28 Ocak 2011 Cuma

YALANLARIMIZ VE YALNIZLIKLARIMIZ





İçimiz zayıflıklarla dolu olsa da hep güçlüyü oynarız İtiraflarımız, özellikle de kendi kendimize olan itiraflarımız en büyük zayıflıklarımızmış gibi gelir Duygularımızı dışa vurmak için yanıp tutuşsak ta ona "Seni seviyorum" dememek için bin dereden su getirir, kendi kendimize "Onu seviyorum" dememek için içimizden binlerce yalan söyleriz Gerçek duygularımızı ifade edememenin sıkıntısı bizi boğsa da ona "Senden nefret ediyorum" diyemediğimiz için ikiyüzlülük yapar, kendi kendimize "Ondan nefret ediyorum" diyemediğimiz için içimizden ikiyüzlülüğümüzü kendimize mazur gösterecek bin türlü bahane uydururuz

Neden en büyük düşüşlerimizi kendimizi en güçlü hissettiğimiz zamanlarımızda yaşarız ? Çünkü, güçlülük oyunlarımıza en çok kendini kaptıran da, içinde bulunduğumuz gerçeği en çabuk unutan da gene biz oluruzKendi yalanlarımıza en çok kendimiz inanır, onları ölesiye savunuruz Giderek yalanlarımız kalelerimiz haline gelirO kalelerin arkasında kendimizi memnun ve mutlu sanırız

Alışkanlıklarımızsa kalelerimizi sağlamlaştıran en büyük yalanlarımız olur Sevmesek de, beğenmesek de yanlış olduklarını bilsek de hiç bir konuda gösteremediğimiz kararlılığı, alışkanlıklarımızı terketmemek konusunda gösteririz Çünkü ardından gelebilecek olandan, gelebilecek olanın belirsizliğinden, hayatımızı altüst etmesinden, içinde bulunduğumuz karanlıktan daha beter karanlıklara itilmekten, sıfırdan başlamaktan, pişman olmaktan, önceki durumumuzu özleyip bir daha asla geri dönememekten korkarız İçinde bulunduğumuz, içimizde bulunan karanlıklara ve bunalımlara bile öylesine alışırız ki kendimizi biraz iyi hissedecek olsak "Bir şeyler yanlış gidiyor, bu mutluluk gerçek olamaz" duygusuna kapılmaktan kendimizi alamayız

Birileri kalemizin kapılarını biraz zorlasa korkarız herşeyi yitirmekten ve açmamakta direniriz Kapımızı çalanları tanımazdan geliriz Gelenin beklediğimiz kişi olabileceği aklımıza bile gelmez çünkü kendi yalanlarımız kendi gözlerimizi köreltmiştir Bu yüzden de o çok sağlam(!) kalelerimiz ardına kendimizi hapseder, kapılarımızı kapatır kendi yalan ve mutluluk oyunlarımızla memnun yaşamımızı sürdürürüz Çünkü "mutsuz olduğunu düşünemeyen insan mutludur" der ve o insana imreniriz bir yanımızla

Ve işte tam bu sıralarda, kendimizden emin ve yalancı mutluluğumuzla barış içindeyken beklemediğimiz, hesaplayamadığımız bir rüzgar çıkar, beklemediğimiz bir yönden ve hiç hesaplamadığımız bir hızda eser, o sağlam yalanlarla ördüğümüz kalemizin surlarını, kulelerini teker teker gözümüzün önünde yıkar, yerle bir ederBiri çıkmış, siz tam içeri girip kalenizin kapısını ardınızdan kapatırken, o hiç kimselere açmadığınız kapının arasına ayağını koymuştur Siz de aslında bilinçaltındaki beklentilerinize çok uyan bu durum karşısında direnememiş ve kapınızı açmışsınızdır O, sizi kalenizde zırhınızdan soyunmuş bir durumda yakalamış, ve zamanla tüm zayıflık ve duygusallıklarınıza, itiraflarınıza, oyunsuz, yalansız dolansız doğal halinize el koymuştur

İlk düşüşümüzü bu anda yaşarız, ardından da diğerleri gelir Onca sağlam olduğunu düşündüğümüz kalemiz içerden fethedilmiş, onca savunma önlemlerimize karşın savaşmadan teslim alınmıştır Önceleri aldatılmışlık duygusu içimizi yakar kavurur Kendi yalanlarımızı görmeye başlarız Yalnızlık yeminleriniz yalandır Yalnızlığınıza alışmış olduğunuz yalandır "Artık sevmeyeceğim" leriniz yalandır "Bir daha asla aşık olmam!" larınız yalandır"Geçen seferki son hatamdı!" nız yalandır "Bir daha kimse bana bunları yaşatamaz!" larınız yalandır Bunları düşündükçe içinizi pişmanlıklar doldurur Hem kendinize verdiğiniz onca sözün hepsini teker teker ya da bir anda nasıl da geçersiz kıldığınızı farketmenin, hem de kendinizi de bunca yalana inandırmanın pişmanlığı sarar her yanınızı

Öte yandan, fethedilmekten hoşlanmışızdır bir yanımızla da ve yavaş yavaş kendimizi yeni duruma alıştırmaya başlarız Bazan yavaş bazen hızlı, ama işte değişmeye başlamışızdır bir şekilde Değişimin o karşı durulmaz gücü sizi de önüne katıp götürmeye başlamıştır çoktan Siz ya da O farketmese de Alışkanlıklarımızı yavaş yavaş değiştirmeye, hatta onların bazılarını tümden terketmeye, sivri yanlarımızı törpülemeye başlar hatta bunlardan hoşlanmaya başladığımızı da farkederiz ama hala itiraflardan korkarız Hem ona hem de kendimize Acı vereceğini düşünür ve bunu hissettiklerimizi hala ne kendimize ne de karşımızdakine belli etmemeye çalışırız

Düşüşlerimizin bazıları bu arada gelmeye başlar Kendimizle, kendimizdeki değişimlerle o kadar meşgul bir durumdayızdır ki karşımızdaki kişinin ne durumda olduğunun, sabrının taşmaya başladığının, ilgisizlik ve umarsızlıklara sürüklendiğinin farkına bile varmayız Geçen zaman içinde yabancılaşmaya ve değişik tavırlar sergilemeye başlamıştır Başlangıçta sizi asla kırmayacak gibi görünen kişi sanki o değildir de sizi kırmak için eline geçen her fırsatı kullanan, komplolar hazırlayan bir insan bulursunuz karşınızda ya da böyle algılarsınız tavırlarını Onda da geri dönülmez değişimler başlamıştır çoktan ama siz bunları henüz görmeye ama iş işten geçtikten sonra görmeye başlarsınız Tam da sizin artık değişimlerinizi ona ve kendinize itiraf edebilecek cesarete sahip olmaya başladığınızda bunlar olmaktadır ama bu noktada son düşüşünüzü yaşarsınız

O çoktan gitmiştir Ve siz zırhsız, kabuksuz, korunmasız orada öylece kalakalırsınız Ya kendinize yeni bir kale örmek ya da bir zamanlar bırakıp gittiğiniz, kalenizin dışındaki o dünyada bir daha, bir dahadenemeler yapmak zorundasınızdır Ama her durumda o kötücül kehanetlerinizden bazıları doğru çıkmıştır Hayatınız alt üst olmuştur Sıfırdan başlamanız, alışkanlıklarınızı yeniden belirlemeniz gerekmektedir Hayatınızda bir daha hiçbirşey ona rastlamadan önceki gibi olmayacaktır

"Gelecek, temiz ve aydınlık bir yaz sabahı gibi aydınlık başlamayacak, aksine geçmişle lekelenmiş bir halde başlayacaktır"

25 Ocak 2011 Salı

AHBAPLIK





Kuzey Carolina’ da bir eyalet oto yolunun kenarına çekilmiş siyah bir Limuzin, içinde büyük bir patron olduğu, görünüşünden anlaşılan bir kişi ve dışarıda motor kaputu açılmış Limuzin’ in motorunu bilinçsizce bakan, çaresizlikten yüzü kıpkırmızı olmuş, üniformalı başı kasketli bir şoför…

Arkadan çok eski model A tipi Ford bir otomobille gelen çiftçi kılıklı bir adam otomobilinden iner, “Hayrola ahbap halledemediğin bir şey mi var” diyerek Limuzin’ e yaklaşır; bakar ki bu kendisininki gibi değil. Pek işin içinden çıkamayacağını anlayarak “Benim Ford’ la senin arabanı kasabaya kadar çekeyim. Biliyorsun ya Ford gibisi yoktur. Zaten kasaba bir sigara içimlik yerdir.” der. Adamın bir sigara içimlik dediği yer 15-20 km’ lik uzaklıktadır.
Limuzin’ i kasabanın tamircisinin önüne çeker ve “Haydi ahbap bana izin verin, gidip şu mektupları dağıtayım” der. Adam hem çiftlikle uğraşıyor, hem de kasabanın posta idaresinde çiftliklere mektup dağıtarak kendisine ek bir kazanç sağlıyor.

Limuzin’ deki şoför otomobilden iner ve patronun verdiği çeki adama uzatır. Fakat adam çeke bakmadan eliyle iter ve “Şu üç günlük dünyada bir ahbap, bir ahbaba yardım etmezse bu dünyanın hali ne olur?” der ve yürüyüp gider. Limuzin’ deki patron hafifçe kızarır fakat sesini çıkartmaz.

Arada bir süre geçer, çiftçi bir gün evine döndüğünde yolun kenarına park edilmiş son model bir otomobil görür ve kimin geldiğini görmek için otomobile yaklaşır. Otomobil boştur, yalnız direksiyona iliştirilmiş üzerinde kendi adı yazılmış bir kart vardır. Kartta: “Ahbap, duydum ki Ford araban tamir edilemeyecek durumdaymış. Bu arabayı sana armağan olarak yolladım. Şu üç günlük dünyada bir ahbap, bir ahbaba yardım etmese bu dünyanın hali ne olur? Henry FORD "

23 Ocak 2011 Pazar

Gözlerdeki İyilik ve Sevecenlik






Yıllar öncesi Kuzey Virginia'da çok soğuk bir kış akşamıydı. Yaşlı adam
nehrin karşı kıyısına geçmek için beklerken sakalı soğuktan buz tutmuştu.
O kadar uzun bir süre bekledi ki, artık bedeni adeta hissizleşti kuzey
rüzgarının etkisiyle.
Sonra uzaktan gelen hafif bir ses duydu buz tutmuş yolda. Atların ritmik
ayak sesleriydi işittiği. İlk atlının geçişini izledi, dikkatlerini çekmek
için hiçbir çaba göstermeden. Sonra başka bir atlı geçti, bir tane daha.
Sonunda, en son atlı yaşlı adamın buzdan bir heykel gibi duran bedeninin
yakınında durdurdu atını.
Atlı yaklaşırken yaşlı adam atlıyla göz göze geldi ve ona
"Bayım, bu yaşlı adamı nehrin öbür yakasına geçirir misiniz? Yürüyerek
geçmem olanaksız görünüyor" dedi.
Atının dizginlerini çekip, durduran atlı, "Elbette" dedi. "Atla". Yaşlı
adamın yarı donmuş bedenini hareket ettiremediğini fark eden atlı, atından
yere atladı ve yaşlı adamın ata binmesine yardımcı oldu, onu nehrin karşı
kıyısına geçirmekle kalmayıp, birkaç mil ilerideki evine kadar götürdü.
Küçük kulübeye yaklaşırlarken atlı merakını yenemeyip sordu: "Bayım,
durdurmak için hiçbir çaba göstermeden diğer atlıların geçip gitmelerini
izlediniz. Neden böyle soğuk bir kış gecesinde en son atlıdan yardım
istediniz? Ya sizi reddedip orada bıraksaydım?" Yaşlı adam eğilip, önünde
oturmakta olan atlının gözlerinin içine baktı ve "Uzun süredir bu civarda
yaşıyorum ve insanları çok iyi tanıdığıma inanıyorum" dedi ve sözlerini
sürdürdü:
"Diğer atlıların da gözlerinin içine baktım ve benim durumumun onları hiç
ilgilendirmediğini anladım. Onlardan yardım istememin hiçbir yararı
olmayacaktı. Ama senin gözlerine baktığım zaman, gözlerindeki sevecenliği
ve iyilikseverliği anladım"
Bu sıcak yorumlar atlıyı çok derinden etkiledi. "Söylediklerinden çok
etkilendim" dedi yaşlı adama, "Bundan sonra başkalarının ihtiyaçlarına
karşı hep iyilik ve sevecenlikle yaklaşacağıma söz veriyorum"
Sonra Thomas Jefferson* atının başını çevirdi ve Beyaz Saray'a doğru yol
almaya başladı.

*A.B.D.'nin 3.Başkanı

22 Ocak 2011 Cumartesi

Denemeler 4 (Şems-i Tebrizi İle Sohbet)




- “İşte aşk böyle bir şeydir. Başkalarının göremediğini gören gözler fark edebilir sadece.” Dedin. Peki neden aşıklar hep acı çeker. Her aşkta acı olmak zorunda mı? İnsan acı çekmeden, mutlu bir aşk yaşayamaz mı?
-Bak bu güzel soru. Bir gün Hüdavendigar, arkadaşları ile sohbetteydi. Ben de kenarda onları dinliyordum. Aralarında geçen aşkla ilgili bir sohbeti anlatayım, belki aradığın cevabı bulursun.
Şirazi “Aşka uçma, kanatların yanar”
Hüdavendihar “Aşk’a uçmazsan kanat neye yarar”
Yunus “Aşk’a vardıktan sonra kanadı kim arar”

- Cevabın çok ince ve güzeldi Şems. Sanırım ne demek istediğini anladım.
- Hadi acıyı anladım, ama şu ayrılığa ne demeli. Her aşkta ayrılık olmak zorunda mı?
- Ayrılık aşkın diyetidir. Hiçbir şeye bir bedel ödemeden sahip olamazsın. Sahip olursan da ne kıymeti olur ne de sen o kıymetini bilirsin. Haklısın, ayrılık çok zor. Ama Aşk’ta çok güzel. Böyle bir güzellik için bu bedeli ödemek gerek. Bu bedele katlananlar aşka ulaşabilir. Ayrılığın benim için kolay olduğunu mu sanıyorsun. Ayrılık vakti geldiğinde elimde olsa zamanı durdururdum. Onunla son kez görüştüğümüz o odadan hiç çıkmaz, bir ömür orada kalabilirdim. Ama bunun imkansız olduğunu biliyordum. Aşka varmıştım ve kanatlara ihtiyacım kalmamıştı. Hüdavendigar’a “Veda vakti”nin geldiğini söylediğimde gözlerinden iki damla yaş süzülüp yanaklarına doğru indi. “Neden” diye sordu gözlerime çaresizce bakarak. Nedenini ona söyleyemedim. Az sonra o kapıdan çıkacak ve bile bile ölüme gidecektim. Ama bunu O’na söyleyemezdim. “Nedenini sorma, böyle olması gerekiyormuş” dedim.
- O ne dedi, ne yaptı.
- “ Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme
Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme
Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme
Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme
Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme
Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme
Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme
Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme
Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme
Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme…
Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mahvediyorsun etme
Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme
İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme!!” dedi. Arkamı döndüm, odadan çıktım. Son bir kez bakamadım yüzüne.
- Bunun aynısını ben de yaşadım, biliyorsun değil mi?
- Biliyorum. Sen de bir çare bulamamıştın. Unutma ki “Kader, hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten, “ne yapalım kaderimiz böyle” deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin, ne de hayat karşısında çaresizsin.”
- Yani? Başka bir çaresi olabilirdi mi diyorsun?
- Hayır hayır. Diyorum ki “ Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. “Aman sakın kendini” diye tembihler. Hâlbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği : “Bırak kendini, ko gitsin!” Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Hâlbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!”. Sen de en azından bundan sonra “bırak kendini ko gitsin”...

20 Ocak 2011 Perşembe

AYRILIĞI SEÇTİN Mİ?





‎"Ayrılığı seçtin mi her şeyi götüreceksin yanında. Geriye hiç bir şey kalmayacak. Söylenmemiş sözler kalmamalı bıraktığın yerde..
Ki ben en çok onları duydum... Gittin mi adamakıllı gideceksin. Hiç bir özlem kalmamalı dönüşleri emziren... Demem o ki, döneceksin gibi gitmeyeceksin. Büyük git gideceksen,uçsuz bucaksız,dursuz duraksız ...git... Telefonun numaraları sesime düşmemeli, yolların yoluma değmemeli... Hiç bir anıya, hiç bir dizeye, hiç bir şarkıya yenilmemeli ayrılık. Şiirler okununca unutulmalı, hasret dokununca uyutulmalı... Gece inmişken ayak parmaklarına kadar yahut gün doğarken, yatağının diğer yastığındaki boşluk tecavüz ederken gözlerine, ne bileyim tek başına yiyeceğin sofrana iki kişilik servis açtığında susacaksın, duracaksın... Gitmenin hakkını vereceksin... Ayrılık gurur duymalı seninle. Gidersen, sözün ayaklarına geçiyorsa, ayakların yakınımdan geçmeyecek... Ayrılığı seçtin mi büyük olacak ayrılık!
Ayrılığı seçtin mi?.."

18 Ocak 2011 Salı

SUSARIZ





Susarız…

Konuşulan konuyu boş, basit ve anlamsız buluyoruzdur, konuşmayı da gereksiz ve anlamsız buluruz…

Susarız…

Konuşulanlar öyle abes ve mantık dışıdır ki sadece hayretle dinler ve sessiz bir tepkiyle belli ederiz duruşumuzu…

Susarız…

Sessiz bir onaydır susuşumuz…Biraz utangaçlık belki ama içten bir katılıştır söylenenlere…

Susarız…

Sessiz bir bekleyiş olur susmak…Ya kendimizin yada karşımızdakinin ortak değerleri yeniden gözden geçirmesine tanınmış bir fırsattır sessizliğimiz…Yada birinin bizi fark etmesi, doğru algılayabilmesi için tanınmış bir süre… Susan için endişe ve olasılık hesapları arasındaki gel git lerle biraz da huzursuz bir bekleyiştir susmak…

Susarız…

Dile getirilmeyen bir öfkedir bazen suskunluğumuz… Öylesine yaralanmışızdır ki yaralamak isteriz, yüreğini acıtmak ve kanatmak…Ve biliriz ki hiçbir söz acıtamaz, yaralayamaz ve kanatamaz kimseyi bir suskunluk kadar…Ve susmak en acımasız, öldürücü silahtır bazen…

Susarız…

Hassas ve kırılgan bir tepkidir…Küçücük bir hatırlatmadır belki…Fark edilmesi ve onarılması incelik ister…Ya yeniden bir kazanıştır yada aleyhte bir delil olarak kalır karşımızdaki için…

Susarız…

Bir ilişkide negatiflerin gözümüze batmaya başladığı, karşımızdakine ait aleyhte deliller dosyasının kabarmaya başladığı ve hatta dosyayı masanızdan kaldırmaya gerek duymaz olduğunuz bir noktadasınızdır…Bir duruş, bir soluklanmadır susmak…Ortak geçmişin değerlendirilmesi ve geleceğin muhasebesidir…Durup yeniden, şimdi bulunduğunuz noktadan bir daha bakmak istersiniz yaşananlara ve eldekilerle geleceğe gitmenin ne kadar mümkün olduğuna…Bir içe kaçış ve söylenemeyenlerin biriktirilmeye başladığı yerdir susmak…

Susarız…

Ayağımız yerden kesilmiş, bulutların üstündeyizdir ve çiçek çiçek bahardır yüreğimiz…Sevdiğimizl e yan yana ve can cana yızdır…Öyle bir ruhsal bütünleşmedir ki hiçbir söz tanımlamaya yeterli gelmez hissedilenleri ve susarız…Sadece yüreklerin ve gözlerin konuştuğu yerdir suskunluğumuz…

Susarız…

İletişimin tıkandığı yerdeyizdir , hiçbir iletinin bize yeterli gelmediği ve hiçbir iletimizin doğru algılanmadığı…Yanlışl ıklar, yanılgılar ve kim bilir belki de gerçeklerdir bir fırtınaya tutulmuşçasına savrulup duran…Sözler yerini sessizliğe bırakmaya başlar ve siyah, tek nokta konur cümlelerin sonuna…Zamanla cümlelerimizin sonuna konan o tek ve siyah nokta büyüyerek bir kara deliğe dönüşmeye başlar…Güven ve sevginin içten içe çürümeye başladığı yerdir ve gitmek zamanının ertelenmiş halidir susmak…

Susarız…

Kabul edilmiş bir hata yada suçtur susuşumuz ve söylenecek her söz kaybetme riskidir…Korku eşlik eder suskunluğumuza…

Susarız…

Bir gidişi kabullenmektir susmak, yerinde ve zamanında olduğunun ayırdımında olduğumuz bir gidişin…

Susarız…

Hayata karşı bir susuştur bu kez yaşanan…Bizi can evimizden vuran bir kayıp, yaşanan büyük bir acı, ölesiye bir çaresizliktir yaşadığımız…Söylenece k hiçbir sözümüzün adrese teslim olmayacağından emin olduğumuz, bütün sözcüklerin anlamını yitirdiği bir yerdeyizdir…Hayatın bize bir şey katamadığı ve bizim de hayata bir şey katmak için anlamımızı kaybettiğimiz bir yer…Belki de boş gözlerle, algılamadan bir seyirdir hayat o noktada ve belki de amacı ve beklentisi olmayan, bir mesaj kaygısı taşımayan ve hedefi olmayan tek susuştur yaşadığımız…

Susmak; eylemsiz ve durağan bir edim gibi görünse de her susku bir şey anlatır yine de ve her suskunun bir nedeni vardır ve her susku içinde pek çok sesi hapseden sessiz bir eylemdir…

17 Ocak 2011 Pazartesi

YETER Kİ KALBİ KIRILMASIN





Bir hükümdarın pek çok cariyeleri vardı. İçlerinde pek güzel dilberler bulunmasına rağmen, siyah bir cariyeye daha fazla alaka ve sevgi gösterirdi. Diğerlerinin bunu çekemediğini fark eden padişah, bir gün kendilerine üzeri mücevheratla süslü birer kristal bardak vermişti. Manevi değeri yanında maddi kıymeti de pek yüksek olan bu bardakları ellerinde tutan cariyeler, hayranlıkla bakarlarken padişah:
- Herkes elindeki bardağı yere vurup kırsın, demişti. Güzel cariyeler hediyelerini sinelerine bastırarak:
- Efendimizin bu kadar değerli bir hediyesini nasıl kırabiliriz! dediler. Siyah cariye ise padişahın emrini, hiç tereddüt etmeden ve vakit kaybetmeden derhal yerine getirdi. Bardak yere çarpılmış ve param parça olmuştu. Padişah siyah cariyeye hitaben:
- Diğer cariyelerim bu kadar kıymetli bardağı kıramadıkları halde sen neden kırdın? dedi. Siyah cariyenin verdiği cevap ise çok takdire şayandı:
- Bana efendimin kalbi lazım, kadehin ne kıymeti olabilir. Yeter ki onun kalbi kırılmasın!
Hükümdar, bu cevabın içerisinde diğerlerine gereken dersi vermiş bulunuyordu.

12 Ocak 2011 Çarşamba

NEREDESİNİZ






‎"Tıp fakültesini yeni bitirmiş,
pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım yere,
Konya'ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim.
Gençtim, bekârdım.

Küçük bir beldeydi gittiğim yer.
İlk gece bir eve misafir olmuştum.
Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi.

Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş,
sohbetler edilmişti.
Üzerimde yol yorgunluğu,
geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı.

Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu.
Ev sahibine bir şey de diyemiyordum.

Bir müddet daha geçti;
yine bir hareket yoktu.
Evin büyüğü olan Hacıanneye sıkılarak:
"Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor?" dedim.
Hacıanne:
"Evlâdım treni bekliyoruz.

Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz" dedi.

Merak ettim,
tekrar sordum:
"Trenden sizin bir yakınınız mı inecek ?"

Hacıanne:
"Hayır evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok.

Ancak burası uzak bir yer.
Trenden buraların yabancısı birileri inebilir.
Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa,
sokakta kalır.

Buraların yabancısı biri geldiğinde,
"ışığı yanan bir ev
bulsun diye bekliyoruz."

Konya Ovası'nda, ya da
bir başka yerinde Türkiye'nin,
trenden inen yabancılar için
"Işığı yanan evler
yerinde hâlâ duruyor mudur?

Yabancılar, yorgun bedenlerini yün yataklarda dinlendirmeye devam ediyorlar mı?

Aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakan kadınlar yaşıyorlar mı?

Kuşlara yuva yapan mimarlar sahi şimdi neredeler?

Bu güzel insanlar, atlarına binip gitmişler.

Bizler,
atlarına binip giden güzel insanlara sahip
bir medeniyetin yetimleriyiz.

Çekip gidenlerin doldurulmamış boşluklarında savrulup duran yoksullarız.
Şâir öyle diyordu:
"Güzel insanlar, güzel atlara binip gittiler."


Şimdi bu güzel insanlar, neden ve nasıl atlarına binip gittiler?
Onları ne yıldırdı da bir daha dönmemek üzere, sessiz sedasız gittiler?

Ey güzel yurdumun güzel insanları!
Neredesiniz?

PROF.DR. SAFFET SOLAK

11 Ocak 2011 Salı

ANTİKACI





Genç adam, antika merakı sebebiyle Anadolu’nun en ücra köşelerini dolaşıyor ve gözüne kestirdiği malları yok pahasına satın alarak yolunu buluyordu. Kış kıyamet demeden sürdürdüğü seyahatler sırasında başına gelmeyen kalmamış gibiydi. Fakat bu seferki hepsinden farklı görünüyordu. Yolları kapatan kar yüzünden arabasını terk etmiş ve yoğun tipi altında donmak üzereyken, bir ihtiyar tarafından bulunup onun kulübesine davet edilmişti.

Yaşlı adam, antikacının yürümesine yardım ederken:

— Günlerdir hasta olduğumdan, odun kesmek için ilk defa dışarıya çıktım, dedi. Meğer seni bulmak için iyileşmişim.

Diz boyuna varan karla boğuşup kulübeye geldiklerinde, antikacının beyaz göre göre donuklaşan gözleri fal taşı gibi açıldı. Odanın orta yerindeki kuzinenin etrafını saran üç-dört iskemle, onun şimdiye kadar gördüğü en güzel antikalar olmalıydı. Saatlerdir kar içinde kalan vücudu bir anda ısınmış, buzları bir türlü çözülmeyen patlıcan moru suratını ateşler kaplamıştı.

Yaşlı adam, misafirini yatırmak için acele ediyordu. Ona birkaç lokma ikram edip sedirdeki yatağını hazırlarken:

— Odun olmadığı için soba yakamadım evlâdım, dedi. Ama bu yorganlar seni ısıtacaktır.

Ev sahibi, yıllar önce vefat eden eşiyle paylaştıkları odaya geçerken, antikacı da tiftikten örülen battaniyelerin arasına gömüldü. Ancak bütün yorgunluğuna rağmen bir türlü uyuyamıyordu. Ertesi gün gitmeden önce ne yapıp yapıp o iskemleleri almalı, bunun için de iyi bir senaryo uydurmalıydı. Meselâ, hayatını kurtarmasına karşılık ihtiyara birkaç koltuk satın alabilir ve eskimiş olduğu bahanesiyle dışarıya çıkarttığı iskemleleri, çaktırmadan minibüsün arkasına atabilirdi. Hatta onları kaptığı gibi kaçmak bile mümkündü. Yürümeye dahi mecali olmayan ihtiyar, sanki onun peşinden koşacak mıydı?

Genç adam, kafasındaki fikirleri olgunlaştırmaya çalışırken dalıp dalıp gidiyor ve rüzgârın sesiyle uyandığı zamanlar, kaldığı yerden devam ediyordu. Bu arada yaşlı adamın sabah namazına kalktığını fark etmiş, hatta hayâl meyâl olsa bile bir şeyler parçaladığını duymuştu. Gözlerini açtığında, onun kuzine üzerinde yemek pişirdiğini gördü ve yattığı yerden etrafına bakınırken, birden iskemleleri hatırladı.

Hafifçe doğrulup çevresine baktı: Aman Allahım..! Antikalardan hiçbiri ortada yoktu.

İhtiyar kurt, herhalde plânını hissetmiş ve belki de uykudaki konuşmasını duyarak onları emin bir yere kaldırmıştı.

Sakin görünmeye çalışarak:

— İliğim kemiğim ısınmış, dedi. Çorbanız da güzel koktu doğrusu. Ama akşamki iskemleleri göremiyorum.

Yaşlı adam, odanın köşesine yığdığı iskemle parçalarından birini daha sobaya atarken:

— İskemle dediğin, dünya malı be evlâdım, dedi. Biz misafirimizi üşütür müyüz?

10 Ocak 2011 Pazartesi

Keşkeleri Çıkardım Hayatımdan






Keşkeleri çıkardım hayatımdan
eyvallahlar bana göre değil artık
bana göre değil pişmanlıklar
keşkeleri çıkardım hayatımdan.
ben seni unuturum sevdiğim
ela gözlerini bir bardak rakıya gömerim
anıları içime
yıllar önce bir temmuz gecesinde
zamansız bir yağmur altında başlayan
o zamansız aşkımızı unuturum
ben seni unuturum sevdiğim
zaten hayat bir yalan.
gece ağır ağır sırtını vermekte sabaha
üzerimde eskiden kalma bir sevdanın yorgunluğu
yüreğimin kara kaplı defterinde
sararmış sayfaların arasında
bir adamın yıllar arkasında kalmış
suskunluğu var
ve küskünlüğü hayata
o ki kapanmış bir kapı umutlarıma
çaresizliğe bir geçit
durma hadi gözlerimden de çekip git
çek git gecelerimden
bir daha girme düşlerime
kanıma girme artık
yeter git.
kimseler bilmez geceden başka yine yalnızım
sokaklar dolusu insan içinde
bir ben bir ben yalnızım.
gece ağır ağır sırtını vermekte sabaha
ne fırtınalar kopar yine içimde
bu sevda yakar yüreğimi
yıkar derinden
susar içimdeki ağıtlar
geceler inadına susar
ben susarım.
an gelir
zamanlar dolusu ağlarım
ağlarım çocuk gibi
ihanet karası gecelerde
kıvrandırır bir sancı
kahpe bir kurşun gibi
arkadan vurur yalnızlık
sabahlara kadar ağlarım
ağlarım ölesiye.
neden içi karanlıktı bu kadar gecelerin
neden geceler umut taşımaz sabaha
ve neden ağlatır beni bu uzun yolculuklar
yeter artık yeter
buraya kadar
keşkeleri çıkardım hayatımdan
eyvallahlar bana göre değil
bana göre değil yerli yersiz ağlamak
madem ki bir kez yaşanıyor bu hayat
kılıcımı çektim kınından
kuşandım cesareti
ve bitirdim esareti
gömdüm denizlere.
keşkeleri çıkardım hayatımdan
eyvallahlar bana göre değil artık
anladım ki insan her an sevebilir
mevsimsiz açan bir çiçek gibi
dirilir yeniden
keşkeleri çıkardım hayatımdan.
geleceksen bugün gel
yarın çok geç olabilir.

Şebnem Kısaparmak


DOST





Terentius, "Onunla her şeyi paylaşmak zevkinden mahrum kalınca, hiçbir zevki tatmamaya karar verdim" demiş, yitirdiği bir dostunun ardından.

Nasıl bir insandan bahseder Terentius?

Karşısında zavallı gibi görünmekten korkmadığımız, bizi değiştirmeye değil zenginleştirmeye çalışan, yargılayan değil, kendimizi sorgulamamıza yardımcı olan biri midir yitirilen? Sabahın 3'ünde çaldığımız kapısını açtığında, tek kelime etmeden kollarına atılıp ağlayabileceğimiz bir insan mıdır? Terentius'un acısını bu şekilde dillendiren?

Nedenlerini merak etse de, göz yaşlarımızın dinmesini bekleyecek kadar anlayışlı, titrek sesimiz ve telaşlı cümlelerimizi sükunetle dinleyecek kadar sabırlı, acımızın bir kısmını kendine yük edinecek kadar cömert ve yürekli insanlar mıdır dost diye seçtiklerimiz?

Sadece sohbeti değil, sessizliği de sıkıcı olmayan; yalnızlığımızı unutmak için varlığı, eksikliğini hissetmemiz için yokluğu kafi gelen insanlara mı dostum deriz?

Başımıza gelen güzel bir şeyin coşkusu yüreğimize sığmadığında, saate aldırmayıp telefona sarıldığımız ve karşımızdaki uykulu sese "Kulaklarına inanamayacaksın!" diye bağırdığımızda, "Sabahı bekleyemez miydin?" demeyen biri midir gerçek bir dost?

Güzel bir film izlediğimizde, keşke O da olsaydı dediğimiz, okuduğumuz bir kitaptan bahsedebildigimiz ve en mahrem sırlarımızı anlattıktan sonra rahatça uykuya dalabildiğimiz bir sırdaş mıdır yoksa?

Konuşurken gözlerimizi kaçırmadığımız, kendimizi saklamadığımız ve yüzümüze en acı gerçekleri haykırırken bile darılmadığımız yalnızlığımız mıdır dost dediğimiz insanlar?

Ne bileyim, aynı fikirde olmasak da uzlaşabildiğimiz, köprüleri atmadan da tartışabildiğimiz, her savaştan birlikte ve biraz daha güçlenmiş bağlarla çıktığımız insanlar mıdır dost payesi verdiklerimiz?

Tanıdığımızı sanırken, daha keşfedilmeyi bekleyen nice el değmemiş duygular ve düşünceler taşıdığını gördüğümüz; sürekli bizi saşırtan kendimiz midir onlarda sevdiğimiz?

Aristo haklı mıdır; "Dostluk bir ruhun iki ayrı bedende yaşamasıdır" derken ve Terentius, başka bir bedende toprağa verdiği ruhunun yaşını mı tutmaktadır?

Paylaştığı her şeye ölüm de mi dahildir?

Acaba, neyi kaybedeceğini, dostu ölmeden önce fark etmiş midir?

Ya biz; her şeyi paylaşmanın, iddialı ve gerçek dışı geldiği günümüzde, sahip miyiz gerçek bir dosta?

Ya da adımızın önüne dost sıfatı koyan insanlar var mıdır hayatımızda?

Yoksa kendimizi sevmeyi başaramadığımızdan, şaşırıyor muyuz bizi sevdiğini söyleyen birinin varlığına, inanamıyor muyuz yanımızda kalmasına ve uzaklaştırıyor muyuz içten içe bizi sevmesini istediğimiz insanı kendimizden?

Ve bir gün, bir el daha kayıp gittiğinde avuçlarımızdan, kendi mezarımızın başında ağlayacağımızı biliyor muyuz?

İş işten geçmeden önce teşekkür edebiliyor muyuz sevdiğimize, hiç değilse bizi sevdiği için...
"Can DÜNDAR"

8 Ocak 2011 Cumartesi

'MIŞIM GİBİ DAVRAN BANA





Sayfanın başı"ymışım gibi davran bana...
ne bileyim özen benim için,hep en güzelini yazmak için çabala!...

"fazla bilet"mişim gibi davran bana...
ne bileyim,atla otobüsün birine,sor beni..ama bulama!bi sonraki duraktan al beni,ama hayır sakın atma.koy bi köşeye sakla olur mu?..yırtma!

"uzun zamandır açmadıgın bi musluk"muşum gibi davran bana...
kolayca açabileceğin zannet ama ilk deneyişinde açama.Ugraş biraz üzerimde,çabala!

"pi sayısı"ymışım gibi davran bana...
Kimseye sormadan 3 al beni mesela.vallahi sorun çıkarmam sana!...

"yeni boyanmış duvar" gibi davran bana...
Tamam belki yaslanma ama en azından arada sırada elle bari be,ne bileyim kokla!...

"sen yelkovan,ben akrep"mişim gibi davran bana...
Hep koş peşimden.Ama eninde sonunda yakala.Gel yanıma hatta,pilimiz bitsin,ordan hiç uzaklaşma...

"yeni aldıgın ayakkabın"mışım gibi davran bana..
Tut ellerinle her akşam,hiç ama hiç kapıda bırakma...

"ıslak bi sokak köpegi"ymişim gibi davran bana...
Ellerinle besle yemek ver,çeşitli oyunlar oyna.Ama sakın acıma!

"sayfanın sonu"ymuşum gibi davran bana...
Bitmiş gibi gözüksem de asla bitirme,gerekirse sil başımı,ama nolur yeniden başla..

"sen tom,ben jerry"mişim gibi davran bana...
eninde sonunda yakala.Tam agzına atacakken atma.Yeme beni sakın,kıyama!

"tabaktaki son patates kızartması" gibi davran bana...
Gözün hep bende olsun,kimseyle paylaşma!

"dersin son iki dakikası"ymışım gibi davran bana...
Degerimi dersin başında anla...

"boş bi bardak"mışım gibi davran bana...
dök içime her şeyini,hep dikkat et ama,beni kırma!

"kırık bi ayna"ymısım gibi davran bana...
ne bileyim,mutlaka bi yerimden bak hayata.En ufak parcamı bile itinayla sakla..

"odandaki ayna"ymışım gibi davran bana...
Hiç konuşma benimle.Yalnızca bak o siyah gözlerinle...Yalnızca bak bana'!...

"saçların"mışım gibi davran bana..
yıka beni,özen göster,ıslanınca hemen kurula...

"sen asit,ben turnusoL kagıdı"ymışım gibi davran bana...
ne bileyim gel istedigin zaman bir şeyler söyle,dök içini,Rengimi degiştir mesela,kızart beni hatta!

"sen sen,ben ben"mişim gibi davran bana.
Sen kaç hep,ben kovalıyım...Hem bu senin için de kolay olur,hiç yapmadıgın şey mi sanki...Kendin ol yeter,anlasana...

"sen güneş,bense lanet bir yagmur bulutu"ymuşum gibi davran bana...
Uğraş biraz,geç bir' önüme,bir' arkama,ama en sonunda...en sonunda...neyse "doğ dünyaya" diyecektim ama...

...sallaa...

7 Ocak 2011 Cuma

Denemeler 3 (Şems-i Tebrizi İle Sohbet)






- Bu çok ağır bir ceza değil mi Şems.
- Evet, biraz ağır ama “Hak yolunda ilerlemek yürek işidir,akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun,omzun üstünde ki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil!” Sen yüreğini dinlemedin. Cezasına katlanmak zorundasın.
- Anladım…
- Şunu hiç unutma. Her şeyin bir sebebi vardır ve hiçbir şey göründüğü değildir. Seninde, benimde bütün bunları yaşamamız gerektiği için yaşadık. Yaşadığımız hayatlar bizim elimizdeymiş gibi görünür ama çoğu zaman sen hayata değil hayat sana yön verir. Bazen birileri bu hayatın yön vermelerine daha fazla izin vermez ve işte o zaman dengeler değişir. Aydınlanma adına ilk adım atılmış olur. “Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım ? Diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün.Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa,yazık ! Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.” Sen bunları yaşamasaydın bugün burada seninle konuşuyor olmazdım. Herkes dışa önem veriyor. İçe, öze inen yok. Hüdavendigar’ın türbesine gelenlerin hepsi dışla ilgili kişilerdi. Türbenin duvarlarına, süslemelerine, seccadelere, kilimlere , el yazması dualara bakıyorlardı hep. Bir tek sen o ilk gelişinde, görünmeyeni görüyordun. Kimsenin bakmadığına bakıyordun.
Senin bugün buraya gelirken ne düşündüğünü de biliyorum. Sen kendini benim yerime koyarak benim yaşadıklarımı hayal ederek beni anlamayı, seçtin. Bugün kendini Şems gibi hissederek, Şems2in evinden Hüdavendigar’ın yanına hangi yoldan gittiğini, giderken neler yaptığını neler düşündüğünü hissetme umuduyla geldin. Sen gördüklerinle yetinmeyip neler hissettiklerimi de merak ediyordun. Hatta Mevlana ile neler konuştuğumuzu, onunlayken ne yiyip içtiğimizden tut neler giydiğime kadar kafanda canlandırmaya çalıştın. Sen sana gösterilenin arkasını görmeyi denedin.
- Bu benim elimde olmadan sürekli yaptığım bir şey. Aslında bu durumdan şikayetçiyim diyebilirim. Burçları bilir misin ya da hiç duydun mu bilmiyorum ama Ben Terazi burcuyum. Terazi iki taraflı dengedir ama terazi burcuna dengesiz burç derler. Hangisini seçeceğine karar veremez bir türlü. Terazinin hem sağını hem solunu dengelemek zorundasın. Sadece bir tarafına bakarsan diğer tarafın dengesi bozulur ve o baktığın taraftaki şeyde yok olur. Sürekli olarak iki tarafı da düşünmek ve dengelemeye çalışmak ise çok zor. Beynimin iki ayrı lobu iki ayrı motor gibi ve bir biri ile yarışırcasına çalışıyor. Bu durum beni çok yoruyor. İnsanlar spor yaparak ya da hareket yaparak ve beslenmelerine dikkat ederek zayıflamaya çalışıyorken ben çoğu gün bir kaç yüz metre yürümekten başka bir şey yapmadığım ve sürekli bir şeyler yediğim halde besinlerden aldığım enerjinin büyük bir kısmını bu işe harcıyorum.
Bu cefanın sefası fazlasıyla aldığını düşünüyorum. Dünyada gerçek aşkı tanımayan o kadar çok kişi var ki Sen bunları bilmiyorsun. Herkes kendini aşık zanneder. Herkesin aşkı en büyük aşktır kendince. Ama gerçek aşklar öyle sık sık olmaz. Gerçek aşkın değerini bilenlere tanınan bir ayrıcalıktır bu. Gördüğü bir güzele hemen aşık olup birkaç gün sonra da aşkı sönenlerle karıştırma bunu. Hani “Mecnun'a demişler, "-Yahu bu kadar övdüğün, senin Leyla'n pek güzel bir şey değilmiş!" Mecnun gülmüş..., "-Sen onu benim gözümle bir görebilsen!" demiş..” İşte aşk böyle bir şeydir. Başkalarının göremediğini gören gözler fark edebilir sadece.

4 Ocak 2011 Salı

Bir Hayatı Değiştiren An





Lisede birinci sınıf öğrencisiydim... Sınıf arkadaşlarımdan birini, okuldan eve dönerken, yolda gördüm. Adı Robert'ti. Bütün kitaplarını, eşofmanları, ayakkabılarını kucaklamış, evinin Yolunu tutmuştu. Kendi kendime, kitapları okuldaki dolapta bırakmayıp da Hepsinibirden evine götürdüğüne göre "Bu arkadaş herhalde 'inek' kelimesinin tanımı olsa gerek" diye dütündüm. Kendi hesabıma, hafta sonu mahalle arası yapacağımız futbol maçından Başka bir şey düşünmüyordum. Bu düşüncelerle yürürken bir baktım ki, karşıdan bir grup çocuk koşarak geliyor. Robert'e çarptılar, kucağındaki bütün kitapları düşürdüler, ardından Robert de tökezlenip sokağın çamurlu bir köşesine yığıldı. Gözlükleri gözünden fırlamış, biraz öteye düşmüştü. Kafasını kaldırdığında, gözlerindeki büyük üzüntü ifadesini fark ettim. İçim sızladı, koşup yardımına gittim. Gözlüklerini ararken Robert'in gözlerinin yaşarmış olduğunu gördüm. Gözlüklerini yerden alıp kendisine uzattım ve "Serseri bunlar, boşver" dedim. "Sağol" dedi ve yüzünde teşekkür dolu çok güzel bir gülümseme belirdi. Yerden kitaplarını topladık, ben nerede oturduğunu sordum. Bir de baktım ki komşuyuz...
"Nasıl olur da seni daha evvel görmedim" diye sorduğumda, özel koleje gittiğini sonradan bizim okula transfer olduğunu anlattı. Böylece Hayatımda ilk kez bir "Kolej çocuğu" ile tanışmış oldum.

Aslına bakacak olursanız eğlenceli biriydi, "Bizimle maç yapmaya gelir misin" teklifimi kabul etti. Hafta sonu beraber takıldık, sadece ben değil arkadaşlarım da onu Sevmeye başlamıştı. Pazartesi sabahı okula giderken onu yine kucağında dev bir kitap Yığınıyla gördüm. "Oğlum bunları taşıya taşıya kol adalesi yapacaksın" dediğimde güldü, bir kısmını bana verdi. Sonraki dört yıl içinde birbirimizin en iyi arkadaşı olduk.

Lise son sınıfta ise, üniversite düşünmeye başladık. Robert New York'a, ben Teksas'a gidecektim. Kilometreler bizi ayırsa da arkadaş kalacağımızı ikimiz de biliyorduk. O doktor olacaktı, ben de futbol bursuyla işletme okuyacaktım. Robert okul birincisiydi, kendisiyle her zaman "Sen de aslında az inek değilsin ha" diye dalgamı geçtim.

Mezuniyet gelip çattığında, okul yönetimi Robert'ten törende bir konuşma yapmasını istedi. Mezuniyet günü bizimki iki dirhem bir çekirdek salona geldi, Gözlükleriyle bile yakışıklı bir hali vardı. Kızlar bakıp duruyordu, için için Hafiften kıskanmadım desem yalan olur. Yanına gittim, az biraz heyecanlıydı, sırtına vurup "Sen bu işin de Hakkını en iyisinden verirsin, merak etme" dedim. "Sağol" dedi, gülümsedi.Kürsüye çıktı, kısa kesik küçük bir öksürük sonrası, konuşmaya başladı:

"Bu mezuniyet günü, bizler için, şu ana gelinceye kadar karşımıza Çıkan güçlükleri yenmemizde bize yardım eden insanlara teşekkür etme zamanıdır. Anne babalarımız, öğretmenlerimiz, takım koçları... Ama en çok arkadaşlarımız! Size burada, arkadaşlığın verebileceğiniz en önemli hediye olduğunu anlatmaya çalışacağım. Size bir hikaye anlatacağım... "

Tanıştığımız ilk günü anlatmaya başladığında hayretle yanımdakilerin Yüzüne baktım. Meğer o hafta sonu kendini öldürmeyi planlamış. Dolaplarını da sonradan annesi okula gidip kalan eşyaları almak zorunda kalmasın diye boşaltmış. Konuşurken bana bakti ve "Sagol, beni kurtardin. Arkadaşim, "beni şimdi telaffuz bile etmek istemedigim şeyi yapmaktan kurtardin" dedi. Okulun en çalışkan en beğenilen insanı, hayatının en zayıf anını anlatırken herkes soluğunu tutmuştu. Annesi ve babası bana bakıp şükranla gülümsediler. İşin bu kadar derin olduğunu asla bilmiyordum. Anlık olayların gücünü hiçbir zaman azımsamayın. Küçücük bir hareketle Bir insanın hayatını değiştirebiliyorsunuz... Daha iyiye veya daha kötüye doğru! Allah hepimize birbirimizin hayatını bir şekilde etkileyebilme gücü vermiş. Bu gücü iyilik için insanlara yönlendirin ve bu his kalbinizde hep taze Hep sıcak kalsın!

Bu Geçecek





Bir öğrenci meditasyon hocasına gider:
"Meditasyonum felaketti. Dikkatimi toplayamadım, ayaklarım ağrıdı, uykum geldi, korkunçtu!"
Hoca sakince yanıtlar:
"Bu geçecek!"
Bir hafta sonra öğrenci yeniden hocasına gelir ve şöyle söyler:
"Meditasyonum harikaydı! Kendimi çok farkında, çok barış dolu, çok canlı hissediyorum! Gerçekten harika!"
Hoca yine sakince yanıtlar:
"Bu geçecek!"

3 Ocak 2011 Pazartesi

Denemeler 2 (Şems-i Tebrizi İle Sohbet)





- Efsane mi?. Ben efsane olmak istemiyorum Şems. Ben O’nu istiyorum, Onunla olmak istiyorum.
- Tedirgin gülümser “Çünkü ayrılık da sevdaya dahil çünkü ayrılanlar hala sevgili.Hiç bir anı tek başına yaşayamazlar.Her an ötekisiyle birlikte her şey onunla ilgili.”
- Artık günlerim günlerden uzun, gecelerim gecelerden sessiz ve karanlık. Sanki bir sonbaharın hüznü var hayatımda, zaman Onsuz işlemiyor, hayat tat vermiyor artık, Onu sevdiğimden bu yana. Her acıyı tattım her çileyi çektim, Doğru bildiğim bir çok şeyi atıverdim bir tarafa, hayatın her cilvesine alıştım, yalnız Onsuzluğa alışamadım.
- “Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir sen zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.”
- Yetmedi mi bunca yıl çektiklerim Şems. Madem bunca yıldır yanı başımdaydın, çektiklerimi de en iyi senin bilmen lazım.
- Hatırlıyor musun yıllar önce Hüdavendigarın türbesini ziyarete gelmiştiniz? Beş kız ve bir de sen. Kızların hepsi Hüdavendigar’a bakıyor, dualar ediyordu, Sen O’na bakıyordun, Ben de sana. Seni ilk görüşüm o gündü. O muhteşem müzede hiçbir şey senin umurunda değildi. Varsa yoksa O idi senin için. Gözlerindeki aşkı gördüm. Hem hoşuma gitti, hem kıskandım, hatta sana kızdım . Benim sevgilim, Hüdavendigar’ım orada dururken, en büyük aşk benim ona aşkım iken, başka bir aşkı görmeye tahammül edemedim. O an karar verdim ve hemen uygulamaya geçtim. Sizi ayırmam lazımdı. Yeryüzünde gelmiş geçmiş en büyük aşk benimkisi olmalı en çok sevilen sevgili benim sevgilim olmalıydı.
- Ne yani. Bütün bu çektiklerim sadece senin kıskançlığın yüzünden miydi yani?
- Tam olarak öyle denemez. Aynı zamanda bir sınavdı bu. Ben sevdiğim için başımı ortaya koymuştum. Bakalım sen neleri ortaya koyabilecektin. Yüreğinin de aşkın kadar büyük mü, yoksa gelip geçici bir heves mi?
- Sonuç?
- İlk sınavlarda çok başarılıydın. Ama bunlar küçük sınavlardı. Zor uzun ve zorluydu. Bir süre sonra hatalar yapmaya başladın. Senin adına üzüldüm inan. Bu kadar yaklaşmışken, kaybedeceğini görüyordum.

- Bir şeyler yapamaz mıydın? İstesem yapabilirdim. Biliyorsun aynı zorlu yollardan ben daha önce geçmiştim. İstesem sana yardım edebilirdim. Ama istemedim.
- Neden istemedin?
- Bak sana bir hikaye anlatayım.”Bir genç,mahallesinden bir kızı sevmişti.Sonra yolları ayrıldı ve genç gurbete gitmek zorunda kaldı....Aradan uzun yıllar geçti,içindeki aşktan zerre miktar eksilme olmadı.Geri dönebildiğinde sevgilisi ona sitem etmiş ve şöyle demişti:

-A gönlüme hükmeden!..Bunca yıl geçti,yolunu gözledim.Ne bir haber, ne bir mektup?..Meğer ne kadar vefasızmışsın?...

Hakiki âşık başını yere eğdi,gözlerinden yaşlar boşandığı sırada cevap verdi:

-Ey sevgili!Yüzünü görmek benim için uğruna ölünecek bir hasret iken,o şerefi postacıya mı bağışlasaydım?..”
- Ne demek istediğini anladım.
- “İkimizin kaderi de aynı Derviş. Ben O’nun için başımı veririm dedim Sen onun için “Her şeyimi veririm” dedin. İkisi de aynı şey yani. O varken her şeyden vazgeçtin. Ama sonra ne oldu? Vazgeçtiğin “her şey” için Ondan vazgeçtin. Yani gerçekten vazgeçemedin.Yanlış yol seçtin. Bedeli Onu kaybetmek olmalıydı. Bir daha asla yan yana dahi gelemeyeceksiniz. Ruhlarınız görüşecek sevişecek ama siz asla bu dünyada bir araya gelemeyeceksiniz....”
........

2 Ocak 2011 Pazar

Denemeler 1 (Şems-i Tebrizi İle Sohbet)





Nereye gideceğini bilmeyen bir gemi gibiyim. Sekiz saat vaktim var, sekiz dakika planım yok. Dalgın dalgın yürüyorum yolda. Bir kavşağa geliyorum. Düz mü gitsem sağa mı dönsem sola mı? Yoksa geri dönüp geldiğim yere mi gitsem? Çoğunluk düz gidiyor ya da sağa dönüyor. Geldiğim yolu gördüm ve biliyorum. En sakin yöne, sola dönüyorum. Yürüdükçe yol daha da sakinleşiyor. Tek tük insanlar var yollarda. Onlar da ya fırına ya da markete gidip gelen insanlar. Uykulu gözler ve asık suratlarla hemen işlerini halledip tekrar evlerine girme telaşındalar. Bir bayram sabahının huzuru ve mutluluğundan eser yok yüzlerinde ve gözlerinde. Birkaç dakika sonra ilk kez başımı hafifce yukarı kaldırıp kış gününde etrafı ısıtmak için tüm gücünü kullanan güneşe bakıyorum. Gökyüzü pırıl pırıl. Bayramı tek yaşayan güneş ve gökyüzü sanki. Hemen sağ tarafımda bir tabelaya gözüm ilişti. “Şems-i Tebrizi Camii ve Türbesi” yazıyordu. Oysa ben yıllarca bu şehirde yaşamış ve hemen hemen her yıl bu şehre en az birkaç kez gelmiş biri olarak bu türbenin başka bir semtte olduğunu sanıyordum. Tabela daracık bir sokağı gösteriyordu. Sokak alabildiğine ıssız, sanki terkedilmiş gibiydi. Biraz yürüdüm ve karşımda yine eski evler duruyordu. Sanki bir çıkmaz sokak gibiydi ama etrafta Cami ya da türbeye benzer bir şey yoktu. Tabela da yoktu. Biraz daha ilerleyince yolun ikiye ayrıldığını gördüm. Sağa ve sola doğru iki dar yol vardı yine. Sağ taraftan dört beş genç geliyordu. Ben yine sol tarafı seçtim ve yürüdüm. Az sonra karşıma şirin bir park çıktı. Parkta oturan genci yaşlısı küçük bir kalabalık var. Hemen sağ tarafta Şems-i Tebrizi Camii ve Külliyesi yazan bir bina. Binanın içi bomboş. Biraz çekiniyorum girmeye. Herkes neden dışarıda bekliyor, neden kimse girmiyor diye kafamdan geçirdim bir an ama camiye doğru yürümeye de devam ettim. İçeriye girdim ve Şems-i Tebrizi karşımdaydı.



- Hoş geldin Derviş, Ben de seni bekliyordum….
- Beni mi bekliyordun?
- Evet. Baksana, kimseyi içeri almadım, dışarıda ıoonlarca insan var ama hiç biri girmiyor. Bu tesadüf olabilir mi? Yıllar sonra seninle baş başa konuşmak istedim.
- Şaşırdım. Ben senle karşılaşacağımızı ve sohbet edeceğimizi tahmin etmiyordum.
- Ben hepsini biliyordum. Her şeyin bir zamanı vardır. O zamanı bekliyordum. Ben yirmi yıldır seni izliyorum. Senden gittim sanıyorsun ama aslında ben senden hiç gitmedim. Her an yanındaydım. Sadece sen beni göremiyordun o kadar. Sesimi duyma diye yirmi yıldır hiç konuşmuyordum. Sessizce yanı başında seni izliyordum.



- Uzun bir süre yirmi yıl. Peki neden bunca yıl bekledin konuşmak için.
- Bazı şeyleri zamana bırakmak gerekir.Zaman her şeyin en iyi ilacıdır. Yaraların iyileşmesi için de zamana ihtiyaç vardır meyvenin olgunlaşması için de. “Allah kılı kırk yaracak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır; bir de ölmek zamanı”. Bazı şeyleri kendin yaşayıp görmen gerekiyordu. Sen bunları yaşamadan Benim söyleyeceklerimi anlaman ve uygulaman imkansızdı.
- Anladım. Peki şimdi zamanı geldi mi? Seni anlayabilecek miyim?
- Tam emin değilim. Bence zamanı geldi ama bundan emin olmak için yaşayıp görmek lazım. Yani yine zamana bırakmamız gerekiyor.
- Anlaştık. Seni dinliyorum.
- “Ben”i değil “Sen”i dinle ve ne konuştuğunuzu bana da söyle.
- Beni mi dinleyeyim? İyi ama nasıl? Öğret bana.
- Sen zaten bunu biliyorsun. Her insan bunu bilir ama pek uygulamaz. Bir dene, sandığın kadar zor olmadığını göreceksin.
- peki, deneyeyim.

"Sevmek.." dedim.
"Yoluna ölmek" dedi.
"Yol ? " dedim.
"Alıp başını gitmek" dedi.

"Gitmek ?" dedim.
Bir "ahh" çekip, "Dostlardan ayrılmak" dedi.

"Dost ?" dedim.
Durdu, Bana baktı.
"Dost.." diye mırıldandı.
"Yüreğime nasıl koysam bilemediğim" dedi.

"Yürek ?" dedim.
"Dünyaları içine sığdıramadığım" dedi.

"Dünya?" dedim.
"Hayatın bir yüzü" dedi.

"Yüz?" dedim.
"Ardında ne gizli bilemediğim" dedi.

"Giz?" dedim.
"Hep çözmeye çalıştığım" dedi.

"Çalışmak ?" dedim.
"Bitmeyecek öykü" dedi.

"Öykü?" dedim.
"Binlercesini içimde gizliyorum" dedi.

"Gizlemek?" dedim.
"işte, her şeyin bitimi" dedi.

"Şey ?" dedim.
"sevda" dedi.

"sevda?" dedim.
"peşinden koştuğum" dedi.

"koşmak?" dedim.
"hayat bir maraton" dedi.

"hayat?" dedim.
"öyle kısa ki!" dedi.

"niçin kısa?" diye sordum.
"yaşanacak çok şey var, zaman yok" dedi.

"yaşanması gereken ne var? " diye sordum.
"aşk" dedi.

"kaç kere?" diye sordum.
"bin kere" dedi, "milyon kere"

"neden bir kere değil?" diye sordum.
"bütün aşkların toplamı, en yüce ve tek aşk" dedi.

"önce ona varsan olmaz mı?" diye sordum.
"keşke olsa" dedi, "ama önce yoğrulmak gerek"

"acı çekmek mi?" diye sordum.
"evet, aşk acısında yok olmak" dedi.

"yok olunca!" dedim.
"işte gerçek aşkı da o zaman yaşamaya başlarsın" dedi.

"gerçek aşk!" dedim.
"büyük o!" dedi.

Durdum. Durdum. Ve sustum!

"neden sustun?" diye sordu.

"yüreğim titredi sanki" dedim.

"neden?" diye sordu.

"bilmiyorum" dedim. "büyük o!"

"evet" dedi, "büyük o!"

"nerede?" diye sordum.
"her yerde" dedi.

"nasıl?" diye sordum.
"yüreğini aç" dedi.
"yüreğimi açmak!" dedim.
"bir tebessümle bak her şeye" dedi.

"tebessüm" dedim.
"her kapının anahtarı" dedi.

"kapı" dedim.
"girmeden bilemezsin" dedi.

"ya korku!" dedim.
"bilinmeyenden korkar insan" dedi.

"ben bilmiyorum" dedim.

"neyi?" diye sordu.

"ben'i" dedim.
"sen kimsin?" diye sordu.
"ben kimim?" diye sordum.
"sevgiyle beslenensin" dedi.
"kimin sevgisiyle?" diye sordum.

"büyük O'nun" dedi.
Durdum. Durdum. Yine sustum.

"kimsin?" diye sordum.
SENİM dedi…




- “Sen”i dinleyince “Ben”i anladın mı? dedi, Şems.
- Anladım dedim.
- “Vedalar canını sıkmasın. Yine buluşabilmek için bir ‘hoşçakal’ gereklidir.”
- Başka türlü bir yolu yok mu bunun? İlla bir “hoşcakal” şart mıydı?
- “İki kişi birbirlerini severde kavuşurlarsa,mutluluk olur, biri kaçar öbürü kovalarsa aşk olur, ikiside sever lakin birleşemezlerse işte o zaman efsane olur”...

28 Ocak 2011 Cuma

YALANLARIMIZ VE YALNIZLIKLARIMIZ





İçimiz zayıflıklarla dolu olsa da hep güçlüyü oynarız İtiraflarımız, özellikle de kendi kendimize olan itiraflarımız en büyük zayıflıklarımızmış gibi gelir Duygularımızı dışa vurmak için yanıp tutuşsak ta ona "Seni seviyorum" dememek için bin dereden su getirir, kendi kendimize "Onu seviyorum" dememek için içimizden binlerce yalan söyleriz Gerçek duygularımızı ifade edememenin sıkıntısı bizi boğsa da ona "Senden nefret ediyorum" diyemediğimiz için ikiyüzlülük yapar, kendi kendimize "Ondan nefret ediyorum" diyemediğimiz için içimizden ikiyüzlülüğümüzü kendimize mazur gösterecek bin türlü bahane uydururuz

Neden en büyük düşüşlerimizi kendimizi en güçlü hissettiğimiz zamanlarımızda yaşarız ? Çünkü, güçlülük oyunlarımıza en çok kendini kaptıran da, içinde bulunduğumuz gerçeği en çabuk unutan da gene biz oluruzKendi yalanlarımıza en çok kendimiz inanır, onları ölesiye savunuruz Giderek yalanlarımız kalelerimiz haline gelirO kalelerin arkasında kendimizi memnun ve mutlu sanırız

Alışkanlıklarımızsa kalelerimizi sağlamlaştıran en büyük yalanlarımız olur Sevmesek de, beğenmesek de yanlış olduklarını bilsek de hiç bir konuda gösteremediğimiz kararlılığı, alışkanlıklarımızı terketmemek konusunda gösteririz Çünkü ardından gelebilecek olandan, gelebilecek olanın belirsizliğinden, hayatımızı altüst etmesinden, içinde bulunduğumuz karanlıktan daha beter karanlıklara itilmekten, sıfırdan başlamaktan, pişman olmaktan, önceki durumumuzu özleyip bir daha asla geri dönememekten korkarız İçinde bulunduğumuz, içimizde bulunan karanlıklara ve bunalımlara bile öylesine alışırız ki kendimizi biraz iyi hissedecek olsak "Bir şeyler yanlış gidiyor, bu mutluluk gerçek olamaz" duygusuna kapılmaktan kendimizi alamayız

Birileri kalemizin kapılarını biraz zorlasa korkarız herşeyi yitirmekten ve açmamakta direniriz Kapımızı çalanları tanımazdan geliriz Gelenin beklediğimiz kişi olabileceği aklımıza bile gelmez çünkü kendi yalanlarımız kendi gözlerimizi köreltmiştir Bu yüzden de o çok sağlam(!) kalelerimiz ardına kendimizi hapseder, kapılarımızı kapatır kendi yalan ve mutluluk oyunlarımızla memnun yaşamımızı sürdürürüz Çünkü "mutsuz olduğunu düşünemeyen insan mutludur" der ve o insana imreniriz bir yanımızla

Ve işte tam bu sıralarda, kendimizden emin ve yalancı mutluluğumuzla barış içindeyken beklemediğimiz, hesaplayamadığımız bir rüzgar çıkar, beklemediğimiz bir yönden ve hiç hesaplamadığımız bir hızda eser, o sağlam yalanlarla ördüğümüz kalemizin surlarını, kulelerini teker teker gözümüzün önünde yıkar, yerle bir ederBiri çıkmış, siz tam içeri girip kalenizin kapısını ardınızdan kapatırken, o hiç kimselere açmadığınız kapının arasına ayağını koymuştur Siz de aslında bilinçaltındaki beklentilerinize çok uyan bu durum karşısında direnememiş ve kapınızı açmışsınızdır O, sizi kalenizde zırhınızdan soyunmuş bir durumda yakalamış, ve zamanla tüm zayıflık ve duygusallıklarınıza, itiraflarınıza, oyunsuz, yalansız dolansız doğal halinize el koymuştur

İlk düşüşümüzü bu anda yaşarız, ardından da diğerleri gelir Onca sağlam olduğunu düşündüğümüz kalemiz içerden fethedilmiş, onca savunma önlemlerimize karşın savaşmadan teslim alınmıştır Önceleri aldatılmışlık duygusu içimizi yakar kavurur Kendi yalanlarımızı görmeye başlarız Yalnızlık yeminleriniz yalandır Yalnızlığınıza alışmış olduğunuz yalandır "Artık sevmeyeceğim" leriniz yalandır "Bir daha asla aşık olmam!" larınız yalandır"Geçen seferki son hatamdı!" nız yalandır "Bir daha kimse bana bunları yaşatamaz!" larınız yalandır Bunları düşündükçe içinizi pişmanlıklar doldurur Hem kendinize verdiğiniz onca sözün hepsini teker teker ya da bir anda nasıl da geçersiz kıldığınızı farketmenin, hem de kendinizi de bunca yalana inandırmanın pişmanlığı sarar her yanınızı

Öte yandan, fethedilmekten hoşlanmışızdır bir yanımızla da ve yavaş yavaş kendimizi yeni duruma alıştırmaya başlarız Bazan yavaş bazen hızlı, ama işte değişmeye başlamışızdır bir şekilde Değişimin o karşı durulmaz gücü sizi de önüne katıp götürmeye başlamıştır çoktan Siz ya da O farketmese de Alışkanlıklarımızı yavaş yavaş değiştirmeye, hatta onların bazılarını tümden terketmeye, sivri yanlarımızı törpülemeye başlar hatta bunlardan hoşlanmaya başladığımızı da farkederiz ama hala itiraflardan korkarız Hem ona hem de kendimize Acı vereceğini düşünür ve bunu hissettiklerimizi hala ne kendimize ne de karşımızdakine belli etmemeye çalışırız

Düşüşlerimizin bazıları bu arada gelmeye başlar Kendimizle, kendimizdeki değişimlerle o kadar meşgul bir durumdayızdır ki karşımızdaki kişinin ne durumda olduğunun, sabrının taşmaya başladığının, ilgisizlik ve umarsızlıklara sürüklendiğinin farkına bile varmayız Geçen zaman içinde yabancılaşmaya ve değişik tavırlar sergilemeye başlamıştır Başlangıçta sizi asla kırmayacak gibi görünen kişi sanki o değildir de sizi kırmak için eline geçen her fırsatı kullanan, komplolar hazırlayan bir insan bulursunuz karşınızda ya da böyle algılarsınız tavırlarını Onda da geri dönülmez değişimler başlamıştır çoktan ama siz bunları henüz görmeye ama iş işten geçtikten sonra görmeye başlarsınız Tam da sizin artık değişimlerinizi ona ve kendinize itiraf edebilecek cesarete sahip olmaya başladığınızda bunlar olmaktadır ama bu noktada son düşüşünüzü yaşarsınız

O çoktan gitmiştir Ve siz zırhsız, kabuksuz, korunmasız orada öylece kalakalırsınız Ya kendinize yeni bir kale örmek ya da bir zamanlar bırakıp gittiğiniz, kalenizin dışındaki o dünyada bir daha, bir dahadenemeler yapmak zorundasınızdır Ama her durumda o kötücül kehanetlerinizden bazıları doğru çıkmıştır Hayatınız alt üst olmuştur Sıfırdan başlamanız, alışkanlıklarınızı yeniden belirlemeniz gerekmektedir Hayatınızda bir daha hiçbirşey ona rastlamadan önceki gibi olmayacaktır

"Gelecek, temiz ve aydınlık bir yaz sabahı gibi aydınlık başlamayacak, aksine geçmişle lekelenmiş bir halde başlayacaktır"

25 Ocak 2011 Salı

AHBAPLIK





Kuzey Carolina’ da bir eyalet oto yolunun kenarına çekilmiş siyah bir Limuzin, içinde büyük bir patron olduğu, görünüşünden anlaşılan bir kişi ve dışarıda motor kaputu açılmış Limuzin’ in motorunu bilinçsizce bakan, çaresizlikten yüzü kıpkırmızı olmuş, üniformalı başı kasketli bir şoför…

Arkadan çok eski model A tipi Ford bir otomobille gelen çiftçi kılıklı bir adam otomobilinden iner, “Hayrola ahbap halledemediğin bir şey mi var” diyerek Limuzin’ e yaklaşır; bakar ki bu kendisininki gibi değil. Pek işin içinden çıkamayacağını anlayarak “Benim Ford’ la senin arabanı kasabaya kadar çekeyim. Biliyorsun ya Ford gibisi yoktur. Zaten kasaba bir sigara içimlik yerdir.” der. Adamın bir sigara içimlik dediği yer 15-20 km’ lik uzaklıktadır.
Limuzin’ i kasabanın tamircisinin önüne çeker ve “Haydi ahbap bana izin verin, gidip şu mektupları dağıtayım” der. Adam hem çiftlikle uğraşıyor, hem de kasabanın posta idaresinde çiftliklere mektup dağıtarak kendisine ek bir kazanç sağlıyor.

Limuzin’ deki şoför otomobilden iner ve patronun verdiği çeki adama uzatır. Fakat adam çeke bakmadan eliyle iter ve “Şu üç günlük dünyada bir ahbap, bir ahbaba yardım etmezse bu dünyanın hali ne olur?” der ve yürüyüp gider. Limuzin’ deki patron hafifçe kızarır fakat sesini çıkartmaz.

Arada bir süre geçer, çiftçi bir gün evine döndüğünde yolun kenarına park edilmiş son model bir otomobil görür ve kimin geldiğini görmek için otomobile yaklaşır. Otomobil boştur, yalnız direksiyona iliştirilmiş üzerinde kendi adı yazılmış bir kart vardır. Kartta: “Ahbap, duydum ki Ford araban tamir edilemeyecek durumdaymış. Bu arabayı sana armağan olarak yolladım. Şu üç günlük dünyada bir ahbap, bir ahbaba yardım etmese bu dünyanın hali ne olur? Henry FORD "

23 Ocak 2011 Pazar

Gözlerdeki İyilik ve Sevecenlik






Yıllar öncesi Kuzey Virginia'da çok soğuk bir kış akşamıydı. Yaşlı adam
nehrin karşı kıyısına geçmek için beklerken sakalı soğuktan buz tutmuştu.
O kadar uzun bir süre bekledi ki, artık bedeni adeta hissizleşti kuzey
rüzgarının etkisiyle.
Sonra uzaktan gelen hafif bir ses duydu buz tutmuş yolda. Atların ritmik
ayak sesleriydi işittiği. İlk atlının geçişini izledi, dikkatlerini çekmek
için hiçbir çaba göstermeden. Sonra başka bir atlı geçti, bir tane daha.
Sonunda, en son atlı yaşlı adamın buzdan bir heykel gibi duran bedeninin
yakınında durdurdu atını.
Atlı yaklaşırken yaşlı adam atlıyla göz göze geldi ve ona
"Bayım, bu yaşlı adamı nehrin öbür yakasına geçirir misiniz? Yürüyerek
geçmem olanaksız görünüyor" dedi.
Atının dizginlerini çekip, durduran atlı, "Elbette" dedi. "Atla". Yaşlı
adamın yarı donmuş bedenini hareket ettiremediğini fark eden atlı, atından
yere atladı ve yaşlı adamın ata binmesine yardımcı oldu, onu nehrin karşı
kıyısına geçirmekle kalmayıp, birkaç mil ilerideki evine kadar götürdü.
Küçük kulübeye yaklaşırlarken atlı merakını yenemeyip sordu: "Bayım,
durdurmak için hiçbir çaba göstermeden diğer atlıların geçip gitmelerini
izlediniz. Neden böyle soğuk bir kış gecesinde en son atlıdan yardım
istediniz? Ya sizi reddedip orada bıraksaydım?" Yaşlı adam eğilip, önünde
oturmakta olan atlının gözlerinin içine baktı ve "Uzun süredir bu civarda
yaşıyorum ve insanları çok iyi tanıdığıma inanıyorum" dedi ve sözlerini
sürdürdü:
"Diğer atlıların da gözlerinin içine baktım ve benim durumumun onları hiç
ilgilendirmediğini anladım. Onlardan yardım istememin hiçbir yararı
olmayacaktı. Ama senin gözlerine baktığım zaman, gözlerindeki sevecenliği
ve iyilikseverliği anladım"
Bu sıcak yorumlar atlıyı çok derinden etkiledi. "Söylediklerinden çok
etkilendim" dedi yaşlı adama, "Bundan sonra başkalarının ihtiyaçlarına
karşı hep iyilik ve sevecenlikle yaklaşacağıma söz veriyorum"
Sonra Thomas Jefferson* atının başını çevirdi ve Beyaz Saray'a doğru yol
almaya başladı.

*A.B.D.'nin 3.Başkanı

22 Ocak 2011 Cumartesi

Denemeler 4 (Şems-i Tebrizi İle Sohbet)




- “İşte aşk böyle bir şeydir. Başkalarının göremediğini gören gözler fark edebilir sadece.” Dedin. Peki neden aşıklar hep acı çeker. Her aşkta acı olmak zorunda mı? İnsan acı çekmeden, mutlu bir aşk yaşayamaz mı?
-Bak bu güzel soru. Bir gün Hüdavendigar, arkadaşları ile sohbetteydi. Ben de kenarda onları dinliyordum. Aralarında geçen aşkla ilgili bir sohbeti anlatayım, belki aradığın cevabı bulursun.
Şirazi “Aşka uçma, kanatların yanar”
Hüdavendihar “Aşk’a uçmazsan kanat neye yarar”
Yunus “Aşk’a vardıktan sonra kanadı kim arar”

- Cevabın çok ince ve güzeldi Şems. Sanırım ne demek istediğini anladım.
- Hadi acıyı anladım, ama şu ayrılığa ne demeli. Her aşkta ayrılık olmak zorunda mı?
- Ayrılık aşkın diyetidir. Hiçbir şeye bir bedel ödemeden sahip olamazsın. Sahip olursan da ne kıymeti olur ne de sen o kıymetini bilirsin. Haklısın, ayrılık çok zor. Ama Aşk’ta çok güzel. Böyle bir güzellik için bu bedeli ödemek gerek. Bu bedele katlananlar aşka ulaşabilir. Ayrılığın benim için kolay olduğunu mu sanıyorsun. Ayrılık vakti geldiğinde elimde olsa zamanı durdururdum. Onunla son kez görüştüğümüz o odadan hiç çıkmaz, bir ömür orada kalabilirdim. Ama bunun imkansız olduğunu biliyordum. Aşka varmıştım ve kanatlara ihtiyacım kalmamıştı. Hüdavendigar’a “Veda vakti”nin geldiğini söylediğimde gözlerinden iki damla yaş süzülüp yanaklarına doğru indi. “Neden” diye sordu gözlerime çaresizce bakarak. Nedenini ona söyleyemedim. Az sonra o kapıdan çıkacak ve bile bile ölüme gidecektim. Ama bunu O’na söyleyemezdim. “Nedenini sorma, böyle olması gerekiyormuş” dedim.
- O ne dedi, ne yaptı.
- “ Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme
Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme
Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme
Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme
Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme
Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme
Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme
Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme
Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme
Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme…
Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mahvediyorsun etme
Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme
İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme!!” dedi. Arkamı döndüm, odadan çıktım. Son bir kez bakamadım yüzüne.
- Bunun aynısını ben de yaşadım, biliyorsun değil mi?
- Biliyorum. Sen de bir çare bulamamıştın. Unutma ki “Kader, hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten, “ne yapalım kaderimiz böyle” deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin, ne de hayat karşısında çaresizsin.”
- Yani? Başka bir çaresi olabilirdi mi diyorsun?
- Hayır hayır. Diyorum ki “ Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. “Aman sakın kendini” diye tembihler. Hâlbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği : “Bırak kendini, ko gitsin!” Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Hâlbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!”. Sen de en azından bundan sonra “bırak kendini ko gitsin”...

20 Ocak 2011 Perşembe

AYRILIĞI SEÇTİN Mİ?





‎"Ayrılığı seçtin mi her şeyi götüreceksin yanında. Geriye hiç bir şey kalmayacak. Söylenmemiş sözler kalmamalı bıraktığın yerde..
Ki ben en çok onları duydum... Gittin mi adamakıllı gideceksin. Hiç bir özlem kalmamalı dönüşleri emziren... Demem o ki, döneceksin gibi gitmeyeceksin. Büyük git gideceksen,uçsuz bucaksız,dursuz duraksız ...git... Telefonun numaraları sesime düşmemeli, yolların yoluma değmemeli... Hiç bir anıya, hiç bir dizeye, hiç bir şarkıya yenilmemeli ayrılık. Şiirler okununca unutulmalı, hasret dokununca uyutulmalı... Gece inmişken ayak parmaklarına kadar yahut gün doğarken, yatağının diğer yastığındaki boşluk tecavüz ederken gözlerine, ne bileyim tek başına yiyeceğin sofrana iki kişilik servis açtığında susacaksın, duracaksın... Gitmenin hakkını vereceksin... Ayrılık gurur duymalı seninle. Gidersen, sözün ayaklarına geçiyorsa, ayakların yakınımdan geçmeyecek... Ayrılığı seçtin mi büyük olacak ayrılık!
Ayrılığı seçtin mi?.."

18 Ocak 2011 Salı

SUSARIZ





Susarız…

Konuşulan konuyu boş, basit ve anlamsız buluyoruzdur, konuşmayı da gereksiz ve anlamsız buluruz…

Susarız…

Konuşulanlar öyle abes ve mantık dışıdır ki sadece hayretle dinler ve sessiz bir tepkiyle belli ederiz duruşumuzu…

Susarız…

Sessiz bir onaydır susuşumuz…Biraz utangaçlık belki ama içten bir katılıştır söylenenlere…

Susarız…

Sessiz bir bekleyiş olur susmak…Ya kendimizin yada karşımızdakinin ortak değerleri yeniden gözden geçirmesine tanınmış bir fırsattır sessizliğimiz…Yada birinin bizi fark etmesi, doğru algılayabilmesi için tanınmış bir süre… Susan için endişe ve olasılık hesapları arasındaki gel git lerle biraz da huzursuz bir bekleyiştir susmak…

Susarız…

Dile getirilmeyen bir öfkedir bazen suskunluğumuz… Öylesine yaralanmışızdır ki yaralamak isteriz, yüreğini acıtmak ve kanatmak…Ve biliriz ki hiçbir söz acıtamaz, yaralayamaz ve kanatamaz kimseyi bir suskunluk kadar…Ve susmak en acımasız, öldürücü silahtır bazen…

Susarız…

Hassas ve kırılgan bir tepkidir…Küçücük bir hatırlatmadır belki…Fark edilmesi ve onarılması incelik ister…Ya yeniden bir kazanıştır yada aleyhte bir delil olarak kalır karşımızdaki için…

Susarız…

Bir ilişkide negatiflerin gözümüze batmaya başladığı, karşımızdakine ait aleyhte deliller dosyasının kabarmaya başladığı ve hatta dosyayı masanızdan kaldırmaya gerek duymaz olduğunuz bir noktadasınızdır…Bir duruş, bir soluklanmadır susmak…Ortak geçmişin değerlendirilmesi ve geleceğin muhasebesidir…Durup yeniden, şimdi bulunduğunuz noktadan bir daha bakmak istersiniz yaşananlara ve eldekilerle geleceğe gitmenin ne kadar mümkün olduğuna…Bir içe kaçış ve söylenemeyenlerin biriktirilmeye başladığı yerdir susmak…

Susarız…

Ayağımız yerden kesilmiş, bulutların üstündeyizdir ve çiçek çiçek bahardır yüreğimiz…Sevdiğimizl e yan yana ve can cana yızdır…Öyle bir ruhsal bütünleşmedir ki hiçbir söz tanımlamaya yeterli gelmez hissedilenleri ve susarız…Sadece yüreklerin ve gözlerin konuştuğu yerdir suskunluğumuz…

Susarız…

İletişimin tıkandığı yerdeyizdir , hiçbir iletinin bize yeterli gelmediği ve hiçbir iletimizin doğru algılanmadığı…Yanlışl ıklar, yanılgılar ve kim bilir belki de gerçeklerdir bir fırtınaya tutulmuşçasına savrulup duran…Sözler yerini sessizliğe bırakmaya başlar ve siyah, tek nokta konur cümlelerin sonuna…Zamanla cümlelerimizin sonuna konan o tek ve siyah nokta büyüyerek bir kara deliğe dönüşmeye başlar…Güven ve sevginin içten içe çürümeye başladığı yerdir ve gitmek zamanının ertelenmiş halidir susmak…

Susarız…

Kabul edilmiş bir hata yada suçtur susuşumuz ve söylenecek her söz kaybetme riskidir…Korku eşlik eder suskunluğumuza…

Susarız…

Bir gidişi kabullenmektir susmak, yerinde ve zamanında olduğunun ayırdımında olduğumuz bir gidişin…

Susarız…

Hayata karşı bir susuştur bu kez yaşanan…Bizi can evimizden vuran bir kayıp, yaşanan büyük bir acı, ölesiye bir çaresizliktir yaşadığımız…Söylenece k hiçbir sözümüzün adrese teslim olmayacağından emin olduğumuz, bütün sözcüklerin anlamını yitirdiği bir yerdeyizdir…Hayatın bize bir şey katamadığı ve bizim de hayata bir şey katmak için anlamımızı kaybettiğimiz bir yer…Belki de boş gözlerle, algılamadan bir seyirdir hayat o noktada ve belki de amacı ve beklentisi olmayan, bir mesaj kaygısı taşımayan ve hedefi olmayan tek susuştur yaşadığımız…

Susmak; eylemsiz ve durağan bir edim gibi görünse de her susku bir şey anlatır yine de ve her suskunun bir nedeni vardır ve her susku içinde pek çok sesi hapseden sessiz bir eylemdir…

17 Ocak 2011 Pazartesi

YETER Kİ KALBİ KIRILMASIN





Bir hükümdarın pek çok cariyeleri vardı. İçlerinde pek güzel dilberler bulunmasına rağmen, siyah bir cariyeye daha fazla alaka ve sevgi gösterirdi. Diğerlerinin bunu çekemediğini fark eden padişah, bir gün kendilerine üzeri mücevheratla süslü birer kristal bardak vermişti. Manevi değeri yanında maddi kıymeti de pek yüksek olan bu bardakları ellerinde tutan cariyeler, hayranlıkla bakarlarken padişah:
- Herkes elindeki bardağı yere vurup kırsın, demişti. Güzel cariyeler hediyelerini sinelerine bastırarak:
- Efendimizin bu kadar değerli bir hediyesini nasıl kırabiliriz! dediler. Siyah cariye ise padişahın emrini, hiç tereddüt etmeden ve vakit kaybetmeden derhal yerine getirdi. Bardak yere çarpılmış ve param parça olmuştu. Padişah siyah cariyeye hitaben:
- Diğer cariyelerim bu kadar kıymetli bardağı kıramadıkları halde sen neden kırdın? dedi. Siyah cariyenin verdiği cevap ise çok takdire şayandı:
- Bana efendimin kalbi lazım, kadehin ne kıymeti olabilir. Yeter ki onun kalbi kırılmasın!
Hükümdar, bu cevabın içerisinde diğerlerine gereken dersi vermiş bulunuyordu.

12 Ocak 2011 Çarşamba

NEREDESİNİZ






‎"Tıp fakültesini yeni bitirmiş,
pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım yere,
Konya'ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim.
Gençtim, bekârdım.

Küçük bir beldeydi gittiğim yer.
İlk gece bir eve misafir olmuştum.
Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi.

Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş,
sohbetler edilmişti.
Üzerimde yol yorgunluğu,
geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı.

Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu.
Ev sahibine bir şey de diyemiyordum.

Bir müddet daha geçti;
yine bir hareket yoktu.
Evin büyüğü olan Hacıanneye sıkılarak:
"Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor?" dedim.
Hacıanne:
"Evlâdım treni bekliyoruz.

Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz" dedi.

Merak ettim,
tekrar sordum:
"Trenden sizin bir yakınınız mı inecek ?"

Hacıanne:
"Hayır evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok.

Ancak burası uzak bir yer.
Trenden buraların yabancısı birileri inebilir.
Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa,
sokakta kalır.

Buraların yabancısı biri geldiğinde,
"ışığı yanan bir ev
bulsun diye bekliyoruz."

Konya Ovası'nda, ya da
bir başka yerinde Türkiye'nin,
trenden inen yabancılar için
"Işığı yanan evler
yerinde hâlâ duruyor mudur?

Yabancılar, yorgun bedenlerini yün yataklarda dinlendirmeye devam ediyorlar mı?

Aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakan kadınlar yaşıyorlar mı?

Kuşlara yuva yapan mimarlar sahi şimdi neredeler?

Bu güzel insanlar, atlarına binip gitmişler.

Bizler,
atlarına binip giden güzel insanlara sahip
bir medeniyetin yetimleriyiz.

Çekip gidenlerin doldurulmamış boşluklarında savrulup duran yoksullarız.
Şâir öyle diyordu:
"Güzel insanlar, güzel atlara binip gittiler."


Şimdi bu güzel insanlar, neden ve nasıl atlarına binip gittiler?
Onları ne yıldırdı da bir daha dönmemek üzere, sessiz sedasız gittiler?

Ey güzel yurdumun güzel insanları!
Neredesiniz?

PROF.DR. SAFFET SOLAK

11 Ocak 2011 Salı

ANTİKACI





Genç adam, antika merakı sebebiyle Anadolu’nun en ücra köşelerini dolaşıyor ve gözüne kestirdiği malları yok pahasına satın alarak yolunu buluyordu. Kış kıyamet demeden sürdürdüğü seyahatler sırasında başına gelmeyen kalmamış gibiydi. Fakat bu seferki hepsinden farklı görünüyordu. Yolları kapatan kar yüzünden arabasını terk etmiş ve yoğun tipi altında donmak üzereyken, bir ihtiyar tarafından bulunup onun kulübesine davet edilmişti.

Yaşlı adam, antikacının yürümesine yardım ederken:

— Günlerdir hasta olduğumdan, odun kesmek için ilk defa dışarıya çıktım, dedi. Meğer seni bulmak için iyileşmişim.

Diz boyuna varan karla boğuşup kulübeye geldiklerinde, antikacının beyaz göre göre donuklaşan gözleri fal taşı gibi açıldı. Odanın orta yerindeki kuzinenin etrafını saran üç-dört iskemle, onun şimdiye kadar gördüğü en güzel antikalar olmalıydı. Saatlerdir kar içinde kalan vücudu bir anda ısınmış, buzları bir türlü çözülmeyen patlıcan moru suratını ateşler kaplamıştı.

Yaşlı adam, misafirini yatırmak için acele ediyordu. Ona birkaç lokma ikram edip sedirdeki yatağını hazırlarken:

— Odun olmadığı için soba yakamadım evlâdım, dedi. Ama bu yorganlar seni ısıtacaktır.

Ev sahibi, yıllar önce vefat eden eşiyle paylaştıkları odaya geçerken, antikacı da tiftikten örülen battaniyelerin arasına gömüldü. Ancak bütün yorgunluğuna rağmen bir türlü uyuyamıyordu. Ertesi gün gitmeden önce ne yapıp yapıp o iskemleleri almalı, bunun için de iyi bir senaryo uydurmalıydı. Meselâ, hayatını kurtarmasına karşılık ihtiyara birkaç koltuk satın alabilir ve eskimiş olduğu bahanesiyle dışarıya çıkarttığı iskemleleri, çaktırmadan minibüsün arkasına atabilirdi. Hatta onları kaptığı gibi kaçmak bile mümkündü. Yürümeye dahi mecali olmayan ihtiyar, sanki onun peşinden koşacak mıydı?

Genç adam, kafasındaki fikirleri olgunlaştırmaya çalışırken dalıp dalıp gidiyor ve rüzgârın sesiyle uyandığı zamanlar, kaldığı yerden devam ediyordu. Bu arada yaşlı adamın sabah namazına kalktığını fark etmiş, hatta hayâl meyâl olsa bile bir şeyler parçaladığını duymuştu. Gözlerini açtığında, onun kuzine üzerinde yemek pişirdiğini gördü ve yattığı yerden etrafına bakınırken, birden iskemleleri hatırladı.

Hafifçe doğrulup çevresine baktı: Aman Allahım..! Antikalardan hiçbiri ortada yoktu.

İhtiyar kurt, herhalde plânını hissetmiş ve belki de uykudaki konuşmasını duyarak onları emin bir yere kaldırmıştı.

Sakin görünmeye çalışarak:

— İliğim kemiğim ısınmış, dedi. Çorbanız da güzel koktu doğrusu. Ama akşamki iskemleleri göremiyorum.

Yaşlı adam, odanın köşesine yığdığı iskemle parçalarından birini daha sobaya atarken:

— İskemle dediğin, dünya malı be evlâdım, dedi. Biz misafirimizi üşütür müyüz?

10 Ocak 2011 Pazartesi

Keşkeleri Çıkardım Hayatımdan






Keşkeleri çıkardım hayatımdan
eyvallahlar bana göre değil artık
bana göre değil pişmanlıklar
keşkeleri çıkardım hayatımdan.
ben seni unuturum sevdiğim
ela gözlerini bir bardak rakıya gömerim
anıları içime
yıllar önce bir temmuz gecesinde
zamansız bir yağmur altında başlayan
o zamansız aşkımızı unuturum
ben seni unuturum sevdiğim
zaten hayat bir yalan.
gece ağır ağır sırtını vermekte sabaha
üzerimde eskiden kalma bir sevdanın yorgunluğu
yüreğimin kara kaplı defterinde
sararmış sayfaların arasında
bir adamın yıllar arkasında kalmış
suskunluğu var
ve küskünlüğü hayata
o ki kapanmış bir kapı umutlarıma
çaresizliğe bir geçit
durma hadi gözlerimden de çekip git
çek git gecelerimden
bir daha girme düşlerime
kanıma girme artık
yeter git.
kimseler bilmez geceden başka yine yalnızım
sokaklar dolusu insan içinde
bir ben bir ben yalnızım.
gece ağır ağır sırtını vermekte sabaha
ne fırtınalar kopar yine içimde
bu sevda yakar yüreğimi
yıkar derinden
susar içimdeki ağıtlar
geceler inadına susar
ben susarım.
an gelir
zamanlar dolusu ağlarım
ağlarım çocuk gibi
ihanet karası gecelerde
kıvrandırır bir sancı
kahpe bir kurşun gibi
arkadan vurur yalnızlık
sabahlara kadar ağlarım
ağlarım ölesiye.
neden içi karanlıktı bu kadar gecelerin
neden geceler umut taşımaz sabaha
ve neden ağlatır beni bu uzun yolculuklar
yeter artık yeter
buraya kadar
keşkeleri çıkardım hayatımdan
eyvallahlar bana göre değil
bana göre değil yerli yersiz ağlamak
madem ki bir kez yaşanıyor bu hayat
kılıcımı çektim kınından
kuşandım cesareti
ve bitirdim esareti
gömdüm denizlere.
keşkeleri çıkardım hayatımdan
eyvallahlar bana göre değil artık
anladım ki insan her an sevebilir
mevsimsiz açan bir çiçek gibi
dirilir yeniden
keşkeleri çıkardım hayatımdan.
geleceksen bugün gel
yarın çok geç olabilir.

Şebnem Kısaparmak


DOST





Terentius, "Onunla her şeyi paylaşmak zevkinden mahrum kalınca, hiçbir zevki tatmamaya karar verdim" demiş, yitirdiği bir dostunun ardından.

Nasıl bir insandan bahseder Terentius?

Karşısında zavallı gibi görünmekten korkmadığımız, bizi değiştirmeye değil zenginleştirmeye çalışan, yargılayan değil, kendimizi sorgulamamıza yardımcı olan biri midir yitirilen? Sabahın 3'ünde çaldığımız kapısını açtığında, tek kelime etmeden kollarına atılıp ağlayabileceğimiz bir insan mıdır? Terentius'un acısını bu şekilde dillendiren?

Nedenlerini merak etse de, göz yaşlarımızın dinmesini bekleyecek kadar anlayışlı, titrek sesimiz ve telaşlı cümlelerimizi sükunetle dinleyecek kadar sabırlı, acımızın bir kısmını kendine yük edinecek kadar cömert ve yürekli insanlar mıdır dost diye seçtiklerimiz?

Sadece sohbeti değil, sessizliği de sıkıcı olmayan; yalnızlığımızı unutmak için varlığı, eksikliğini hissetmemiz için yokluğu kafi gelen insanlara mı dostum deriz?

Başımıza gelen güzel bir şeyin coşkusu yüreğimize sığmadığında, saate aldırmayıp telefona sarıldığımız ve karşımızdaki uykulu sese "Kulaklarına inanamayacaksın!" diye bağırdığımızda, "Sabahı bekleyemez miydin?" demeyen biri midir gerçek bir dost?

Güzel bir film izlediğimizde, keşke O da olsaydı dediğimiz, okuduğumuz bir kitaptan bahsedebildigimiz ve en mahrem sırlarımızı anlattıktan sonra rahatça uykuya dalabildiğimiz bir sırdaş mıdır yoksa?

Konuşurken gözlerimizi kaçırmadığımız, kendimizi saklamadığımız ve yüzümüze en acı gerçekleri haykırırken bile darılmadığımız yalnızlığımız mıdır dost dediğimiz insanlar?

Ne bileyim, aynı fikirde olmasak da uzlaşabildiğimiz, köprüleri atmadan da tartışabildiğimiz, her savaştan birlikte ve biraz daha güçlenmiş bağlarla çıktığımız insanlar mıdır dost payesi verdiklerimiz?

Tanıdığımızı sanırken, daha keşfedilmeyi bekleyen nice el değmemiş duygular ve düşünceler taşıdığını gördüğümüz; sürekli bizi saşırtan kendimiz midir onlarda sevdiğimiz?

Aristo haklı mıdır; "Dostluk bir ruhun iki ayrı bedende yaşamasıdır" derken ve Terentius, başka bir bedende toprağa verdiği ruhunun yaşını mı tutmaktadır?

Paylaştığı her şeye ölüm de mi dahildir?

Acaba, neyi kaybedeceğini, dostu ölmeden önce fark etmiş midir?

Ya biz; her şeyi paylaşmanın, iddialı ve gerçek dışı geldiği günümüzde, sahip miyiz gerçek bir dosta?

Ya da adımızın önüne dost sıfatı koyan insanlar var mıdır hayatımızda?

Yoksa kendimizi sevmeyi başaramadığımızdan, şaşırıyor muyuz bizi sevdiğini söyleyen birinin varlığına, inanamıyor muyuz yanımızda kalmasına ve uzaklaştırıyor muyuz içten içe bizi sevmesini istediğimiz insanı kendimizden?

Ve bir gün, bir el daha kayıp gittiğinde avuçlarımızdan, kendi mezarımızın başında ağlayacağımızı biliyor muyuz?

İş işten geçmeden önce teşekkür edebiliyor muyuz sevdiğimize, hiç değilse bizi sevdiği için...
"Can DÜNDAR"

8 Ocak 2011 Cumartesi

'MIŞIM GİBİ DAVRAN BANA





Sayfanın başı"ymışım gibi davran bana...
ne bileyim özen benim için,hep en güzelini yazmak için çabala!...

"fazla bilet"mişim gibi davran bana...
ne bileyim,atla otobüsün birine,sor beni..ama bulama!bi sonraki duraktan al beni,ama hayır sakın atma.koy bi köşeye sakla olur mu?..yırtma!

"uzun zamandır açmadıgın bi musluk"muşum gibi davran bana...
kolayca açabileceğin zannet ama ilk deneyişinde açama.Ugraş biraz üzerimde,çabala!

"pi sayısı"ymışım gibi davran bana...
Kimseye sormadan 3 al beni mesela.vallahi sorun çıkarmam sana!...

"yeni boyanmış duvar" gibi davran bana...
Tamam belki yaslanma ama en azından arada sırada elle bari be,ne bileyim kokla!...

"sen yelkovan,ben akrep"mişim gibi davran bana...
Hep koş peşimden.Ama eninde sonunda yakala.Gel yanıma hatta,pilimiz bitsin,ordan hiç uzaklaşma...

"yeni aldıgın ayakkabın"mışım gibi davran bana..
Tut ellerinle her akşam,hiç ama hiç kapıda bırakma...

"ıslak bi sokak köpegi"ymişim gibi davran bana...
Ellerinle besle yemek ver,çeşitli oyunlar oyna.Ama sakın acıma!

"sayfanın sonu"ymuşum gibi davran bana...
Bitmiş gibi gözüksem de asla bitirme,gerekirse sil başımı,ama nolur yeniden başla..

"sen tom,ben jerry"mişim gibi davran bana...
eninde sonunda yakala.Tam agzına atacakken atma.Yeme beni sakın,kıyama!

"tabaktaki son patates kızartması" gibi davran bana...
Gözün hep bende olsun,kimseyle paylaşma!

"dersin son iki dakikası"ymışım gibi davran bana...
Degerimi dersin başında anla...

"boş bi bardak"mışım gibi davran bana...
dök içime her şeyini,hep dikkat et ama,beni kırma!

"kırık bi ayna"ymısım gibi davran bana...
ne bileyim,mutlaka bi yerimden bak hayata.En ufak parcamı bile itinayla sakla..

"odandaki ayna"ymışım gibi davran bana...
Hiç konuşma benimle.Yalnızca bak o siyah gözlerinle...Yalnızca bak bana'!...

"saçların"mışım gibi davran bana..
yıka beni,özen göster,ıslanınca hemen kurula...

"sen asit,ben turnusoL kagıdı"ymışım gibi davran bana...
ne bileyim gel istedigin zaman bir şeyler söyle,dök içini,Rengimi degiştir mesela,kızart beni hatta!

"sen sen,ben ben"mişim gibi davran bana.
Sen kaç hep,ben kovalıyım...Hem bu senin için de kolay olur,hiç yapmadıgın şey mi sanki...Kendin ol yeter,anlasana...

"sen güneş,bense lanet bir yagmur bulutu"ymuşum gibi davran bana...
Uğraş biraz,geç bir' önüme,bir' arkama,ama en sonunda...en sonunda...neyse "doğ dünyaya" diyecektim ama...

...sallaa...

7 Ocak 2011 Cuma

Denemeler 3 (Şems-i Tebrizi İle Sohbet)






- Bu çok ağır bir ceza değil mi Şems.
- Evet, biraz ağır ama “Hak yolunda ilerlemek yürek işidir,akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun,omzun üstünde ki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil!” Sen yüreğini dinlemedin. Cezasına katlanmak zorundasın.
- Anladım…
- Şunu hiç unutma. Her şeyin bir sebebi vardır ve hiçbir şey göründüğü değildir. Seninde, benimde bütün bunları yaşamamız gerektiği için yaşadık. Yaşadığımız hayatlar bizim elimizdeymiş gibi görünür ama çoğu zaman sen hayata değil hayat sana yön verir. Bazen birileri bu hayatın yön vermelerine daha fazla izin vermez ve işte o zaman dengeler değişir. Aydınlanma adına ilk adım atılmış olur. “Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım ? Diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün.Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa,yazık ! Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.” Sen bunları yaşamasaydın bugün burada seninle konuşuyor olmazdım. Herkes dışa önem veriyor. İçe, öze inen yok. Hüdavendigar’ın türbesine gelenlerin hepsi dışla ilgili kişilerdi. Türbenin duvarlarına, süslemelerine, seccadelere, kilimlere , el yazması dualara bakıyorlardı hep. Bir tek sen o ilk gelişinde, görünmeyeni görüyordun. Kimsenin bakmadığına bakıyordun.
Senin bugün buraya gelirken ne düşündüğünü de biliyorum. Sen kendini benim yerime koyarak benim yaşadıklarımı hayal ederek beni anlamayı, seçtin. Bugün kendini Şems gibi hissederek, Şems2in evinden Hüdavendigar’ın yanına hangi yoldan gittiğini, giderken neler yaptığını neler düşündüğünü hissetme umuduyla geldin. Sen gördüklerinle yetinmeyip neler hissettiklerimi de merak ediyordun. Hatta Mevlana ile neler konuştuğumuzu, onunlayken ne yiyip içtiğimizden tut neler giydiğime kadar kafanda canlandırmaya çalıştın. Sen sana gösterilenin arkasını görmeyi denedin.
- Bu benim elimde olmadan sürekli yaptığım bir şey. Aslında bu durumdan şikayetçiyim diyebilirim. Burçları bilir misin ya da hiç duydun mu bilmiyorum ama Ben Terazi burcuyum. Terazi iki taraflı dengedir ama terazi burcuna dengesiz burç derler. Hangisini seçeceğine karar veremez bir türlü. Terazinin hem sağını hem solunu dengelemek zorundasın. Sadece bir tarafına bakarsan diğer tarafın dengesi bozulur ve o baktığın taraftaki şeyde yok olur. Sürekli olarak iki tarafı da düşünmek ve dengelemeye çalışmak ise çok zor. Beynimin iki ayrı lobu iki ayrı motor gibi ve bir biri ile yarışırcasına çalışıyor. Bu durum beni çok yoruyor. İnsanlar spor yaparak ya da hareket yaparak ve beslenmelerine dikkat ederek zayıflamaya çalışıyorken ben çoğu gün bir kaç yüz metre yürümekten başka bir şey yapmadığım ve sürekli bir şeyler yediğim halde besinlerden aldığım enerjinin büyük bir kısmını bu işe harcıyorum.
Bu cefanın sefası fazlasıyla aldığını düşünüyorum. Dünyada gerçek aşkı tanımayan o kadar çok kişi var ki Sen bunları bilmiyorsun. Herkes kendini aşık zanneder. Herkesin aşkı en büyük aşktır kendince. Ama gerçek aşklar öyle sık sık olmaz. Gerçek aşkın değerini bilenlere tanınan bir ayrıcalıktır bu. Gördüğü bir güzele hemen aşık olup birkaç gün sonra da aşkı sönenlerle karıştırma bunu. Hani “Mecnun'a demişler, "-Yahu bu kadar övdüğün, senin Leyla'n pek güzel bir şey değilmiş!" Mecnun gülmüş..., "-Sen onu benim gözümle bir görebilsen!" demiş..” İşte aşk böyle bir şeydir. Başkalarının göremediğini gören gözler fark edebilir sadece.

4 Ocak 2011 Salı

Bir Hayatı Değiştiren An





Lisede birinci sınıf öğrencisiydim... Sınıf arkadaşlarımdan birini, okuldan eve dönerken, yolda gördüm. Adı Robert'ti. Bütün kitaplarını, eşofmanları, ayakkabılarını kucaklamış, evinin Yolunu tutmuştu. Kendi kendime, kitapları okuldaki dolapta bırakmayıp da Hepsinibirden evine götürdüğüne göre "Bu arkadaş herhalde 'inek' kelimesinin tanımı olsa gerek" diye dütündüm. Kendi hesabıma, hafta sonu mahalle arası yapacağımız futbol maçından Başka bir şey düşünmüyordum. Bu düşüncelerle yürürken bir baktım ki, karşıdan bir grup çocuk koşarak geliyor. Robert'e çarptılar, kucağındaki bütün kitapları düşürdüler, ardından Robert de tökezlenip sokağın çamurlu bir köşesine yığıldı. Gözlükleri gözünden fırlamış, biraz öteye düşmüştü. Kafasını kaldırdığında, gözlerindeki büyük üzüntü ifadesini fark ettim. İçim sızladı, koşup yardımına gittim. Gözlüklerini ararken Robert'in gözlerinin yaşarmış olduğunu gördüm. Gözlüklerini yerden alıp kendisine uzattım ve "Serseri bunlar, boşver" dedim. "Sağol" dedi ve yüzünde teşekkür dolu çok güzel bir gülümseme belirdi. Yerden kitaplarını topladık, ben nerede oturduğunu sordum. Bir de baktım ki komşuyuz...
"Nasıl olur da seni daha evvel görmedim" diye sorduğumda, özel koleje gittiğini sonradan bizim okula transfer olduğunu anlattı. Böylece Hayatımda ilk kez bir "Kolej çocuğu" ile tanışmış oldum.

Aslına bakacak olursanız eğlenceli biriydi, "Bizimle maç yapmaya gelir misin" teklifimi kabul etti. Hafta sonu beraber takıldık, sadece ben değil arkadaşlarım da onu Sevmeye başlamıştı. Pazartesi sabahı okula giderken onu yine kucağında dev bir kitap Yığınıyla gördüm. "Oğlum bunları taşıya taşıya kol adalesi yapacaksın" dediğimde güldü, bir kısmını bana verdi. Sonraki dört yıl içinde birbirimizin en iyi arkadaşı olduk.

Lise son sınıfta ise, üniversite düşünmeye başladık. Robert New York'a, ben Teksas'a gidecektim. Kilometreler bizi ayırsa da arkadaş kalacağımızı ikimiz de biliyorduk. O doktor olacaktı, ben de futbol bursuyla işletme okuyacaktım. Robert okul birincisiydi, kendisiyle her zaman "Sen de aslında az inek değilsin ha" diye dalgamı geçtim.

Mezuniyet gelip çattığında, okul yönetimi Robert'ten törende bir konuşma yapmasını istedi. Mezuniyet günü bizimki iki dirhem bir çekirdek salona geldi, Gözlükleriyle bile yakışıklı bir hali vardı. Kızlar bakıp duruyordu, için için Hafiften kıskanmadım desem yalan olur. Yanına gittim, az biraz heyecanlıydı, sırtına vurup "Sen bu işin de Hakkını en iyisinden verirsin, merak etme" dedim. "Sağol" dedi, gülümsedi.Kürsüye çıktı, kısa kesik küçük bir öksürük sonrası, konuşmaya başladı:

"Bu mezuniyet günü, bizler için, şu ana gelinceye kadar karşımıza Çıkan güçlükleri yenmemizde bize yardım eden insanlara teşekkür etme zamanıdır. Anne babalarımız, öğretmenlerimiz, takım koçları... Ama en çok arkadaşlarımız! Size burada, arkadaşlığın verebileceğiniz en önemli hediye olduğunu anlatmaya çalışacağım. Size bir hikaye anlatacağım... "

Tanıştığımız ilk günü anlatmaya başladığında hayretle yanımdakilerin Yüzüne baktım. Meğer o hafta sonu kendini öldürmeyi planlamış. Dolaplarını da sonradan annesi okula gidip kalan eşyaları almak zorunda kalmasın diye boşaltmış. Konuşurken bana bakti ve "Sagol, beni kurtardin. Arkadaşim, "beni şimdi telaffuz bile etmek istemedigim şeyi yapmaktan kurtardin" dedi. Okulun en çalışkan en beğenilen insanı, hayatının en zayıf anını anlatırken herkes soluğunu tutmuştu. Annesi ve babası bana bakıp şükranla gülümsediler. İşin bu kadar derin olduğunu asla bilmiyordum. Anlık olayların gücünü hiçbir zaman azımsamayın. Küçücük bir hareketle Bir insanın hayatını değiştirebiliyorsunuz... Daha iyiye veya daha kötüye doğru! Allah hepimize birbirimizin hayatını bir şekilde etkileyebilme gücü vermiş. Bu gücü iyilik için insanlara yönlendirin ve bu his kalbinizde hep taze Hep sıcak kalsın!

Bu Geçecek





Bir öğrenci meditasyon hocasına gider:
"Meditasyonum felaketti. Dikkatimi toplayamadım, ayaklarım ağrıdı, uykum geldi, korkunçtu!"
Hoca sakince yanıtlar:
"Bu geçecek!"
Bir hafta sonra öğrenci yeniden hocasına gelir ve şöyle söyler:
"Meditasyonum harikaydı! Kendimi çok farkında, çok barış dolu, çok canlı hissediyorum! Gerçekten harika!"
Hoca yine sakince yanıtlar:
"Bu geçecek!"

3 Ocak 2011 Pazartesi

Denemeler 2 (Şems-i Tebrizi İle Sohbet)





- Efsane mi?. Ben efsane olmak istemiyorum Şems. Ben O’nu istiyorum, Onunla olmak istiyorum.
- Tedirgin gülümser “Çünkü ayrılık da sevdaya dahil çünkü ayrılanlar hala sevgili.Hiç bir anı tek başına yaşayamazlar.Her an ötekisiyle birlikte her şey onunla ilgili.”
- Artık günlerim günlerden uzun, gecelerim gecelerden sessiz ve karanlık. Sanki bir sonbaharın hüznü var hayatımda, zaman Onsuz işlemiyor, hayat tat vermiyor artık, Onu sevdiğimden bu yana. Her acıyı tattım her çileyi çektim, Doğru bildiğim bir çok şeyi atıverdim bir tarafa, hayatın her cilvesine alıştım, yalnız Onsuzluğa alışamadım.
- “Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir sen zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.”
- Yetmedi mi bunca yıl çektiklerim Şems. Madem bunca yıldır yanı başımdaydın, çektiklerimi de en iyi senin bilmen lazım.
- Hatırlıyor musun yıllar önce Hüdavendigarın türbesini ziyarete gelmiştiniz? Beş kız ve bir de sen. Kızların hepsi Hüdavendigar’a bakıyor, dualar ediyordu, Sen O’na bakıyordun, Ben de sana. Seni ilk görüşüm o gündü. O muhteşem müzede hiçbir şey senin umurunda değildi. Varsa yoksa O idi senin için. Gözlerindeki aşkı gördüm. Hem hoşuma gitti, hem kıskandım, hatta sana kızdım . Benim sevgilim, Hüdavendigar’ım orada dururken, en büyük aşk benim ona aşkım iken, başka bir aşkı görmeye tahammül edemedim. O an karar verdim ve hemen uygulamaya geçtim. Sizi ayırmam lazımdı. Yeryüzünde gelmiş geçmiş en büyük aşk benimkisi olmalı en çok sevilen sevgili benim sevgilim olmalıydı.
- Ne yani. Bütün bu çektiklerim sadece senin kıskançlığın yüzünden miydi yani?
- Tam olarak öyle denemez. Aynı zamanda bir sınavdı bu. Ben sevdiğim için başımı ortaya koymuştum. Bakalım sen neleri ortaya koyabilecektin. Yüreğinin de aşkın kadar büyük mü, yoksa gelip geçici bir heves mi?
- Sonuç?
- İlk sınavlarda çok başarılıydın. Ama bunlar küçük sınavlardı. Zor uzun ve zorluydu. Bir süre sonra hatalar yapmaya başladın. Senin adına üzüldüm inan. Bu kadar yaklaşmışken, kaybedeceğini görüyordum.

- Bir şeyler yapamaz mıydın? İstesem yapabilirdim. Biliyorsun aynı zorlu yollardan ben daha önce geçmiştim. İstesem sana yardım edebilirdim. Ama istemedim.
- Neden istemedin?
- Bak sana bir hikaye anlatayım.”Bir genç,mahallesinden bir kızı sevmişti.Sonra yolları ayrıldı ve genç gurbete gitmek zorunda kaldı....Aradan uzun yıllar geçti,içindeki aşktan zerre miktar eksilme olmadı.Geri dönebildiğinde sevgilisi ona sitem etmiş ve şöyle demişti:

-A gönlüme hükmeden!..Bunca yıl geçti,yolunu gözledim.Ne bir haber, ne bir mektup?..Meğer ne kadar vefasızmışsın?...

Hakiki âşık başını yere eğdi,gözlerinden yaşlar boşandığı sırada cevap verdi:

-Ey sevgili!Yüzünü görmek benim için uğruna ölünecek bir hasret iken,o şerefi postacıya mı bağışlasaydım?..”
- Ne demek istediğini anladım.
- “İkimizin kaderi de aynı Derviş. Ben O’nun için başımı veririm dedim Sen onun için “Her şeyimi veririm” dedin. İkisi de aynı şey yani. O varken her şeyden vazgeçtin. Ama sonra ne oldu? Vazgeçtiğin “her şey” için Ondan vazgeçtin. Yani gerçekten vazgeçemedin.Yanlış yol seçtin. Bedeli Onu kaybetmek olmalıydı. Bir daha asla yan yana dahi gelemeyeceksiniz. Ruhlarınız görüşecek sevişecek ama siz asla bu dünyada bir araya gelemeyeceksiniz....”
........

2 Ocak 2011 Pazar

Denemeler 1 (Şems-i Tebrizi İle Sohbet)





Nereye gideceğini bilmeyen bir gemi gibiyim. Sekiz saat vaktim var, sekiz dakika planım yok. Dalgın dalgın yürüyorum yolda. Bir kavşağa geliyorum. Düz mü gitsem sağa mı dönsem sola mı? Yoksa geri dönüp geldiğim yere mi gitsem? Çoğunluk düz gidiyor ya da sağa dönüyor. Geldiğim yolu gördüm ve biliyorum. En sakin yöne, sola dönüyorum. Yürüdükçe yol daha da sakinleşiyor. Tek tük insanlar var yollarda. Onlar da ya fırına ya da markete gidip gelen insanlar. Uykulu gözler ve asık suratlarla hemen işlerini halledip tekrar evlerine girme telaşındalar. Bir bayram sabahının huzuru ve mutluluğundan eser yok yüzlerinde ve gözlerinde. Birkaç dakika sonra ilk kez başımı hafifce yukarı kaldırıp kış gününde etrafı ısıtmak için tüm gücünü kullanan güneşe bakıyorum. Gökyüzü pırıl pırıl. Bayramı tek yaşayan güneş ve gökyüzü sanki. Hemen sağ tarafımda bir tabelaya gözüm ilişti. “Şems-i Tebrizi Camii ve Türbesi” yazıyordu. Oysa ben yıllarca bu şehirde yaşamış ve hemen hemen her yıl bu şehre en az birkaç kez gelmiş biri olarak bu türbenin başka bir semtte olduğunu sanıyordum. Tabela daracık bir sokağı gösteriyordu. Sokak alabildiğine ıssız, sanki terkedilmiş gibiydi. Biraz yürüdüm ve karşımda yine eski evler duruyordu. Sanki bir çıkmaz sokak gibiydi ama etrafta Cami ya da türbeye benzer bir şey yoktu. Tabela da yoktu. Biraz daha ilerleyince yolun ikiye ayrıldığını gördüm. Sağa ve sola doğru iki dar yol vardı yine. Sağ taraftan dört beş genç geliyordu. Ben yine sol tarafı seçtim ve yürüdüm. Az sonra karşıma şirin bir park çıktı. Parkta oturan genci yaşlısı küçük bir kalabalık var. Hemen sağ tarafta Şems-i Tebrizi Camii ve Külliyesi yazan bir bina. Binanın içi bomboş. Biraz çekiniyorum girmeye. Herkes neden dışarıda bekliyor, neden kimse girmiyor diye kafamdan geçirdim bir an ama camiye doğru yürümeye de devam ettim. İçeriye girdim ve Şems-i Tebrizi karşımdaydı.



- Hoş geldin Derviş, Ben de seni bekliyordum….
- Beni mi bekliyordun?
- Evet. Baksana, kimseyi içeri almadım, dışarıda ıoonlarca insan var ama hiç biri girmiyor. Bu tesadüf olabilir mi? Yıllar sonra seninle baş başa konuşmak istedim.
- Şaşırdım. Ben senle karşılaşacağımızı ve sohbet edeceğimizi tahmin etmiyordum.
- Ben hepsini biliyordum. Her şeyin bir zamanı vardır. O zamanı bekliyordum. Ben yirmi yıldır seni izliyorum. Senden gittim sanıyorsun ama aslında ben senden hiç gitmedim. Her an yanındaydım. Sadece sen beni göremiyordun o kadar. Sesimi duyma diye yirmi yıldır hiç konuşmuyordum. Sessizce yanı başında seni izliyordum.



- Uzun bir süre yirmi yıl. Peki neden bunca yıl bekledin konuşmak için.
- Bazı şeyleri zamana bırakmak gerekir.Zaman her şeyin en iyi ilacıdır. Yaraların iyileşmesi için de zamana ihtiyaç vardır meyvenin olgunlaşması için de. “Allah kılı kırk yaracak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır; bir de ölmek zamanı”. Bazı şeyleri kendin yaşayıp görmen gerekiyordu. Sen bunları yaşamadan Benim söyleyeceklerimi anlaman ve uygulaman imkansızdı.
- Anladım. Peki şimdi zamanı geldi mi? Seni anlayabilecek miyim?
- Tam emin değilim. Bence zamanı geldi ama bundan emin olmak için yaşayıp görmek lazım. Yani yine zamana bırakmamız gerekiyor.
- Anlaştık. Seni dinliyorum.
- “Ben”i değil “Sen”i dinle ve ne konuştuğunuzu bana da söyle.
- Beni mi dinleyeyim? İyi ama nasıl? Öğret bana.
- Sen zaten bunu biliyorsun. Her insan bunu bilir ama pek uygulamaz. Bir dene, sandığın kadar zor olmadığını göreceksin.
- peki, deneyeyim.

"Sevmek.." dedim.
"Yoluna ölmek" dedi.
"Yol ? " dedim.
"Alıp başını gitmek" dedi.

"Gitmek ?" dedim.
Bir "ahh" çekip, "Dostlardan ayrılmak" dedi.

"Dost ?" dedim.
Durdu, Bana baktı.
"Dost.." diye mırıldandı.
"Yüreğime nasıl koysam bilemediğim" dedi.

"Yürek ?" dedim.
"Dünyaları içine sığdıramadığım" dedi.

"Dünya?" dedim.
"Hayatın bir yüzü" dedi.

"Yüz?" dedim.
"Ardında ne gizli bilemediğim" dedi.

"Giz?" dedim.
"Hep çözmeye çalıştığım" dedi.

"Çalışmak ?" dedim.
"Bitmeyecek öykü" dedi.

"Öykü?" dedim.
"Binlercesini içimde gizliyorum" dedi.

"Gizlemek?" dedim.
"işte, her şeyin bitimi" dedi.

"Şey ?" dedim.
"sevda" dedi.

"sevda?" dedim.
"peşinden koştuğum" dedi.

"koşmak?" dedim.
"hayat bir maraton" dedi.

"hayat?" dedim.
"öyle kısa ki!" dedi.

"niçin kısa?" diye sordum.
"yaşanacak çok şey var, zaman yok" dedi.

"yaşanması gereken ne var? " diye sordum.
"aşk" dedi.

"kaç kere?" diye sordum.
"bin kere" dedi, "milyon kere"

"neden bir kere değil?" diye sordum.
"bütün aşkların toplamı, en yüce ve tek aşk" dedi.

"önce ona varsan olmaz mı?" diye sordum.
"keşke olsa" dedi, "ama önce yoğrulmak gerek"

"acı çekmek mi?" diye sordum.
"evet, aşk acısında yok olmak" dedi.

"yok olunca!" dedim.
"işte gerçek aşkı da o zaman yaşamaya başlarsın" dedi.

"gerçek aşk!" dedim.
"büyük o!" dedi.

Durdum. Durdum. Ve sustum!

"neden sustun?" diye sordu.

"yüreğim titredi sanki" dedim.

"neden?" diye sordu.

"bilmiyorum" dedim. "büyük o!"

"evet" dedi, "büyük o!"

"nerede?" diye sordum.
"her yerde" dedi.

"nasıl?" diye sordum.
"yüreğini aç" dedi.
"yüreğimi açmak!" dedim.
"bir tebessümle bak her şeye" dedi.

"tebessüm" dedim.
"her kapının anahtarı" dedi.

"kapı" dedim.
"girmeden bilemezsin" dedi.

"ya korku!" dedim.
"bilinmeyenden korkar insan" dedi.

"ben bilmiyorum" dedim.

"neyi?" diye sordu.

"ben'i" dedim.
"sen kimsin?" diye sordu.
"ben kimim?" diye sordum.
"sevgiyle beslenensin" dedi.
"kimin sevgisiyle?" diye sordum.

"büyük O'nun" dedi.
Durdum. Durdum. Yine sustum.

"kimsin?" diye sordum.
SENİM dedi…




- “Sen”i dinleyince “Ben”i anladın mı? dedi, Şems.
- Anladım dedim.
- “Vedalar canını sıkmasın. Yine buluşabilmek için bir ‘hoşçakal’ gereklidir.”
- Başka türlü bir yolu yok mu bunun? İlla bir “hoşcakal” şart mıydı?
- “İki kişi birbirlerini severde kavuşurlarsa,mutluluk olur, biri kaçar öbürü kovalarsa aşk olur, ikiside sever lakin birleşemezlerse işte o zaman efsane olur”...

Popüler Yayınlar