18 Temmuz 2011 Pazartesi

Mütereddit olmanın dayanılmaz hafifliği







Bulanlardan mısınız yoksa arayanlardan mı? Bilenlerden misiniz yoksa öğrenenlerden mi?

Katı mı zihninizin halleri yoksa sıvı mı?

Daim öğretmen misiniz şu hayatta yoksa daim öğrenci mi?

Öğretmeyi mi seviyorsunuz öğrenmeyi mi?

Doksan yaşına geldiğinizde de yeni bir şeyler öğrenmekten heyecan duyabilir misiniz yoksa ununu eleyip eleğini çoktan duvara asanlardan mısınız?

Vaktinden evvel yaşlananlardan mısınız yoksa asla yaşlanmamak için uğraşanlardan mı? Ya da yaşını doğallıkla taşıyanlardan mısınız?

Varmayı mı tercih ediyorsunuz gitmeyi mi?

Sahip olmayı mı seviyorsunuz yoksa var olmayı mı?

Bir yere ulaşmadan, ulaşmayı dahi amaçlamadan, sırf gidebilmenin güzelliği için yollara düşebilir misiniz? İlla ki bir paye, bir derece, bir rütbe ya da zaferler için değil, hatta bir "şey" olmak için bile değil.... Yaşamı sırf yaşanılası olduğu için, baldan âlâ, sudan aziz bir iksir gibi yudum yudum içebilir misiniz? Sevebilir misiniz? Karşılıksız, beklentisiz, hesapsız, çıkarsız, özgür bırakarak... Sırf bir başkasının iyiliğini, mutluluğunu isteyerek.

AŞK dışı süslü içi boş bir kelime mi size göre? Yoksa kâinatın özü, cevheri, yaradılışın gayesi mi? Hiç tanımadığınız ve muhtemelen tanışmayacağınız bir insan için dua eder misiniz? Öyle yüzeysel geçiştirerek ya da lafın gelişi değil, derinden hissederek. Ağlaya ağlaya....

Yoksa bütün dualarınız sadece kendiniz ve sizin tanıdıklarınız için mi saklı?

Sizden daha kıdemli, daha başarılı, daha zengin, daha güzel ya da yakışıklı... Velhasıl "daha ve daha" gibi görünen bir insanın iyiliğini en az kendi iyiliğinizi istediğiniz gibi isteyebilir misiniz? Samimiyetle, yürekten... Nefsinizi bir tüy gibi avucunuza yerleştirip uzaklara üfleyebilir misiniz? Şu yeryüzünde insanın insana hayrı dokunması gerektiğine inanır mısınız? Yoksa insanın insanın kurdu olduğuna inanmayı mı tercih edersiniz? Sizce insan denilen mahlûk fıtrat itibarıyla iyi midir yoksa kötü mü?

Her Ademoğlu Havvakızı doğuştan iyi mi gelir bu dünyaya ve sonradan bozulur? Şartlardan, sistemden, toplumdan dolayı... Yoksa doğuştan fesattır da insan, yasalar ve kurallar aracılığıyla mı biraz olsun durulur? Dikey mi bakarsınız hayata ve dünyaya? Hiyerarşik, tepeden, yukarıdan... Sırça köşkünüzden? Yoksa yatay mı bakarsınız? Herkesi eşit bir düzlemde konumlandırarak... En sevdiğiniz şekil kare midir; köşeli, kapalı?

Yoksa çember mi tercihiniz? Durmadan dönen ve yenilenen, her noktanın her noktaya aynı mesafede kaldığı?

Sizin gibi düşünmeyenleri de kucaklayabilir misiniz? Sevebilir misiniz? Yoksa sadece size benzeyenlerle mi yaşamak isterdiniz? Demokrasiyi sadece kendiniz için mi istersiniz? Yoksa herkes için mi? Ekmeğinizi, suyunuzu, hayallerinizi, fikirlerinizi paylaşır mısınız başkalarıyla? Yoksa sadece kendinize mi saklamak istersiniz? Eleştirilmekten korkar mısınız başkalarını habire eleştirdiğiniz halde? Sahi katı mı zihniniz taş gibi, kaya gibi, duvar gibi yoksa su gibi akmakta mı yüreğiniz çağıl çağıl, öylesine taşkın?

Damı akmayan, gemisi su almayan insan yok ki şu hayatta. Varsa da rol yapıyor demektir. Kahramanlar yok aramızda. Kahramanlara ihtiyacımız da yok aslında. Bir zamanlar Bertold Brecht´in dediği gibi "ihtiyacımız olan şey kahramanlar değil, kahramanlara ihtiyaç duymayan bir toplum olmalı." Kimse mükemmel değil. Kimse sandığı kadar diğerlerine üstün değil. Bunu bir anlasak, mantıkla değil yürekle anlasak, ne kibir kalır dilimizde, ne önyargılar zihnimizde.

Mütereddit güzel kelime. Tereddüt besleyen, şüphe eden....

Maddenin nasıl katı, gaz ve sıvı halleri varsa, insan zihninin de aynen öyle halleri var. Maddenin katı hali: İnsanın mutlakiyetçi hali. Maddenin sıvı hali: İnsanın yaratıcı hali. Maddenin gaz hali: İnsanın mütereddit hali.

Mutlakiyetçi zihniyet, köşeli, katı ve keskindir. Kelimeleri kurumuş çimento gibi rap rap dizer üst üste. Dili ustura gibi kullanır. Keser, biçer, kategorilere sokar. "Onlar" ve "bunlar" diye ayrılmıştır dünyası. Ara tonları görmez, göremez. Mutlakiyetçilik bir nevi renk körlüğüdür. Sadece siyah-beyaz bir dünyada yaşar kişi. Nüansları bilmeden.

Yaratıcı zihin, tam tersine, ayrıntıları sever. Fikirlerle doludur. Nobran genellemelerle düşünmez. Nüanslara dikkat eder, ara tonlara. Yepyeni sentezler yaratır. Renkleri karıştırır. Su gibidir yaratıcı insan. Kabında duramaz. Dursa bile sığamaz. Akması lâzım illa ki. Uzaklara, öteye, daha evvel denenmemiş işlere, varılmamış yerlere....

Mütereddit zihin ise mütevazıdır. Öğrenmeye açıktır, kâinatı kitap gibi okumak ister, daima samimiyetle sorgular. Sadece başkalarını değil, kendini de, kendi doğrularını da. Kibirden arınmıştır. Derviştir içi.

Zihnin katı hallerinden sıvı ve gaz hallerine geçmek dileğiyle... Daha çok yaratıcılık, daha çok hoşgörü için.

Elif Şafak

14 Temmuz 2011 Perşembe

BAĞIŞLA BİZİ AĞUSTOS BÖCEĞİ








Ağustosböceği ile Karınca” öyküsünü bilmeyen yoktur herhalde. Tüm yaz boyunca çalışan didinen sevimli karıncayla ona inat, yan gelip yatan, saz çalıp şarkılar söyleyen, eğlence düşkünü ağustosböceğinin öyküsünü.

Yıllarca bu öyküyü anlattık bilmeyenlere ve çocuklara hep çalışkanlığı öğretmek için karıncayı örnek gösterdik. Ağustosböceğine ise “Tembel” dedik, “Vurdumduymaz” dedik, “Çalışmazsanız onun gibi alay konusu olursunuz” dedik, öğüt verdiklerimize. Karıncayı yücelttik, onu ise hep yerdik, ne büyük haksızlık ettik ona, hiç bilmedik gerçeği...

Oysa o bir anneydi, hem de en özverili anne. Peki, karınca gece gündüz çalışırken o neden hep oturuyordu hiç kalkmıyordu yerinden, neden saz çalıp durmadan şarkılar söylüyordu?

Çünkü ağustosböceği yumurtalarını henüz bırakmıştı ve yumurtalarının olgunlaşıp birer yavru olması için çok yüksek bir ısıya gerek vardı. Hem de öyle yüksek bir ısı ki ağustos sıcağının o kavurucu etkisi bile az geliyordu. Bu yüzden ağustosböceği o sıcakta yumurtalarının üzerinde durmak zorundaydı. Yumurtalarının olgunlaşması için her şeyi yapmalıydı ve biz bunu hiç anlamıyorduk. Ve bu ısı hâlâ yetmiyordu; daha fazla ısı için yumurtalarına kanatlarını sürtüyor, çırpınıyor çırpınıyordu yavruları için... Biz bunu da eğlence sanıyorduk kanatlarından çıkan vızıltıları duyup, ağustosböceği saz çalıyor diyorduk ne de çok yanılıyorduk... Bu da yetmezmiş gibi sıcaktan kavrulan, vücudunu parçalarcasına kendini mahveden bu annenin iniltilerini, çığlıklarını anlamıyor ve ağustosböceğini şarkı söylemekle suçluyorduk; nasıl da yanılıyorduk. Ve kış boyunca zor durumda kalmasına aldırmıyor, “O bunu hak ediyor” bile diyorduk.

Ama onu anlayan birisi vardı. Yakın dostu karınca aslında onun ne denli acı çektiğini biliyordu ve ona “Sabret dostum tüm bu acıların karşılığında mutlu olacaksın” diyordu. “Yavrularını kucağına aldığında tüm bu çektiklerine değecek, o anki mutluluğunu birlikte paylaşacağız. Çünkü ben ikimize hatta yavrularına da yetecek kadar yiyecek topluyorum.”

Biz ise karıncayı da suçluyorduk, belki de. Yaz gelip geçip de kış iyiden iyiye kendini gösterdiğinde karınca ağustosböceğine
“Yazın çaldın saz, şimdi oyna biraz” demiyordu da aslında, biz yanlış anlamıştık o tümceyi, “Dostum çok çektin bu yaz, şimdi rahatla biraz” diyordu. Ve yemeğini ağustosböceği ve minik yavrularıyla paylaşıyordu...
Şimdi herkesten kendisini ağustosböceğinin yerine koymasını istiyorum. O kadar özveri göstereceksin, onca acı ve eziyet çekeceksin. Ve sonra bunun karşılığını almayı bir kenara bırakın çevreniz tarafından horlanıp, küçük görüleceksiniz. Ne kadar da acı verici!

İşte bu yüzden, insanlar karşısındakinin durumunu hiç düşünmeden onları yargılamamalı, onun sergilediği davranışın altındaki nedenleri görebilmeli ve ona gerektiğinde kucak açıp yardım edebilmeli, çünkü gerçek sevgi bu dayanışmanın içinde gizli.

Gelin, işe ağustosböceklerinden özür dileyerek başlayalım. Ve bundan sonra insanların hareketlerinin nedenlerini dinlemeden onları yargılamayalım; aksine sorunlarını çözmek için onlara yardım edelim.
Çok üzgünüm ağustosböceği, beni affet.

Ferdi Kalem

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Mütereddit olmanın dayanılmaz hafifliği







Bulanlardan mısınız yoksa arayanlardan mı? Bilenlerden misiniz yoksa öğrenenlerden mi?

Katı mı zihninizin halleri yoksa sıvı mı?

Daim öğretmen misiniz şu hayatta yoksa daim öğrenci mi?

Öğretmeyi mi seviyorsunuz öğrenmeyi mi?

Doksan yaşına geldiğinizde de yeni bir şeyler öğrenmekten heyecan duyabilir misiniz yoksa ununu eleyip eleğini çoktan duvara asanlardan mısınız?

Vaktinden evvel yaşlananlardan mısınız yoksa asla yaşlanmamak için uğraşanlardan mı? Ya da yaşını doğallıkla taşıyanlardan mısınız?

Varmayı mı tercih ediyorsunuz gitmeyi mi?

Sahip olmayı mı seviyorsunuz yoksa var olmayı mı?

Bir yere ulaşmadan, ulaşmayı dahi amaçlamadan, sırf gidebilmenin güzelliği için yollara düşebilir misiniz? İlla ki bir paye, bir derece, bir rütbe ya da zaferler için değil, hatta bir "şey" olmak için bile değil.... Yaşamı sırf yaşanılası olduğu için, baldan âlâ, sudan aziz bir iksir gibi yudum yudum içebilir misiniz? Sevebilir misiniz? Karşılıksız, beklentisiz, hesapsız, çıkarsız, özgür bırakarak... Sırf bir başkasının iyiliğini, mutluluğunu isteyerek.

AŞK dışı süslü içi boş bir kelime mi size göre? Yoksa kâinatın özü, cevheri, yaradılışın gayesi mi? Hiç tanımadığınız ve muhtemelen tanışmayacağınız bir insan için dua eder misiniz? Öyle yüzeysel geçiştirerek ya da lafın gelişi değil, derinden hissederek. Ağlaya ağlaya....

Yoksa bütün dualarınız sadece kendiniz ve sizin tanıdıklarınız için mi saklı?

Sizden daha kıdemli, daha başarılı, daha zengin, daha güzel ya da yakışıklı... Velhasıl "daha ve daha" gibi görünen bir insanın iyiliğini en az kendi iyiliğinizi istediğiniz gibi isteyebilir misiniz? Samimiyetle, yürekten... Nefsinizi bir tüy gibi avucunuza yerleştirip uzaklara üfleyebilir misiniz? Şu yeryüzünde insanın insana hayrı dokunması gerektiğine inanır mısınız? Yoksa insanın insanın kurdu olduğuna inanmayı mı tercih edersiniz? Sizce insan denilen mahlûk fıtrat itibarıyla iyi midir yoksa kötü mü?

Her Ademoğlu Havvakızı doğuştan iyi mi gelir bu dünyaya ve sonradan bozulur? Şartlardan, sistemden, toplumdan dolayı... Yoksa doğuştan fesattır da insan, yasalar ve kurallar aracılığıyla mı biraz olsun durulur? Dikey mi bakarsınız hayata ve dünyaya? Hiyerarşik, tepeden, yukarıdan... Sırça köşkünüzden? Yoksa yatay mı bakarsınız? Herkesi eşit bir düzlemde konumlandırarak... En sevdiğiniz şekil kare midir; köşeli, kapalı?

Yoksa çember mi tercihiniz? Durmadan dönen ve yenilenen, her noktanın her noktaya aynı mesafede kaldığı?

Sizin gibi düşünmeyenleri de kucaklayabilir misiniz? Sevebilir misiniz? Yoksa sadece size benzeyenlerle mi yaşamak isterdiniz? Demokrasiyi sadece kendiniz için mi istersiniz? Yoksa herkes için mi? Ekmeğinizi, suyunuzu, hayallerinizi, fikirlerinizi paylaşır mısınız başkalarıyla? Yoksa sadece kendinize mi saklamak istersiniz? Eleştirilmekten korkar mısınız başkalarını habire eleştirdiğiniz halde? Sahi katı mı zihniniz taş gibi, kaya gibi, duvar gibi yoksa su gibi akmakta mı yüreğiniz çağıl çağıl, öylesine taşkın?

Damı akmayan, gemisi su almayan insan yok ki şu hayatta. Varsa da rol yapıyor demektir. Kahramanlar yok aramızda. Kahramanlara ihtiyacımız da yok aslında. Bir zamanlar Bertold Brecht´in dediği gibi "ihtiyacımız olan şey kahramanlar değil, kahramanlara ihtiyaç duymayan bir toplum olmalı." Kimse mükemmel değil. Kimse sandığı kadar diğerlerine üstün değil. Bunu bir anlasak, mantıkla değil yürekle anlasak, ne kibir kalır dilimizde, ne önyargılar zihnimizde.

Mütereddit güzel kelime. Tereddüt besleyen, şüphe eden....

Maddenin nasıl katı, gaz ve sıvı halleri varsa, insan zihninin de aynen öyle halleri var. Maddenin katı hali: İnsanın mutlakiyetçi hali. Maddenin sıvı hali: İnsanın yaratıcı hali. Maddenin gaz hali: İnsanın mütereddit hali.

Mutlakiyetçi zihniyet, köşeli, katı ve keskindir. Kelimeleri kurumuş çimento gibi rap rap dizer üst üste. Dili ustura gibi kullanır. Keser, biçer, kategorilere sokar. "Onlar" ve "bunlar" diye ayrılmıştır dünyası. Ara tonları görmez, göremez. Mutlakiyetçilik bir nevi renk körlüğüdür. Sadece siyah-beyaz bir dünyada yaşar kişi. Nüansları bilmeden.

Yaratıcı zihin, tam tersine, ayrıntıları sever. Fikirlerle doludur. Nobran genellemelerle düşünmez. Nüanslara dikkat eder, ara tonlara. Yepyeni sentezler yaratır. Renkleri karıştırır. Su gibidir yaratıcı insan. Kabında duramaz. Dursa bile sığamaz. Akması lâzım illa ki. Uzaklara, öteye, daha evvel denenmemiş işlere, varılmamış yerlere....

Mütereddit zihin ise mütevazıdır. Öğrenmeye açıktır, kâinatı kitap gibi okumak ister, daima samimiyetle sorgular. Sadece başkalarını değil, kendini de, kendi doğrularını da. Kibirden arınmıştır. Derviştir içi.

Zihnin katı hallerinden sıvı ve gaz hallerine geçmek dileğiyle... Daha çok yaratıcılık, daha çok hoşgörü için.

Elif Şafak

14 Temmuz 2011 Perşembe

BAĞIŞLA BİZİ AĞUSTOS BÖCEĞİ








Ağustosböceği ile Karınca” öyküsünü bilmeyen yoktur herhalde. Tüm yaz boyunca çalışan didinen sevimli karıncayla ona inat, yan gelip yatan, saz çalıp şarkılar söyleyen, eğlence düşkünü ağustosböceğinin öyküsünü.

Yıllarca bu öyküyü anlattık bilmeyenlere ve çocuklara hep çalışkanlığı öğretmek için karıncayı örnek gösterdik. Ağustosböceğine ise “Tembel” dedik, “Vurdumduymaz” dedik, “Çalışmazsanız onun gibi alay konusu olursunuz” dedik, öğüt verdiklerimize. Karıncayı yücelttik, onu ise hep yerdik, ne büyük haksızlık ettik ona, hiç bilmedik gerçeği...

Oysa o bir anneydi, hem de en özverili anne. Peki, karınca gece gündüz çalışırken o neden hep oturuyordu hiç kalkmıyordu yerinden, neden saz çalıp durmadan şarkılar söylüyordu?

Çünkü ağustosböceği yumurtalarını henüz bırakmıştı ve yumurtalarının olgunlaşıp birer yavru olması için çok yüksek bir ısıya gerek vardı. Hem de öyle yüksek bir ısı ki ağustos sıcağının o kavurucu etkisi bile az geliyordu. Bu yüzden ağustosböceği o sıcakta yumurtalarının üzerinde durmak zorundaydı. Yumurtalarının olgunlaşması için her şeyi yapmalıydı ve biz bunu hiç anlamıyorduk. Ve bu ısı hâlâ yetmiyordu; daha fazla ısı için yumurtalarına kanatlarını sürtüyor, çırpınıyor çırpınıyordu yavruları için... Biz bunu da eğlence sanıyorduk kanatlarından çıkan vızıltıları duyup, ağustosböceği saz çalıyor diyorduk ne de çok yanılıyorduk... Bu da yetmezmiş gibi sıcaktan kavrulan, vücudunu parçalarcasına kendini mahveden bu annenin iniltilerini, çığlıklarını anlamıyor ve ağustosböceğini şarkı söylemekle suçluyorduk; nasıl da yanılıyorduk. Ve kış boyunca zor durumda kalmasına aldırmıyor, “O bunu hak ediyor” bile diyorduk.

Ama onu anlayan birisi vardı. Yakın dostu karınca aslında onun ne denli acı çektiğini biliyordu ve ona “Sabret dostum tüm bu acıların karşılığında mutlu olacaksın” diyordu. “Yavrularını kucağına aldığında tüm bu çektiklerine değecek, o anki mutluluğunu birlikte paylaşacağız. Çünkü ben ikimize hatta yavrularına da yetecek kadar yiyecek topluyorum.”

Biz ise karıncayı da suçluyorduk, belki de. Yaz gelip geçip de kış iyiden iyiye kendini gösterdiğinde karınca ağustosböceğine
“Yazın çaldın saz, şimdi oyna biraz” demiyordu da aslında, biz yanlış anlamıştık o tümceyi, “Dostum çok çektin bu yaz, şimdi rahatla biraz” diyordu. Ve yemeğini ağustosböceği ve minik yavrularıyla paylaşıyordu...
Şimdi herkesten kendisini ağustosböceğinin yerine koymasını istiyorum. O kadar özveri göstereceksin, onca acı ve eziyet çekeceksin. Ve sonra bunun karşılığını almayı bir kenara bırakın çevreniz tarafından horlanıp, küçük görüleceksiniz. Ne kadar da acı verici!

İşte bu yüzden, insanlar karşısındakinin durumunu hiç düşünmeden onları yargılamamalı, onun sergilediği davranışın altındaki nedenleri görebilmeli ve ona gerektiğinde kucak açıp yardım edebilmeli, çünkü gerçek sevgi bu dayanışmanın içinde gizli.

Gelin, işe ağustosböceklerinden özür dileyerek başlayalım. Ve bundan sonra insanların hareketlerinin nedenlerini dinlemeden onları yargılamayalım; aksine sorunlarını çözmek için onlara yardım edelim.
Çok üzgünüm ağustosböceği, beni affet.

Ferdi Kalem

Popüler Yayınlar