Pazar

Dört Kapı






Öğrencilerinden biri Mevlana'ya sormuş;

"-Efendim, bu 4 kapı meselesini ben pek anlayamıyorum. Bana anlayabileceğim bir lisanla anlatır mısınız?"

"-Şimdi bak, karşı medresede dersini çalışan dört kişi var ve hepsi rahlelerine eğilmiş. Sen git bunların hepsinin ensesine bir şamar at, sonra gel sana anlatayım.

...

Öğrenci gitmiş, birincinin ensesine bir tokat akşetmiş. Tokadı yiyen derhal ayağa kalkıp arkasını dönmüş ve daha kuvvetli bir tokatla Mevlana'nın öğrencisini yere yıkmış. Öğrenci dayağı yemiş, geri dönecek ama hocasına itaat var. Yaradana güvenip ikinciye de bir tokat akşetmiş. O da derhal ayağa kalkıp elini kaldırmış. Tam tokadı vuracakken vazgeçip yerine oturmuş. Öğrenci devam etmiş, üçüncüye de bir tokat atmış. Üçüncü şöyle bir kafasını çevirip baktıktan sonra çalışmasına devam etmiş. Dördüncü, tokadı yemesine rağmen hiç oralı bile olmadan çalışmasına devam etmiş.

Öğrenci Mevlana'ya dönmüş, olanları anlatmış.

Mevlana; "-İşte sana istediğin örnekler....

Birinci, şeriat kapısını geçmiş biri idi. Şeriatta kısasa kısas olduğu için, tokadı yiyince kalktı, aynısını sana iade etti.

İkinci, tarikat kapısındadır. Tokadı yiyince o da kalktı, tam tokadı iade edecekti ki, tarikat öğretisinde verdiği söz aklına geldi. "Sana kötülük yapana bile iyilik yap". Onun için döndü, oturdu.

Üçüncü, marifet kapısına kadar gelmiştir. İyinin ve kötünün tek Yaradandan geldiğini bilir, inanır. Yaradan bu kötülüğe hangi iblisi alet etti diye merakından şöyle bir dönüp baktı.

Dördüncü, hakikat kapısını da geçmiştir. İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu ve aynı olduğunu bilir. Onun için dönüp bakmadı bile..."

22 Ekim 2011 Cumartesi

Dil ve Kalp





Lokman Hekim, bir çırağıyla ava çıkmıştı, uzun yoldan evine döneceği sırada bir kabile reisi bu meşhur hekimi misafir etmek istedi.
Lokman Hekim, nasıl beden dilinden anlıyorsa öyle de gönül ve ruh dilinden anlıyordu. Kırmadı kabile reisini. O gece misafir kaldılar. En semiz koyunlardan biri kesildi. Yemek için harekete geçildi. O sırada Lokman Hekim, çırağını imtihan etmek istedi:
- Getir bakayım bana koyunun en temiz iki organını.
Çırak gitti koyunun kalbini ve dilini getirdi.
Lokman: “Aferin!” dedi, tam isabet. Bir canlının en temiz iki organı kalbi ve dilidir.”
Yediler, içtiler, şükrettiler. Sabah olduğunda da her misafirin yaptığı gibi, yola revan oldular.
Ne var ki yol kısa değil, Lokman aslında ava çıkmış gibi görünüyor; ama bu av sıradan bir yiyecek bulma avı değil. Hekimlik yolunda yeni bitkiler, ilaçlar bulma yolculuğu…
Akşama yakın bir saatte bir başka kabile reisi de Lokman Hekim’e misafir olması için ısrar etti.
İmkân varsa, davete icabet etmeli. Lokman Hekim de öyle yaptı. Yine akşam ve daha semiz bir koyun kesildi. Bu seferki imtihan daha zorluydu.
Lokman, çırağına: “Haydi şimdi de koyunun en pis iki organını getir bana.” dedi.
Çırak gitti, bir süre sonra yine kalp ve dille dönüp geldi.
Uzattı kalp ve dili Lokman Hekim’e. İşte efendim, dedi, bir canlının en pis iki organı.
Lokman: “Aferin dedi, sen sadece görünen, duyulan bilgilerle değil; aynı zamanda marifetle de donatmışsın kendini. Gerçekten de kalp ve dil, bir canlının hem en temiz, hem de en pis organlarıdır.”

16 Ekim 2011 Pazar

Padişah ve iki köle






Bir gün padişah iki tane köle satın aldı. Kölelerden biri çok temiz yüzlü inci dişli biriydi, nefesi gül gibi kokuyordu. Diğeri oldukça çirkindi, dişleri çürümüş ağzı kokuyordu.

Padişah o güzel yüzlü köleye ihsanlarda bulunarak onu hamama gönderdi. Dişleri çürümüş ağzı kokan köleyi yanına çağırdı. Kendini çok beğendiğini fakat arkadaşının kendisi hakkında çok kötü şeyler söylediğini belirterek, onun da arkadaşının kötü huylarını söylemesini istedi. Fakat köle arkadaşına toz kondurmadı hep onu övücü sözler söyledi. Padişah ne yaptıysa bir türlü o köleye arkadaşı hakkında kötü bir söz . söyletemedi.

Nihayet ikinci köle hamamdan geldi. Padişah onu da sınamak için huzuruna çağırdı. Onu övücü sözler söyledi.
...
“Sıhhatler olsun ne kadar zarif ve latif olmuşsun. Keşke öbür kölenin sayıp döktüğü kötü huyların da olmasa ne . olurdu.” dedi ve onu da diğer köle gibi denemek istedi.

Bunun üzerine köle kızdı, köpürdü ve arkadaşı hakkında kötü şeyler sayıp dökmeye başladı.

Biraz konuştuktan, arkadaşının kötülüklerinden bahsettikten sonra padişah onu susturdu:

- “Yeter artık ikinizin de özünü, aslını anladım, onun ağzı kokuyor, senin ise için kokmuş, bundan sonra sen o doğru sözlü ve güzel huylu kölenin emrindesin haydi git.” dedi.

15 Ekim 2011 Cumartesi

Çanlar Kimin İçin Çalıyor






Çok eski yıllarda krallıkla idare edilen bir ülke varmış. ama; bu ülkede , hukuk ve hakimler de varmış.

törelere göre, bir vatandaş öldüğünde, şehir merkezindeki dev çan bir defa çalınırmış. uzun uzun da yankılanırmış. eşraftan birisi ölürse çan iki defa, büyük bir devlet adamı ölürse üç defa çalınırmış.
ya kral ?..
o öldüğünde , çan dört defa çalınırmış.

gel zaman git zaman…
şehirde bir olay olur, iş mahkemeye intikal eder…
davanın sanığı olarak mahkeme huzuruna çıkarılan kişinin masumiyetini ise bütün vatandaşlar bilmektedir. bir formalite olarak görülmesi ve beraat beklenen davadan sürpriz bir karar çıkar. sanık para cezasına mahkûm olmuştur.

hakim sorar :
” -bir diyeceğin var mı ?.. …”
sanığın cevabı
” – hayır !.. …”
mahkeme biter. dinleyiciler dağılır. kafalarda bir kaygı!.. kısa bir süre sonra dev çanın sesi duyulur..

acaba kim öldü ?..
çan bir defa daha çalar. acaba eşraftan kim öldü ?..

şehir çan sesi ile bir defa daha inler. hımmmmm… büyük bir devlet adamı, acaba kim ?.. soruya cevap alınmadan çan bir defa daha çalar, yeri, göğü inletir.

herkeste bir feryat: eyvah!.. kralımız öldü!..

ancak, törede görülüp işitilmemiş bir şekilde çan, beşinci defa da çalınır, yer gök inler ve sesler kesilir.

herkes bunun ne anlama geldiğini öğrenmek için. çan görevlisine koşar, bir de bakarlar ki çanı , haksız yere mahkûm edilen adam çalmaktadır.

sorarlar :
” -ne demek beş defa çan çalmak ?.. kraldan daha büyük birisi mi öldü ?…..”

cevap şaşırtıcı olduğu kadar anlamlıdır da :

” -evet ! adalet öldü ! …”

14 Ekim 2011 Cuma

MARANGOZ VE OĞLU






Genç adam, evinin alt katında marangozluk yapıyordu. Kapı ve pencere konusunda uzmandı. Fakat plâstik pencereler yaygınlaşınca, ahşap olanlara rağbet azaldı. Bu yüzden işler iyi gitmiyordu. Üstelik de çocukları büyümüş, biri hariç okula başlamıştı. Masrafları artınca, yanındaki kalfasına yol verdi. İşe biraz daha erken koyulur, yardımcıya ayırdığı parayı, çocukların harçlığına katardı.
Adam, bir gün çalışırken, elektrik kesildi. Ve uzun süre beklediği halde gelmedi. Aksi gibi, o akşam üzeri teslim etmesi gereken birkaç pencere vardı. Boş kalmayı sevmezdi. Planyayı yağladı, talaşları süpürdü. Biraz dinlenmek için eve çıkarken, sigortaya göz attı.
Eğer yanılmıyorsa, bu iş normal değildi. Biri gelip sigortayı kapatmış olmalıydı.
Şalteri kaldırınca, atölye aydınlandı. Tahminleri doğru çıkmıştı ama, bu işe bir anlam veremiyordu. Şaka dese, böyle bir şaka yapılmazdı. Kendisini kıskanacak bir düşmanı da yoktu.
İşe koyulduğunda, yine aynı şey oldu. Ama bu sefer suçluyu görmüştü. Oğlu, evden atölyeye bağlanan merdiveni sessizce inmiş ve sigortayı kapattığı sırada, babasını karşısında bulmuştu.
Adam, on yaşına gelmiş bir çocuğun böyle bir haylazlığını affedemezdi. Bütün günü, onun yüzünden mahvolmuştu. Bir kere yapmış olsa, ses çıkartmazdı. Ama tekrarlaması, hangi yönden bakılırsa bakılsın, büyük hataydı. Saçlarından yakalayıp sıkı bir tokat attı. Her şey onun iyiliği içindi. Belki vurduğu tokat, serseri olmasını engellerdi.
Adam, oğlunun gözyaşlarını görmezden geldi ve eve çıktıktan sonra, eşine dert yanarak:
— Bu çocuğun, okulda kimlerle düşüp kalktığını bilmemiz lazım!.. dedi. Eğer serbest bırakırsak, başımıza büyük dertler açacak!..
Adam, bir süre düşündü. Sonunda da en kolay yolu buldu. Oğlunun hiç aksatmadan tuttuğu günlüğünde, arkadaşlarına ait ip ucu olmalıydı. Eşi istemese de, ona kulak asmadı ve çocuğunun günlüğünü okumaya başladı.
Oğlu, en son sayfada: “Bu gece kötü bir rüya gördüm!..” yazmıştı. “Atölyede çalışırken, babamı elektrik çarpıyordu. Allah’ım onu koru!.. Ben elimden geleni yapacağım!..”

13 Ekim 2011 Perşembe

Ben yaşadıklarımın hiçbirini unutmam.





Ben yaşadıklarımın hiçbirini unutmam.
Ama evet! Yeri gelir susarım.
Canımı çok yakan şeyler olur ama yinede susarım, tükenirim.
Buna izin de veririm aslında. Salaklığımdan mı? Hayır!
Ben kimseye ''GİT'' de demem, diyemem.
O kişi vazgeçilmez olduğundan mı? Hayır.
Ona o kadar şeye rağmen, o kadar değer veririm ki, Hergün yaptıklarına utansın diye.
Ama bir gün öyle bir giderim ki;
Kaybedeceğim hiçbir şey olmaz!

SUNAY AKIN

5 Ekim 2011 Çarşamba

Acılar Sevgiyle Tatlılaşır






Lokman, işinde becerikli, sadık ve sevilen bir köleydi.
Efendisi ona oğullarından daha çok güvenirdi. Çünkü o,
görünüşte köleydi ama nefsinin efendisiydi. Efendisi, ondaki
bu olgunluğun farkındaydı. Lokman'ı âzat etmek için uygun bir fırsat kolluyordu.

Efendinin önüne yemek geldiğinde, Lokman'ı çağırır, önce onun yemesini isterdi. Onup yiyip içtiklerini zevkle yer,
yemediklerine elini sürmezdi.

Bir gün, efendiye bir kavun hediye getirdiler. Her zaman
olduğu gibi Lokman'ı çağırttı. Kavundan bir dilim kesip
Lokman'a uzattı. Lokman, ikram edilen kavunu iştahla yedi.
Efendi bir dilim daha verdi. Lokman, aynı şekilde onu da yiyip
bitirdi. Efendi Lokman'ın kavunu iştahla yediğini görünce, çok
sevdiğini düşünerek, bir dilim kalasıya kadar hepsini ikram
etti. Son kalan dilimi ağzına götürüp bir lokma alınca,
kavunun tadının zehir gibi olduğunu farketti. Kavunun
acılığından gözünden ateş çıktı. Boğazı yandı. Dili kabardı.

Ağzındaki acılık gittikten sonra, Lokman'a, ''Böyle acı kavunu
nasıl iştahla yedin?'' diye sordu. Lokman, ''Efendim! Bugüne
kadar sizin birçok güzel ikramınıza nâil oldum. Acı olduğunu
bilmeyerek verdiğiniz bu ikramı, geri çevirmekten utandım.
Ayrıca size olan sevgim, kavunun acılığını bana
hissettirmedi.''
***
Acılar, sevgiyle tatlılaşır
Bakır, yoğurulunca sevgiyle altın olur
Bulanmışlar, sevgiyle durulur
Dertler, sevgiyle devasını bulur
Sevgi, ölüyü diriltir
Şahı ise sana köle yapar.

4 Ekim 2011 Salı

Aşık Veysel'in Hikayesi





Anadolu’nun orta vilayetlerinden bir köyde yavaş yavaş güneş batmaya hava kararmaya başlar.
Karanlık iyice çöker köyün üzerine.
Evlerden birinde bir kadın ve adam yatma hazırlığı yapmaktadır.
Erken yatıp yarın sabaha güneş ışığına erken uyanılacaktır.
Adam üzerini değiştirir yatağına yönelir.
Evin penceresinden; karanlık bahçeye vuran ışıkta ağaçların arasında bir gölge belirir.
Kadın pencereden dışarı bakar ve gülümser.
Kadının sevgilisi bahçededir. . .
Tam sözleştikleri gibi sözleştikleri saatte ve yerde adam onu beklemektedir.
Kadın kocasının uyumasından emin olunca
sessizce yataktan kalkar üstünü giyer …
Ve pencereden aşağıya atlar.Başka bir adam içinkadın kocasını terk eder.
Koşarlar iki sevgili….. kaçıyorlar.Tarlaları ovaları aşarlar…..
Anadolu’da bir köy nasıl koşmasınlar ki.
Arkalarından onları kovalayacak onca şey vardır. Namus belası Töre cinayetleri yoksulluk cefa korku.
Arkalarında bunlar varken nasıl durabilirler.
Köyden uzaklaştıklarına iyice emin olunca soluklanmak için dururlar.
Kadın duraksamayı fırsat bilip nefes nefese der ki :
‘Evden çıktığımdan beri ayakkabımın içinde bir şey var beni rahatsız ediyor’ çıkartıp bakar ki…..
ayakkabısının içinde bir tomar para!!!!!
Kocası her şeyin farkında.
Biliyor ki gidecek
‘Beni terk edecek ama bunca yıl çorbasını içtim
çamaşırlarımı yıkadı ütüledi. Bana emeği geçti’
YABAN ELDE MUHTAÇ OLMASIN DİYE ! ! !
O Yoksul köylü;
bütün parasını; başka bir adam için kendisini terk eden
karısının giderek kendinden uzaklaşan adımlarını
attığı ayakkabısının içine koydu.
O güzel insanı O onurlu davranışı sergileyen O terk edilen adamı
HEPİNİZ TANIYORSUNUZ …..
Çünkü O;
Bir dizesinde bize yürekten seslendiği gibi
Uzun ince bir yoldaydı ve gidiyordu gündüz gece...

30 Eylül 2011 Cuma

Bilgeliğin İlk Adımı





Bir zamanlar, bir delikanlı bir bilgeye talebe olmak istedi.
“Bana talebe olmak zordur, korkarım sen bunu başaramazsın” dedi bilge.
Ama genç kararlıydı. Kendisinden ne isterse yapmaya hazır olduğunu söyledi. Bilge de ona manevi yoldaki ilk vazifesini verdi:
“Bir yıl boyunca kim seni kızdırmaya çalışsa ona bir lira vereceksin.”
Genç denileni yaptı ve tam bir yıl boyunca kendisini öfkelendirmeye çalışan insanlara para verdi. Bir yılın sonunda genç, bilgeye geldi ve bun­dan sonraki vazifesine hazır olduğunu bildirdi:
“Önce şehre git ve bana biraz yiyecek al” dedi bilge.
Genç yanından ayrılır ayrılmaz, bilge dilenci kıyafetine bürünüp sade­ce kendisinin bildiği kısa bir yoldan gençten önce şehre ulaştı. Gencin geçeceği yola oturdu ve onu bekledi. Tam genç yanından geçecekken di­lenci ona hakaret etmeye başladı. Başkalarının duyacağı sesle onun ne kadar aptal göründüğünü söyledi. Ama gençte hiçbir öfke işareti yoktu. Tam aksine:
“Ne kadar harika!” diye karşılık verdi genç sakin bir şekilde. “Tam bir yıl bana hakaret eden herkese para ödemek zorunda kaldım, şimdi tek kuruş ödemek zorunda değilim.”
Bunun üzerine üzerindeki dilenci kıyafetini çıkaran ve yüzünü göste­ren bilge gence şöyle dedi:
“Başkalarının ne dediğine aldırış etmemeyi başaran bir kişi bilgelik yoluna adım atmış demektir. Eminim ki sen bundan böyle hakaretlere al­dırış etmeyeceksin ve doğru bildiğin yoldan asla şaşmayacaksın.

26 Eylül 2011 Pazartesi

Fırsat






A.B.D de işşiz bir genç, otomotiv sanayinin öncüsü ünlü işadamı Henry Ford´dan iş istemek için bürosuna gider. Sekreterden 8 ay sonraya güçlükle randevu alabilir. Randevu günü büroya gelen genç; sekretere iş görüşmesi için randevusu olduğunu söyler.

-Sekreter der ki;
Ford şu an dışarı çıkıyor.Siz de onu takip edin lütfen! Bir arabaya biner Ford. Genç de yanındadır. Yol boyu hiç konuşulmaz. Arabadan inip büyük bir mağazaya doğru yürürler. Kapıdakiler, Ford´u büyük bir saygıyla karşılarlar. Birlikte mağazayı gezdikten sonra, aynı şekilde 2, 3, 4, ve 5, büyük mağazayı daha gezerler ve ardından dönüş için tekrar otomobile binilir.

Genç daha fazla dayanamaz ve sorar;
-Sayın Ford, benimle iş görüşmesi yapmayacak mısınız?
-Ya demek öyle?... Pekiyi o halde!

Ford arabayı durdurup, kahramanımızın inmesini ister. Genç arabadan indikten sonra Ford oradan hızla uzaklaşır. Orası şehirden uzak tenha bir yerdir. Gencin cebinde ise hiç para yoktur. Sinirli bir şekilde söylenerek yürümeye başlar. Neden sonra kan- ter içinde evine gelir. Bir taraftan da düşünür:'' Mutlaka bir ders vermek istedi. Ama ne ?'' Günlerce düşünüp gizli mesajın ne olduğunu çözmeye çalışır.

Genç bir gün hızla yerinden kalkar: Ford´la ilk ziyaret ettikleri mağazaya koşar. Genci gören mağaza yetkilileri genci ayakta karşılarlar, büyük bir saygı ve iltifat gösterirler. Her sorusuna sanki karşılarında Ford varmış gibi nezakatle cevap verirler.

Genç mağaza yetkililerine;
-Ürünlerinizi pazarlamak istiyorum, der.

Mağaza yetkilileri;
-Buyurun istediğiniz kadar alın -satın, parasını sonra ödeyin !...Genç aynı şekilde 2, 3, 4, ve 5. mağaza yetkilileriyle anlaşır. Bundan büyük yardım mı olur bir insan için? Sonra, tutun tutabilirseniz. Kahramanımız 5 yıl içinde A.B.D´nin en iyi iş adamlarından biri olur.''Eh ford'u bir ziyeret edeyim de kendisine teşekkürlerimi sunayım artık!'' diye düşünür.

Gidip Ford'un sekterine söyler söylemez, aldığı cevap enteresandır:
-Buyurun efendim, Ford sizi bekliyor. Ve Ford şunu söyler:
-Aynı yerde arabadan indirdiğim ne ilk kişisiniz, ne de son. İçlerinden bir tek siz anladınız ne demek istediğimi. O günden beri, hayranlıkla takip ediyordum sizi!

12 Eylül 2011 Pazartesi

APTAL ADAM






Bir adam halinden yakınır dururmuş:"Çalışıyorum didiniyorum sonunda ancak geçinebiliyorum.Üstelik tek başınayım,kimsem yok."Böyle mutsuz bir şekilde sızlanıp dururken, bir karar vermiş:Yollara düşüp bir melek bulacak,halini anlatıp ondan bu haksızlığı düzeltmesini isteyecekmiş.Yola koyulmuş.Dağda giderken bir kurtla karşılaşmış.Ayakta zor durabilen,bir deri bir kemik kalmış kurt,adama yaklaşmış,nereye gittiğini sormuş.Adam derdini anlatmış,"Bir melek arıyorum.Onu bulup bana yapılan haksızlığı düzeltmesini isteyeceğim."Bunun üzerine kurt," Bana da bir iyilik yapar mısınız?" demiş."Ben de gece gündüz dolaşıyorum,bir lokma yiyecek zor buluyorum.O meleğe benden söz et.Böyle açlıktan ölen kurt da olur muymuş de."Adam tekrar yola koyulmuş.Çok geçmeden karşısına güzel bir kız çıkmış.Kız da ona nereye gittiğini sormuş.Hikayesini dinledikten sonra adamın ellerine sarılmış:"Yalvarırım,o meleğe benim durumumu anlatın.Gencim,güzelim,zenginim,her şeyim var ama mutsuzum.Mutluluğa ulaşabilmek için ne yapmam lazım,ne olur o meleğe sor."
Adam, melekle kız için de konuşacağına söz vermiş ve yola devam etmiş.Yorulduğu bir sırada bir ağacın altına uzanmış.Fakat çevresi yemyeşil olan bu ağacın neredeyse tek yaprağı bile yokmuş.Tabii ağaç, bu duruma çok üzülüyormuş.Adamın meleğe gittiğini anlayınca,"Ne olur o meleğe benim durumumu da sor." demiş.
Adam, ağaca da,"Peki" dedikten sonra yola koyulmuş.Nihayet bulmaktan ümidini kestiği sırada melek karşısına çıkıvermiş.Adam derdini anlatmış:
"Gece gündüz demeden çalışıyorum.Dünyanın hiçbir nimetinden yararlanamıyorum.Acınacak bir hayatım var.Benden çok daha az çalışıp çok daha fazla sefa süren bir çok insan var.Söyler misin; eşitlik,hak,adalet bunun neresinde?"
Adamı dinleyen melek"Tamam,tamam"demiş.Zengin ve mutlu olabilmen için sana bir şans veriyorum.Şimdi geldiğin yoldan evine geri dön."
Meleğin bu sözleri üzerine rahatlamış adam ve kurdun,kızın ve ağacın ricalarını da meleğe söylemiş.Melek onlar için de bir şeyler söylemiş.Adam bunları dikkatle dinlemiş ve dönüş yoluna koyulmuş.Uzun bir yolculuğun ardından ağacın yanına gelmiş ve meleğin söylediklerini anlatmış:
"Köklerinin tam yanında gömülü altın dolu bir sandık varmış.Bu yüzden beslenemiyormuşsun.Beslenemediğin için yaprağın ve meyven yokmuş.Sandık çıkarılırsa seninde meyven ve yaprağın olacak."
"Yaşasın" demiş ağaç."Çabuk orasını kaz ve sandığı çıkar."
"Hayır" demiş adam,"melek bana kendi şansımı verdi.Evime dönmem lazım."
Yoluna devam etmiş.Genç kız bıraktığı yerde onu beklemekteymiş. Ona,"Sevinçlerini ve acılarını paylaşabileceğin birini bulup da evlenirsen tüm dertlerin hallolacak,mutlu olacaksın."demiş.O zaman kız,"Hadi seninle evlenelim,mutlu olmaya çalışalım."diye atılmış.
Adam,"Hayır,olmaz.Buna zamanım yok,melek benim şansımı verdi,bir an önce evime gitmeliyim.Sen de kendine artık bir koca bul."demiş.
Çok geçmeden o zayıf, bir deri bir kemik kalmış kurt çıkmış karşısına...Adam olanı biteni ona da anlatmış.Kendi şansını bulmak için evine gitttiğini acelesi olduğunu söylemiş."Peki, ya ben?" demiş kurt,"Benim için ne dedi?"
"Senin için ne dediğini ben de anlamadım" demiş adam;"Melek dedi ki, "O kurt yiyecek bir aptal bulamazsa aç ve susuz dolaşmaya mahkumdur."
Kurt,"Ben çok iyi anladım" demiş ve aptalı yemiş.
Öykü, Zorluklara Karşı Kendini Ateşle (Cengiz ERŞAHİN)kitabından alıntıdır..

9 Eylül 2011 Cuma

26 Ağustos 2011 Cuma

Hoş Görmeli Böylesini





Bir avuç çiçek,baştan ayağa yağar üstüme...
Bitmeden,tükenmeden. İçimden çekilir bütün kanlarım yüreğime doğru.
Yüreğim mi? Bir duble sek rakı içmiş gibi avare yerini yurdunu bilmez...
Sevdalanmak zor zanaattır hoş görmeli böylesini...
Her mevsim bahar bana... Bir kucak özgürlüğüne sığınmış yüreğim, boyunca sevdalar taşır.
Boyunca filizler büyütür.Ve onları boyundan büyük yapar zamanı gelir...
Bir hücrenin parmaklığından özgürlüğü solur gibi geçmişim kendimden.
Usumsa tangolarda simdi hayallere...Sevdalanmak zor zanaattır hoş görmeli böylesini...
Ay avucuma düşmüş, denizler gözlerime. Bir bulut olmuşum güneşe yoldaş.
Yukarda ta tepedeyim simdi. Yıldızları bir çuvalla sırtıma vurmuş bilinmedik sevdalarda, bilinmedik zamanlarda bir varım bir yokum. Ama dev gibi sevdam hep yüreğimde...
Sevdalanmak zor zanaattır hoş görmeli böylesini...
Bir misafirim var, minik, ender bir kelebek...En ufak hatada uçacak bilirim.
Hapsetmek isterim ama olmaz o zaman hiç benim olmaz ki....Gitmese,hiç bitmese bu rüya...
Boş ver şimdi yanımda ya....Sevdalanmak zor zanaattır hoş görmeli böylesini....
Doyamam bu duyguya açım işte belki bir tabanca şakaklarımda ama nafile...
Kanser gibi sarmış bedenimi tek dermanı; derman mı dermansız ki!!!
Böyle bana özgü, hücrelerimde dahi hissettiğim bir duygu ki vazgeçilmez.
Sevdalanmak zor zanaattır hoş görmeli böylesini....
Böyledir işte bedenine boylu boyunca, sere serpe uzanmış biri daha...
Herşeliyle var olan en çok da yüreğiyle... Böyledir sevdalar...
Sevdalanmak zor zanaattır hoş görmeli böylesini...

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Mütereddit olmanın dayanılmaz hafifliği







Bulanlardan mısınız yoksa arayanlardan mı? Bilenlerden misiniz yoksa öğrenenlerden mi?

Katı mı zihninizin halleri yoksa sıvı mı?

Daim öğretmen misiniz şu hayatta yoksa daim öğrenci mi?

Öğretmeyi mi seviyorsunuz öğrenmeyi mi?

Doksan yaşına geldiğinizde de yeni bir şeyler öğrenmekten heyecan duyabilir misiniz yoksa ununu eleyip eleğini çoktan duvara asanlardan mısınız?

Vaktinden evvel yaşlananlardan mısınız yoksa asla yaşlanmamak için uğraşanlardan mı? Ya da yaşını doğallıkla taşıyanlardan mısınız?

Varmayı mı tercih ediyorsunuz gitmeyi mi?

Sahip olmayı mı seviyorsunuz yoksa var olmayı mı?

Bir yere ulaşmadan, ulaşmayı dahi amaçlamadan, sırf gidebilmenin güzelliği için yollara düşebilir misiniz? İlla ki bir paye, bir derece, bir rütbe ya da zaferler için değil, hatta bir "şey" olmak için bile değil.... Yaşamı sırf yaşanılası olduğu için, baldan âlâ, sudan aziz bir iksir gibi yudum yudum içebilir misiniz? Sevebilir misiniz? Karşılıksız, beklentisiz, hesapsız, çıkarsız, özgür bırakarak... Sırf bir başkasının iyiliğini, mutluluğunu isteyerek.

AŞK dışı süslü içi boş bir kelime mi size göre? Yoksa kâinatın özü, cevheri, yaradılışın gayesi mi? Hiç tanımadığınız ve muhtemelen tanışmayacağınız bir insan için dua eder misiniz? Öyle yüzeysel geçiştirerek ya da lafın gelişi değil, derinden hissederek. Ağlaya ağlaya....

Yoksa bütün dualarınız sadece kendiniz ve sizin tanıdıklarınız için mi saklı?

Sizden daha kıdemli, daha başarılı, daha zengin, daha güzel ya da yakışıklı... Velhasıl "daha ve daha" gibi görünen bir insanın iyiliğini en az kendi iyiliğinizi istediğiniz gibi isteyebilir misiniz? Samimiyetle, yürekten... Nefsinizi bir tüy gibi avucunuza yerleştirip uzaklara üfleyebilir misiniz? Şu yeryüzünde insanın insana hayrı dokunması gerektiğine inanır mısınız? Yoksa insanın insanın kurdu olduğuna inanmayı mı tercih edersiniz? Sizce insan denilen mahlûk fıtrat itibarıyla iyi midir yoksa kötü mü?

Her Ademoğlu Havvakızı doğuştan iyi mi gelir bu dünyaya ve sonradan bozulur? Şartlardan, sistemden, toplumdan dolayı... Yoksa doğuştan fesattır da insan, yasalar ve kurallar aracılığıyla mı biraz olsun durulur? Dikey mi bakarsınız hayata ve dünyaya? Hiyerarşik, tepeden, yukarıdan... Sırça köşkünüzden? Yoksa yatay mı bakarsınız? Herkesi eşit bir düzlemde konumlandırarak... En sevdiğiniz şekil kare midir; köşeli, kapalı?

Yoksa çember mi tercihiniz? Durmadan dönen ve yenilenen, her noktanın her noktaya aynı mesafede kaldığı?

Sizin gibi düşünmeyenleri de kucaklayabilir misiniz? Sevebilir misiniz? Yoksa sadece size benzeyenlerle mi yaşamak isterdiniz? Demokrasiyi sadece kendiniz için mi istersiniz? Yoksa herkes için mi? Ekmeğinizi, suyunuzu, hayallerinizi, fikirlerinizi paylaşır mısınız başkalarıyla? Yoksa sadece kendinize mi saklamak istersiniz? Eleştirilmekten korkar mısınız başkalarını habire eleştirdiğiniz halde? Sahi katı mı zihniniz taş gibi, kaya gibi, duvar gibi yoksa su gibi akmakta mı yüreğiniz çağıl çağıl, öylesine taşkın?

Damı akmayan, gemisi su almayan insan yok ki şu hayatta. Varsa da rol yapıyor demektir. Kahramanlar yok aramızda. Kahramanlara ihtiyacımız da yok aslında. Bir zamanlar Bertold Brecht´in dediği gibi "ihtiyacımız olan şey kahramanlar değil, kahramanlara ihtiyaç duymayan bir toplum olmalı." Kimse mükemmel değil. Kimse sandığı kadar diğerlerine üstün değil. Bunu bir anlasak, mantıkla değil yürekle anlasak, ne kibir kalır dilimizde, ne önyargılar zihnimizde.

Mütereddit güzel kelime. Tereddüt besleyen, şüphe eden....

Maddenin nasıl katı, gaz ve sıvı halleri varsa, insan zihninin de aynen öyle halleri var. Maddenin katı hali: İnsanın mutlakiyetçi hali. Maddenin sıvı hali: İnsanın yaratıcı hali. Maddenin gaz hali: İnsanın mütereddit hali.

Mutlakiyetçi zihniyet, köşeli, katı ve keskindir. Kelimeleri kurumuş çimento gibi rap rap dizer üst üste. Dili ustura gibi kullanır. Keser, biçer, kategorilere sokar. "Onlar" ve "bunlar" diye ayrılmıştır dünyası. Ara tonları görmez, göremez. Mutlakiyetçilik bir nevi renk körlüğüdür. Sadece siyah-beyaz bir dünyada yaşar kişi. Nüansları bilmeden.

Yaratıcı zihin, tam tersine, ayrıntıları sever. Fikirlerle doludur. Nobran genellemelerle düşünmez. Nüanslara dikkat eder, ara tonlara. Yepyeni sentezler yaratır. Renkleri karıştırır. Su gibidir yaratıcı insan. Kabında duramaz. Dursa bile sığamaz. Akması lâzım illa ki. Uzaklara, öteye, daha evvel denenmemiş işlere, varılmamış yerlere....

Mütereddit zihin ise mütevazıdır. Öğrenmeye açıktır, kâinatı kitap gibi okumak ister, daima samimiyetle sorgular. Sadece başkalarını değil, kendini de, kendi doğrularını da. Kibirden arınmıştır. Derviştir içi.

Zihnin katı hallerinden sıvı ve gaz hallerine geçmek dileğiyle... Daha çok yaratıcılık, daha çok hoşgörü için.

Elif Şafak

14 Temmuz 2011 Perşembe

BAĞIŞLA BİZİ AĞUSTOS BÖCEĞİ








Ağustosböceği ile Karınca” öyküsünü bilmeyen yoktur herhalde. Tüm yaz boyunca çalışan didinen sevimli karıncayla ona inat, yan gelip yatan, saz çalıp şarkılar söyleyen, eğlence düşkünü ağustosböceğinin öyküsünü.

Yıllarca bu öyküyü anlattık bilmeyenlere ve çocuklara hep çalışkanlığı öğretmek için karıncayı örnek gösterdik. Ağustosböceğine ise “Tembel” dedik, “Vurdumduymaz” dedik, “Çalışmazsanız onun gibi alay konusu olursunuz” dedik, öğüt verdiklerimize. Karıncayı yücelttik, onu ise hep yerdik, ne büyük haksızlık ettik ona, hiç bilmedik gerçeği...

Oysa o bir anneydi, hem de en özverili anne. Peki, karınca gece gündüz çalışırken o neden hep oturuyordu hiç kalkmıyordu yerinden, neden saz çalıp durmadan şarkılar söylüyordu?

Çünkü ağustosböceği yumurtalarını henüz bırakmıştı ve yumurtalarının olgunlaşıp birer yavru olması için çok yüksek bir ısıya gerek vardı. Hem de öyle yüksek bir ısı ki ağustos sıcağının o kavurucu etkisi bile az geliyordu. Bu yüzden ağustosböceği o sıcakta yumurtalarının üzerinde durmak zorundaydı. Yumurtalarının olgunlaşması için her şeyi yapmalıydı ve biz bunu hiç anlamıyorduk. Ve bu ısı hâlâ yetmiyordu; daha fazla ısı için yumurtalarına kanatlarını sürtüyor, çırpınıyor çırpınıyordu yavruları için... Biz bunu da eğlence sanıyorduk kanatlarından çıkan vızıltıları duyup, ağustosböceği saz çalıyor diyorduk ne de çok yanılıyorduk... Bu da yetmezmiş gibi sıcaktan kavrulan, vücudunu parçalarcasına kendini mahveden bu annenin iniltilerini, çığlıklarını anlamıyor ve ağustosböceğini şarkı söylemekle suçluyorduk; nasıl da yanılıyorduk. Ve kış boyunca zor durumda kalmasına aldırmıyor, “O bunu hak ediyor” bile diyorduk.

Ama onu anlayan birisi vardı. Yakın dostu karınca aslında onun ne denli acı çektiğini biliyordu ve ona “Sabret dostum tüm bu acıların karşılığında mutlu olacaksın” diyordu. “Yavrularını kucağına aldığında tüm bu çektiklerine değecek, o anki mutluluğunu birlikte paylaşacağız. Çünkü ben ikimize hatta yavrularına da yetecek kadar yiyecek topluyorum.”

Biz ise karıncayı da suçluyorduk, belki de. Yaz gelip geçip de kış iyiden iyiye kendini gösterdiğinde karınca ağustosböceğine
“Yazın çaldın saz, şimdi oyna biraz” demiyordu da aslında, biz yanlış anlamıştık o tümceyi, “Dostum çok çektin bu yaz, şimdi rahatla biraz” diyordu. Ve yemeğini ağustosböceği ve minik yavrularıyla paylaşıyordu...
Şimdi herkesten kendisini ağustosböceğinin yerine koymasını istiyorum. O kadar özveri göstereceksin, onca acı ve eziyet çekeceksin. Ve sonra bunun karşılığını almayı bir kenara bırakın çevreniz tarafından horlanıp, küçük görüleceksiniz. Ne kadar da acı verici!

İşte bu yüzden, insanlar karşısındakinin durumunu hiç düşünmeden onları yargılamamalı, onun sergilediği davranışın altındaki nedenleri görebilmeli ve ona gerektiğinde kucak açıp yardım edebilmeli, çünkü gerçek sevgi bu dayanışmanın içinde gizli.

Gelin, işe ağustosböceklerinden özür dileyerek başlayalım. Ve bundan sonra insanların hareketlerinin nedenlerini dinlemeden onları yargılamayalım; aksine sorunlarını çözmek için onlara yardım edelim.
Çok üzgünüm ağustosböceği, beni affet.

Ferdi Kalem

25 Haziran 2011 Cumartesi

FIRINCI ve ÇİFTÇİ






Bir fırıncı, tereyağını yakındaki bir çiftlikten alıyordu. Bir gün 3 kiloluk tereyağı paketini çok hafif buldu. Bundan sonrada aldığı tereyağlarını tartmaya başladı. Tereyağı gittikçe daha hafif geliyordu. Fırıncı sonunda çok kızdı ve bir dava açtı.

İş yargıcın önüne gelmişti. Yargıç çiftçiye:

"Senin terazin ve kiloların yok mu?"diye sordu.

Çiftçi "Var efendim. Ama kiloya gerek yok" yanıtını verdi.

Yargıç bu yanıta biraz sinirlendi:

"Kiloya gerek yoksa nasıl tartıyorsun?" diye sordu.

Çiftçi kendini savunmak için gerekli açıklamasını yaptı:

"Çok kolay. Fırıncı benden tereyağı aldığı sürece bende ondan ekmek alıyorum.Terazinin bir köşesine ondan aldığım 3 adet 1'er kiloluk ekmeği koyuyorum.Bunlar bana ölçü oluyor.Eğer tereyağı noksan gelmişse bu benim hatam değil onun hatasıdır."

Bu durumda yargıç, çiftçi için beraat verdi.Fırıncı ise mahkeme masraflarını ödemek zorunda kaldı.

18 Haziran 2011 Cumartesi

Gençliğin Sırrı






Evvel Zaman içinde Memleketin Birinde 90 yaşlarında fakat çok dinç ve genç görünümlü bir adam yaşarmış? Çevresinde bulunan herkes ona çok özenir ve sorarlarmış ' Bu gençliğin sırrı nedir' diye. İhtiyar delikanlı güler geçermiş her soruldukça bu soruya.. ama sorular sık , soranlar çoğalınca cevap vermek vacip olmuş sanki.

Düşünmüş nasıl... anlatırım bu sırrımı kolayca herkese. Sonra karar vermiş tüm meraklıları yemeğe davet etmeye evine.

"Bu davette size sırrımı açıklayacağım” demiş. Herkes merakla davete gelmiş. Yemekler yenilmiş, içilmiş, sohbetler edilmiş vakit iyice gecikmiş. Ama gençlik sırrı ile ilgili tek kelam edilmemiş. Herkes konu ne zaman açılacak diye merek ederken Adamcağız huri gibi sevimli hanımına seslenmiş:

- "Hatun, şu kilerden bir karpuz getirir misin bize sana zahmet!.." Hanım hemen doğrulmuş kilere giderek kaş ile göz arasında gidip bir karpuz getirmiş. Adamcağız şöyle eliyle bir vurmuş tık tık diye sonra da:

" Bu olmamış hanım, güzel çıkmayacak, başka getirir misin bir zahmet" demiş. Hanım onu götürmüş bir tane daha getirmiş. Adam onu da bir yoklamış yine beğenmemiş.

“ Hanım sana yine zahmet olacak ama bu da olmamış başka bir tane getirir misin “ demiş, Başka istemiş?. Bu böylece üç dört sefer daha tekrarlamış.

Neyse misafirleri ve de siz Aziz okuyucuları sıkmamak için !!! Dedemiz beşincide karpuzu beğenmiş ve karpuz kesilmiş, misafirlere ikram edilmiş?. Herkes karpuzunu afiyetle yerken bizim dedecik sormuş. "Eeee ?.

Arkadaşlar iste benim gençliğin sırrı burada anladınız mı??

Herkes birbirinin yüzüne bakmış. Kimse bişey anlamamış.."Aman dede demişler nerde? Anlamadık biz bu sırrı!" Dedecik gülmüş."Efendiler" demiş "O gördüğünüz karpuz kilerde bir tanecikti, tekti. Ben hanıma git de başka getir dedikçe o kilere gidip geliyor aynı karpuzu getiriyordu. Bir kere bile "aman be adam , deli misin nesin şu tek karpuzu ne taşıttırıyorsun bana defalarca.." demedi.

Beni sizin önünüzde mahcup duruma düşürmedi. İşte ben bütün gençliğimi bu hanımıma borçluyum. Biz birbirimizi hiç başkalarının önünde zor duruma düşürmeyiz. Aile içindeki hiçbir şeyi dışarıya yansıtmayız. Hep birbirimize destek olur, dert ortağı olur, yardım ederiz. Birbirimizle ilgili olan problemleri yine birbirimize anlatırız. İyi kötü her olayı da birlikte paylaşırız.’ Demiş.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Beni İyi Dinle OĞLUM





* İnsanlara doğru değer ver, haketmeyenleri sil.
* Kimseye yalvarma.
* Asla dönüp de arkana bakma.
* Sır tutmasını bil.
* Dostlarının yeri ayrı, sevgilinin yeri ayrı. Sevgilin için dostlarını, dostların için sevgini satma.
* Hakettiğin sevgiyi alamadın mı? Kendini üzme, sorun sen değilsin.
* Kimsenin lafıyla dolduruşa gelme, ama aklının bir köşesinde de tut.
* Bir ilişkiyi kafanda bitirdikten sonra iki çift tatlı söz, iki damla gözyaşı için asla yumuşama.
* Seni sevenlerle kullananları iyi ayırt et.
* Seni dinleyip anlamaya niyeti olmayanlarla tartışma.
* Emrivaki oluşturulan dostlukları kabul etme.
* Eğer verdiğin o kişide kalmıyorsa ikinci bir sır şansı verme.
* Dostun olacak insanları bazı kriterlere göre belirle.
* Kendini öven insanlardan kaç.
* Karşındakinin doğruyu söylediğini varsayma.
* Kendine saygını yitirmene neden olacak hiçbir şey yapma.
* Sorunun olduğunda insanlar zaman ayırıp seni dinliyorlarsa onların öğütlerini gözardı etme.
* Göz göre göre su birikintilerine taş atma, mutlaka üzerine sıçrar.
* Gözyaşlarının değerini bil. Onları haketmeyenler için harcama.
* Sana bahşedilen zekayı kullanmayarak Allah'a hakaret etme!
* Senin zekana inanan insanları hayal kırıklığına uğratma.
* Kendini sev.
* Alkol alınca kontrolünü yitirenlerle asla tartışma.
* Dışarıdaki güneşe bakıp gülümse ve önünde koskocaman bir gelecek olduğunu unutma.
* Dostluğunla yetinmeyenler için hiçbir fedakârlık yapma.
* İnsanları kaybediyorsun diye ağlayıp sızlama, ama kazandığın insanların değerini bil.
* Kimseye taşıyabileceğinden fazla değer verip bununla övünmesine fırsat verme.
* Güvenmediğin kimseye aleyhine kullanılabilecek hiçbir koz verme.
* İstediğini almak için asla duygu sömürüsü yapma.
* Sana duyulan sevgiyi ve güveni istismar etme

30 Mayıs 2011 Pazartesi

ALIŞMA BANA





Alışma bana,ne yapacagım belli olmaz, bugün varım, yarın birden yok olurum...
Dokunma bana, kapanmamış yaralarla doluyum, canımı acıtma bi yara da
sen açma...
Sevme beni, yogun duygularımda kaybolursun, tutuştururum...
İsteme beni, yasaklarla bogusursun, engellerle doluyum...
Çözmeye çalışma sakın, seninle karışır iyice kördüğüm olurum...
Anlama beni, ben kendimi anlarım, ben böyle mutluyum...
Aşkı yaşatmamı isteme asla, ben aşka yıllardır inanmıyorum...
Güveniyosan kendine inandır beni aşkın varlıgına,sonucunda öyle bi aşk
yaşatırım ki, vazgeçemezsin, tutkun olurum...
Yıkabilirsen duvarlarımı, sakın bırakma beni, tüm tutkularım ve
gücümün arkasında, hala minik bir çocugum, büyütemezsen kaybolurum..

17 Mayıs 2011 Salı

Çocuk Eğitimi






Bir insanın bu dünyada sahip olabileceği en değerli varlığı çocuklarıdır. Hepimizin çabası ve endişesi çocuklarımızı en iyi şekilde yetiştirmektir. Bu çabalarımızın bir parçası onların iyi bir eğitim almalarını sağlamaktır. Bugün bir anne-babanın yapabileceği en değerli yatırım, çocuklarına iyi eğitim imkanları hazırlamaktır. Eskiden ana-babalar, çocuklarını çok sevdikleri için, ileride sıkıntıya düştüğünde işine yarasın, zorluk çekmesinler diye, evler, arsalar, mülkler, miraslar bırakıyordu. Çocuklarımızın bu mirası korumakta zorluk çektiğine birçoğumuz tanık olmuşuzdur. Halbuki bugün çocuklarımıza sağlayabileceğimiz en önemli mirasın eğitim olduğu kabul ediliyor. İyi bir eğitim almış ve kendine güvenen çocukların istediğini elde edebileceğine inanıyoruz.

Bir çocuğun eğitiminden istenen sonucun alınabilmesi, ancak aile ile eğitim kurumunun sıkı ve samimi işbirliği ile gerçekleştirilebilir. Bir çocuğun eğitiminin sadece onu bilgi sahibi yapmak ve hayata hazır hale getirmek olmadığının bilinmesini istiyoruz. Çocuklarımızı eğitim hayatına hazırlamanın yanında onların duygusal, sosyal, bedensel, ahlaki ihtiyaçlarının ve sorunlarının karşılanması da eğitimlerinin önemli parçalarını oluşturmaktadır. Başka bir ifade ile biz; kendi kendine yeten, atak, girişken, sorumluluk alan, soru soran, araştıran kurallara niçin uyması ya da uymaması gerektiğini bilen, hakkını arayan, gerektiğinde itiraz eden, liderlik vasıflarına sahip, kendisi ve çevresi ile barışık bir insan yetiştirme felsefesine inanıyoruz.

Paylaşmak istediğimiz düşüncelerimiz sizlerin haberdar olmadığı bilgiler değil. Bütün anne-babaların iyi niyetli olduklarından ve çocukları için iyi şeyler yapmak istediklerinden hiç şüphemiz yok. Bununla birlikte bilimsel araştırmalar, çocuklarımızın dengeli ve sağlıklı gelişimlerinin ve eğitimlerindeki başarıların, aile içi ilişkilerden ve ana-baba tutumlarından birinci derecede etkilendiğini söylemektedir. Bu itibarla çocuklarımız ile ilişkilerimizi ve ana babalık anlayışlarımızı, aşağıda özetlenen bilgiler çerçevesinde yeniden gözden geçirmeniz gerektiğine inanıyoruz:

1- Sadece “seni seviyoruz” demekle yetinmeyiniz. Sevgi, duygu ve düşüncelerin paylaşılmasıdır. Evinizin sevinçlerine ve sıkıntılarına onu ortak ediniz. Sevgi saydam olmalıdır. “İçinden sevmek” şeklinde bir sevgi biçimi yoktur.

2- Çocuğunuza sevginizi karşılıksız veriniz. Çocuk şartsız sevilmelidir. “Ön şartlı sevgi” diye bir sevgi biçimi olamaz.

3- Sevginiz hoşgörüdür, fakat vurdumduymazlık ve boş vermek demek değildir. Çok sevmek adına her davranışı hoşgörü ile karşılamanın çok olumsuz sonuçları olacaktır.

4-Sevgi, çocuğun kendisini tanımasına ve yeteneklerini geliştirmesine yardım etmektir. Onun kendini tanımasına, ifade etmesine ve yeteneklerinin farkına varmasına ortam ve fırsatlar hazırlayınız.

5- “Sen benim söylediklerimi yap, gittiğim yoldan gitme” yaklaşımı son derece yanlıştır. Unutmayınız; çocuklarımız bizim söylediklerimizden çok yaptıklarımızı benimserler. Çocuklar sizin söylediklerinize değil, yaptıklarınıza dikkat eder.

6- Çocuklar ile sağlıklı ilişki kurabilmenin en iyi yolu, önce onu duymak, dinlemek ve söylediğini anlamaya çalışmaktır. Lütfen çocuklarınızı dinleyiniz. Dinlemek onlarda “önemsenmek” ve “değerli görülmek” anlamlarına gelir ve “ait olma” ihtiyacını ve duygusunu karşılar.

7- Çocuklarınız kavga ettiği zaman hakemlik yapmayın, “kim başlattı” vb. sözlerle tartışmanın içine girmeyin. Onlara kavgalarla baş etme sorumluluğunu verin. Odadan çıkın, onların sizi kullanmasına izin vermeyin. Ancak olayın kötüye gittiğini hissettiğiniz durumlarda araya girin.

Unutmayın; olayın ne kadar dışında kalırsanız çocuklarınız da kendi aralarındaki anlaşmazlıkları çözmede o kadar yaratıcı olacaklardır. Çocuklarınıza birbirlerine sevgilerini göstermelerini onlara öğretin.

8- Çocuklarınıza kitap sevgisini, küçük yaşlarda kazandırmaya çalışın. Çünkü onlar 0-6 yaşta ne almışlarsa 70 yaşında da o birikim iledir. Kitaba karşı ilk ilgi ve merakın uyanması, okul öncesi dönemine rastlar. Çocuğun eline verilen bol renkli, resimli kitaplar, ona anlatılan çeşitli öyküler, masallar, tekerlemeler bu dönemde çok önemlidir. Bu anlamda ileride büyük bir şahsiyet olabilmesi için ilk adım bu dönemde atılmalıdır.

9- Çocuğunuzda mülkiyet fikrini oluşturunuz ve özel hayatın gizliliği ilkesini, onun özel yaşantısına saygı göstererek kazandırınız. Bu anlamda, çocuğunuza ait eşyaları izinsiz almamak, odasına kapısını vurarak girmek gibi davranışlar çok önemlidir.

10- Çocuğunuzu bazen tanık, bazen de yargıç olarak kullanmayınız. Yakın çevremiz ile ya da eşimiz ile olan tartışmalarımızda çocuklarımızdan tanık, yargıç ya da iletişim aracı olarak yararlanmak, onların ruh sağlıklarına ciddi zararlar verir. Bu şekilde çocuğunuza ispiyonculuğu ,dedikoduculuğu ve önyargılı olmayı öğretmiş olursunuz.

11- Ona faal olma fırsatı tanıyınız. Bütün işlerini onun yerine siz yapmayınız. Unutmayınız, gelişme, olgunlaşma ve öğrenme ancak yaşantılar yolu ile gerçekleşir. Çocuklarımızın “problem çözebilen”, “baş etmeyi” bilen, ve “kendi kanatları ile uçabilen” bireyler olabilmesi onlara etkin olma fırsatları tanıdığımız oranda gerçekleşir.

12- Kontrolsüz bir biçimde TV programları izlemesine göz yummayınız. Seviyesine hiç uygun olmayan uygunsuz ve saldırganlık dolu programları izlemesine, yapıcı, açıklayıcı ve seçenek getirici bir yaklaşımla engel olunuz.

13- Korkuya dayalı bir eğitim uygulamayınız. Korkutularak yetiştirilen çocukların zamanla korkan ve korkutan insanlar olacağını hatırlayınız.

14- Ufak tefek hatalarını görmezlikten geliniz ve toleranslı olunuz. Ondan kesinlikle mükemmel olmasını beklemeyiniz. Aldırış etmiyor gibi görünseler dahi, bizim düşünce ve görüşlerimiz çocuklarımız üzerinde çok etkilidir. Onlardan mükemmel olmasını beklemek, psikolojik sağlıklarını bozacaktır.

15- Çocuklarınızı “iyi komşu çocukları ile” kıyaslamayınız. Çocukların ruh sağlıklarında kalıcı olumsuz etkiler meydana getiren önemli yanlışlarımızdan birisi de kıyaslamaktır. Eleştirileriniz acımasız olmamalı, yapıcı olmalıdır. Tenkitten çok taktir etmek konusunda cömert olmak zorundayız. Eleştirmek gerektiğinde ise, eleştirimizi doğrudan çocuğumuza veya onun kişiliğine değil, yaptığı davranışa yöneltmek gerekir.

Sevgili anne-baba;

Önemli olan mükemmel bir anne baba olmak değildir. Bu konuda kendini geliştirme isteğini duyan ve çaba harcayan; yaptığı hataları gördüğünde bunda ısrar etmeyerek, hatadan dönme olgunluğunu gösterebilen ana-baba olabilmektir.
Alıntı

8 Mayıs 2011 Pazar

NİYET DEĞİŞİNCE...





Kral, atına binip arazide dolaşırken, sıcaktan hararet basmış ve boğazı kurumuş. Su ihtiyacını giderecek ve kendisine ferahlık verecek bir şeyler yeme, içme ihtiyacı duymuş. Etrafına bakınırken, bir nar bahçesi görmüş. Atını o yana doğru sürüp, bahçede çalışan delikanlıya selam vererek;“Bana bir nar ikram eder misin?” diye sormuş. Delikanlı; “Hayhay, memnuniyetle” cevabını vermiş.Biraz sonra, elinde güzel bir narla Kıral’ın yanına gelmiş. Kral, narı ortadan ikiye bölüp, bir yarısını yemeye başlamış. Bir yandan da; “Oh! Ne güzel nar!” diye mırıldanmış. Derken, gözü nar bahçesine doğru kaymış. Farkında olmadan; önce ağaçları, sonra dalları, daha sonra narları saymış. Arkasından, takdir duygularına haset kaygıları karışmış. İçinden; “Keşke bu nar bahçesi benim olsaydı. Acaba sahibi kimdir ve nasıl elde edilir?” diye düşünmeye başlamış. Bu sırada, narın bir yarısı bitmiş, sıra öteki yarısına gelmiş. Fakat, anlaşılmaz bir biçimde, tadı değişmiş ve alabildiğine kötüleşmiş. Kıral, hayretler içinde; “Evlat, bu ne iştir? Narın bir yarısı çok güzeldi, öteki yarısı bozuk çıktı” demiş. Delikanlı, bilgece bir gülümseyişle; “Efendim, Kıral’ın niyeti değişince, narın tadı da değişti” cevabını vermiş.

5 Mayıs 2011 Perşembe

OLSAM....





Bir kitabın ayracı olsam... Kitabın cümleleri uçuşurken uykunun arasında, ben o sayfaya takılsam, kitabın hikayesini düşlesem karanlıkta...

Bir bezelye tanesi olsam... Önce tencerenin içinde teslim olsam sıcağa, suyun kaynama noktasına... Bıraksam diri olan kendimi, çeperimi, içimi, içimden geçenleri...

Koltuğun pütürlü motifi olsam... Elin ne zaman farkında olmadan o motifin üzerinde dolansa, anlasam o an aklından geçenleri...

Kahve bardağın olsam... Bardağın dibindeki kahve lekesini süngerle çıkarmaya çalışırken sen, sabundan hoşlanmasam, püskürtsem köpükleri bir o yana bir bu yana... Sonra durulanınca rahatlasam, banyo yapmış yaramaz bir çocuk gibi...

Saatin olsam... Her sabah bağlasan beni bileğine.... Zamanı gösterirken sana, aslında ben kalp atışlarını dinlesem dakikalarca... Kalbin attıkça zaman yavaşlasa...

Her zaman oturduğun kafenin masa örtüsündeki bir pöti kare olsam... Karşında sohbet edecek biri yoksa, bana anlatsan gününü, içinden geçenleri.... Sussam, konuşmasam ama anlattıklarınla doldursam dört köşemi...

Montunun düğmelerinden biri olsam... Soğuğa karşı iliklesen beni bir yanına ve sıcağa geçtiğimizde merhaba der gibi ayrılsak iki tarafa...

Şans eseri ayakabının altına takılan bir çakıl taşı olsam... Yollarını öğrensem, adımlarını izlesem, seninle dursam, seninle yürüsem, sonrada beni bırakman gereken yerde tabanından sökülsem... Deniz kenarında, geçtiğin parkın birinde, Taksim’in orta yerinde... Kalakalıp özlesem seni öyle...

Masanın yanında duran pencerenin üstten 8. Jaluzisi olsam... Sen dışarı bakıp gökyüzünü içine doldururken, ben sana bakıp okusam hayallerini....

Üzümlü kekin içindeki bir tane üzüm olsam... Tam sen “Üzümlü keki çok seviyorum”diye düşündüğün o an, ben bunu tüm üzümler adına üstüme alınsam, desem ki o da seviyor beni....

Gümüş rengi anahtarlığın olsam... Cebinde tutup beni, kaybetmesen hiç bir yerde ve her baktığında hatırlatsam evini...

Gömleğinin sol yakası olsam... Hani düşünceye daldığında oynadığın köşeşi... Parmakların değince sakinleştirsem seni...

Dinlediğin şarkıdaki minik bir es'ten sonra başlayan çoşkulu bir yalvarış olsam... o an aklına düşsem, baştan alsan tekrar müziği....

Yastığın olsam.... Seninle aynı rüyaya beraber dalsam... Sabah uyandığımızda en az senin kadar darmadağınık ama mutlu uyansam...

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Gürültü






Yaşlı bir adam emekliye ayrılır ve kendine bir lisenin yanında küçük bir ev alır. Emekliliğinin ilk birkaç haftasını huzur içinde geçirir; ama sonra ders yılı başlar. Okulların açıldığı ilk gün dersten çıkan öğrenciler, yollarının üzerindeki her çöp bidonunu tekmelerler, bağırıp, çağırarak geçer giderler. Bu çekilmez gürültü günler sürer ve yaşlı adam buna bir son vermeye karar verir.

Ertesi gün çocuklar gürültüyle evine doğru yaklaşırken, kapının önüne çıkar onları durdurur ve, "Çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsunuz. Bu neşenizi sürdürmenizi istiyorum sizden. Ben de sizlerin yaşındayken aynı şekilde gürültüler çıkarmaktan hoşlanırdım, bana gençliğimi hatırlatıyorsunuz. Eğer her gün buradan geçer ve gürültü yaparsanız size her gün bir dolar vereceğim" der.

Bu teklif çocukların çok hoşuna gider ve gürültüyü sürdürürler. Birkaç gün sonra yaşlı adam yine çocukların önüne çıkar ve şöyle der:

"Çocuklar, enflasyon beni de etkilemeye başladı. Bundan böyle size sadece günde elli sent verebilirim…"

Çocuklar pek hoşlanmazlar, ama yine devam ederler gürültüye. Aradan bir kaç gün daha geçer ve yaşlı adam yine karşılar onları.

"Bakın" der, "Henüz maaşımı almadım bu yüzden size günde ancak 25 sent verebilirim, tamam mı?"

Çocuklar, "İmkansız bayım" der.

"Günde 25 sent için bu işi yapacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Biz işi bırakıyoruz.”

27 Nisan 2011 Çarşamba

Söyleyemediklerimi Sen Anla





Bilinmezlere Gidip Gelirdim
Bilinmedim
İnandığım Her Şey Adına Yasak Sorular Sordum Kendime
Bütün Denklemlerin Bir Bilinmeyeni Ben Oldum
Sevgiyi Sordum
Neden Bu Kadar Yalnizdik, Sen Söyle
Bes Duyumu Yitirdim Kaç Zaman
Anlayan Yoktu
Yutkundum Arsenik Tadinda
Yaşamam Sandım
Kaçiyorum Bu Dünyadan
Nedenini Hiç Sorma
Bakislarim Benim Degil Artik
Sesim Degisti
Bu Kez Baska Gittim
Kendimden
Söylenemezseler Bilmeyecektim
Ağlayınca uzun Ağlarım Kimseler Olmaz
Susmanın Konuşmaktan Zor Olduğu Anlardır Bu
Anlar Mısın?
Yaşam Ne Tuhaf Bilmecedir
Sen Anlıyorsun, Biliyorsun
Her Şeyi Biliyorsun
Anlıyorsun
Yanılmıyorum
Anlayamayan Bendim
Yaşamın Bir Düş Penceresi Olmadığını
Çiçekleri Severken Dalları Kırmak Olmaz Sanırdım
Aşkı Kendi Rengiyle Taşıyıp, İçimi Sancılar Bastığında
Avuçlarımda Kederi Eritip Yürüdüm Sandım
Kimselerin Bilmediği Yerlere
Bütün Tanımları Değiştirip
Öylesine Hesapsız, Hiç Beklenmedik Sevilir Sanırdım
Gözümün Önünde Vurdular Beni
Birden Bire Bensiz Kaldım
Durduk Yere Düştü Ellerim
Oysa Bedenimde Cehennem Benzeri Atesler Vardı
Sana Her Şeyi Anlatmadım
Şimdi Hangi Aynaya Baksam Kimliksizim Ben
Büyük Kederleri Unutturacak
Büyük Mutluluklar Bulmalı
Derin ve Keskin Acılar Yaşamakta Olan İnsanlar İçin İmkansızdır
Taşınması Zor Acıları yaşamış İnsanlar
Bazen Büyük Bir Mutluluk İhtimali Kapılarını Çalsada
O kapıyı Açacak Gücü Ve Cesareti Kendilerinde Bulamazlar
Hatta Sessizce Durup Kapılarını Çalan
Bu Beklenmedik Yolcu Gitsin Diye Beklerler
Kederli İnsanları Yeniden Hayata Döndürüp
Yüzlerini Gülümsetecek Tılsım Küçük Ani ve Kısa Sevinçlerde Gizlidir YAR…
İnsan Belki Bir Kere Kendini Ve Kimliğini Öldürebilirdi Ama
Bunu İkinci Kere Yapmak İmkansız Gelirdi
Sen Bir Kez Sendeki Seni Öldürdün
Ona Sadece Hayatından Küçük Dakikaları Ayırdın
Ben Sendeki Senin Kapısını Çalan Beklenmedik Yolcuydum
Sen Gitmemi Bekliyorsun
Dokunmanın Korkunç Hazzını Keşfedip
Dokunamamanın Korkunç Hazzını Duymak İçin
Duymak Gibi Bişey Bu
Sendeki Anlatma İsteğiyle
Saklama Arzusunu Bir arada Görmek
Oysa Biz Zamanın İzini Kaybetmiş
Zamandan Kopmamış Olanların
Asla Anlayamayacağı Bir Zamansızlıkta Karşılaşmamışmıydık
Uğultulu Sesler Arasında
Birbirimizin Sesini Duyup Dinlemeyi Öğrenmemişmiydik
Hayat…
Her Eksilttiğinin Yerine Bişey Veren
Ya da Her Verdiğinin Karşılığında Bişey Eksilten
Bi Oyun Değilmiydi
Eksilttiklerimizin Karşılığında Bu Paylaşımı Bulmuşken
Bize Sunulan Bu Paylaşım Karşılığında Eksilen Neydi
Zamandan Kopmamış Olanların Yaşayacağı Korku Niye
Senin Duyumsadığın Duyguları Duyumsamamdan mı Korkuyorsun
Ben Bu Paylaşıma Bir Kimlik Aramıyorum Sevgili!!!
Zamandan Kopmamış Olanların Ad Koyma Çabası İçinde Değilim Ben
Zamansızlıkta Bulduğum Bu Sevginin
Zamanın İçinde Kaybolmasına İzin Vermemek İçin Bütün Çabam YAR!!!
Bu Çabayı Kimseler Anlamaz Bilirim
Ama Sendeki Sen Anlar
Senin Verdiğin Kimlikten Fazlasını Yaşamıyorum
Bir Ses Duyumu Kelimelerce Kelimelerce Olsada
Örselenmiş İlişkilerde Unuttuğumuz
Fotokopiyle Çoğaltılmış Sevgilerin Yaşandığı Şu Anlarda
Hep Özel Kalacak Bir Tat Yaşadığımız
Kaçmaya Çalıştınmı Yakalandığında
Kaçtığında Sahip Olduklarını Bile Kaybedersin Unutma!!

Ben Belki Kaçmayı Beceremedim Ve Yakalandım
Belki de…
Vazgeçmekte Geç Kaldım
Bilki Kazanma Şansım Hiç Yok
Sevdiğim…

-Kahraman Tazeoğlu

26 Nisan 2011 Salı

Ötesi Ne Gam





“Şimdi tek istediğim nefes alabilmek, ötesinde yok gözüm.
Kaçmak da mümkün buradan elbette ama benim istediğim kaçmak değil ki.
Ne varmayı arzuladığım bir öte diyar,
ne de bir yerlerde bıraktığım kayıp bir cennetim var.
Sadece çıkmak istiyorum.
Çıkmak da değil, çıkabilmek. Ben o ihtimali seviyorum.
Seçeneğim olmasını, kapının aralık kalmasını…
Durmuşum bir eşikte, ne bir adım geri, ne bir adım ileri, uzatmışım kafamı aralıktan dışarı, sırtımı dönmüşüm o cehennem sıcağına, mutlu mesut, çocuk çocuk soluklanıyorum serinlikten, ötesi gerisi ne gam.”

MedCezir - Elif Şafak

24 Nisan 2011 Pazar

Oluruna Bırak






Söz bitsin, biz devam edelim
Sessiz kalalım yine, uzlaşalım
Güz bitsin, biz bayram edelim
Susuz kalalım yine, aç kalalım

Ayrılıklar değişmez,
Bütün aşklar aynıdır
Hayat herkese hem iyi,
Hem de kötü davranır

Oluruna bırak, her neyse geçer
Hayata zulmedip üzülmeye mi değer
Oluruna bırak, her neyse geçer
Gün doğsun hele bi, üzülmeye mi değer

23 Nisan 2011 Cumartesi

GİTMELERİ SEVERİM...






Bazen gerekir...
Ve bazen gitmek iyidir...

Ben genelde gitmeleri seçerim...
Niye bilmiyorum...
Ama severim...

Kendimle kalmak...

Niye yapay olur ki hep sevgiler?
Yada niye insanlar
Zorlama sevgiler gösterirler?
Sizi zoraki severken biri,
Kalmanızın anlamı var mı?

"Seviyorum" demek niye hep basite indirgenir?
İnsan aslında sevmediği birine
"Seni Seviyorum" niye der?
Niye bu kadar basitleşir?

Ben karamsarımdır...

Kaplumbağları hep sevmişimdir...
Korktuklarında,
Kendilerini en güvenli hissettikleri yer
Yine kendileridir...
Kendilerine dönerler...

Bende Sevmekten korkarım..
Ve her sevişimde kendime sarılırım...
Kabuğuma çekilirim...
Ve en sonunda kaplumbağa gibi
Sessiz ve sedasız,
Hissettirmeden
Mutlaka giderim...

Değer verilmezseniz eğer,
Yada verdiğiniz değer kadarını hissedemiyorsanız...
Kalmanızın bir anlamı var mı?

Sessiz sedasız gitmek güzeldir...
Sanki hiç yokmuşsunuz gibi...
Fark edilmemeyi severim ben,
Sır olmayı severim...
Adımdan bahsedilmemesini severim...
Hissettirmeden gitmeleri severim...

Bir film sahnesi gibi...
İnsanların arasındayken...
İnsanlarda bir yer etmişken...
Sessizce gidersiniz...
Üzerinizde bir palto...
Bir süre sonra birisi der ki;
"Ya bu gitmiş"
Cevap verir diğeri;
"Evet gitmiş"
Sonra herşey yine devam eder...
Sizde unutulmanın hazzıyla tebessüm edersiniz...

Ben hep giderim...
En çok yaptığımdır...
En alışkın olduğumdur bu benim...

Nasılsa bir gün bitecektir...
Daha çok bağlanmaktansa,
Daha çok bağlamaktansa,
Bağlanıp daha çok yanmaktansa,
Gitmek iyidir...
Bu ne kadar zor olsada...

Gitmek iyidir...
O zaman sadece bir isim olarak kalırsınız...
Aslında belki hiç hatırlanmazsınız...
Bu acı vermez ki!
Siz kaç kişiyi hatırlıyorsunuz ki zaten?
Birileri de sizi hatırlamayı versin...
Unutulmak iyidir...
En azından sır olursunuz...

Gitmek korkmak mıdır?
Mücadeleden yılmak mıdır?
Zayıflık mıdır?
Sanmıyorum...
Zaten elde edemeyeceğiniz bir şey için
Mücadele etmemelisiniz...
Size zarar vermeyecek bir şeyden
Korkmamalısınız...
Aslında gitmek güçtür çok severken,
Gidebiliyorsanız; güçlüsünüz...

Gitmeleri severim...
Ve bazen;
Eninde sonunda,
Giderim........

27 Şubat 2011 Pazar

Askıda Kahve






FMK ( Faili Meçhul Kıyak) hareketine destek vermek ya da katılmak isterseniz Linke tıklayıp detaylı bilgi alabilirsiniz. Bu güzel kıyağa güzel bir hikaye ile ben de bir katkı yapabilirsem ne mutlu. Umarım aşağıdaki yazıyı beğenirsiniz.


"İtalya'da Venedik'in kenar mahallelerinden birinde, bir Cafe-Bar'da, espressolarımızı içiyorduk. İçeri giren müşterilerden biri barmene, "iki kahve, biri askıda!" dedi; iki kahve parası verdi, bir kahve içip gitti. Barmen de duvar üzerinde asılı duran çiviye bir küçük kağıt astı.

Biraz sonra içeri iki kişi girdi. Onlar da "Üç kahve, biri askıda" dediler; Üç kahve parası verdiler ve iki kahve içtikten sonra gittiler. Barmen "askı"ya yine bir küçük kağıt astı. Bunun gün boyu böyle sürdüğü anlaşılıyordu.

Bir süre sonra kahveye, üstü başı biraz eski-püskü, belli ki yoksul bir kişi girdi ve Barmen'e "Askıdan bir kahve!" dedi. Barmen hemen bir kahve hazırladı ve yeni müşterinin önüne koydu. Yoksul kişi, kahvesini içtikten sonra para ödemeden çıktı, gitti. Barmen'se, duvardaki askıya taktığı kağıtlardan birini kopardı, parçalayıp çöp kutusuna attı.

Bu günün sonunda, gözlerimizi yaşartan bir "İtalyan toplumsal terbiyesi" öğrendik: Bir Venedikli için yaşamsal olmasa da, kahve, günlük yaşamda önemli bir yer tutmaktadır.

Kahve içecek kadar parası olmayan kişilere yardım edebilecek düzeydeki kişiler, bir kahve parası daha ödüyorlar. Yardım ettiği kişiyi görmedikleri için bu kişiler de daha mutlu oluyorlar; kimden geldiğini bilmedikleri bu ikramı kabul edenler de daha huzurlu!

Yardım eden ile alan arasında, bu cafe-bar'daki garson gibi köprü görevi yapan kişilerinse, güleryüzlü ve sevgi dolu olmaları gerekiyor. İçeri giren yoksul bir kişinin "Bana askıda kahve var mı?" diye sormasına gerek bırakmamak için, askıda kahve olduğunu belirten kağıt parçalarını kolaylıkla görülebilen bir yere asmaksa, bu olgunun zarif bir bölümü...

25 Şubat 2011 Cuma

Kapı çalar...






Kapı çalar...

Sabahın erken saatlerinde. Açarsınız. Sütçünüzdür gelen. Sütçünün litreliğinden kabınıza dökülen beyazlıkta sabahın güzelliğine kavuşursunuz. Gözünüzde pırıl pırıl bir sabah kahvaltısı canlanır. İçinizden "Bugün kahvaltıyı bahçede yapalım" diye geçirirsiniz.

Kapı çalar...

Gelen postacıdır. Kucağında büyükçe bir paket. Uzattığı kağıda imza atarsınız. Daha önceden ısmarladığınız kitaplara kavuşmanın sevincini yaşarsınız. Zaten tatilde olduğunuzdan bu kitaplara çok ihtiyacınız vardır. "Artık canim sıkılmayacak " deyip keyiflenirsiniz. En çok merak ettiğinizi alıp şezlonga uzanırsınız.

Kapı çalar...

Kapıya koşarsınız. Yıllardır görmediğiniz bir dost gelmiştir. Sevinirsiniz. Sohbetleriniz saatler boyu hatta bütün gün sürer. "Yaşamak ne güzel" dersiniz içinizden. Hele böyle dostlar varken.

Kapı çalar...

Dürbünden bakarsınız. Kimseyi göremezsiniz. Dönüp yeniden koltuğa gömülürsünüz. Bir daha çalar. Bakarsınız, yine kimse yok. Tam o sırada bir daha çalınca kapıyı açarsınız. Komşunuzun oğlu, elindeki sopayla zile uzanmakta. Meğer tuzları bitmiş. İçeriden tuz getirirken kendi kendinize söylenirsiniz. "Elbette göremem. Keratanın boyu bir metre." Bu küçük hadise neşelendiriverir ortalığı.

Kapı çalar...

Düşüp bayılacak kadar şaşırırsınız. Askerdeki oğlunuz haber vermeden izne çıkmıştır. "Oğlum benim" diye hasretle kucaklarken göz yaşlarınızı zaptedemezsiniz. Mutluluğunuz oğlunuzun izni kadar uzar...

Kapının her çalışında sanki mutluluğa koşmaktasınız. Huzur tüter gözlerinizden. Her sessizlikte kulaklarınız zil sesi arar...

Ve kapı çalmaz...

O gün en büyük misafiriniz gelir. Adeta kapıyı kırmıştır. Alıp gider sizi, şaşırırsınız. "Niye haber vermedi?" diye içinizden geçirirken; "Doğduğundan beri zile basmaktayım" der.
Bir şeyler söylemek istersiniz o an. Ama o andan sonra diliniz dönmez.

Ölüm sessiz sedasız gelivermiştir...



Can Dündar

24 Şubat 2011 Perşembe

Fark Edilmez Demeyin






Bir zamanlar, komşu iki ülke amansız bir rekabete tutuşmuştu. Ülkelerden birinin halkı, karşı tarafa kendi ülkelerinin zenginliğini kesin bir şekilde göstermek istiyordu.

Kolay, ama etkileyici bir şey yapılmalıydı; bunun için şehrin ortasına büyük bir havuz yapılmasina karar verildi. Gece herkes bir kova süt getirecek ve bu havuza dökecekti. Herkese bu fikir cazip gelmişti. Herkes, kararlaştırılan gece götürdüğünü havuza boşalttı.

Ne var ki, sabah olduğunda, ortada içi süt ile değil, dupduru su ile dolmuş bir havuz vardi. Çünkü herkes, ayni sekilde düsünmüstü:
Bu kadar insan içinde yalnız ben, süt yerine bir kova su döksem ne fark eder ki? Kim fark eder ki ?

Bilge, kitabinda bu olayı anlattiğı sayfaya kendi notunu da düşmüştü :

Hayatın içinde, "fark etmez" veya "fark edilmez" denilen hiçbir şey yoktur.

Popüler Yayınlar