30 Mart 2012 Cuma

NASİPSE ...






Tarihi Semerkand şehrinden yola çıkmak üzere olan bir tacir, develerinden birinin sırtında semer olmadığını görünce, ilk gördüğü dükkandan içeri daldı. Dükkanın ustası namaz için mescide gittiğinden, işlerle çırak ilgilenmekte idi.

“Buyur beyim!”

“Bana acilen bir semer gerek”

“Hazırda semerim yok beyim, siz siparişinizi verin üç beş güne kadar hazır ederiz”

“Evladım senin ağzın ne söylüyor. Ben bugün yola çıkıyorum. Develerimden birinin sırtı boş. Neden boş gitsin hayvan. Ona bir semer vurmalyıım hmen..”

“İyi de beyim, hazırda yeni semerim yok.. Ben sana ne vereyim..”

“Fesübhanallah, Görmez misin kervan düzülmüş. Birazdan kervancıbaşının narasını duyarsın. Yola çıkacağız, hadi bak etrafına ve bana bir semer bul”

Semercinin çırağı ümitsizce sağa sola bakınırken, yıllardır tavanda asılı eski bir semere gözü ilişti.

“Bak efendi! Şu eski semer yıllardır orada asılı durur. Ne biz sattık, ne de almak isteyeni çıktı. Madem işin acele kırk para ver, al onu götür.”

Kervancının canı burnundaydı. Semerin iyisni kötüsünü, eskisini yenisini görecek hali mi vardı.

“Al parayı” dedi. “Al şu kırk parayıda ver bana o semeri”

Çırak o eski semeri iyi bir fiyata sattığı için sevinçli idi. Ustasına yaptığı bu karlı ticareti müjdelediğinde, kimbilir o da, ne kadar sevinecekti. TAcir, semeri aldığı gibi develerin yanına koştu. Az sonra semerci ustası dükkanına geldi.

“Selamunaleyküm”

“Aleykümselam usta! Sana iyi bir haberim var”

“De hele!”

“Şu tavana astığın eski semer var ya”

Ustanın gözü birden tavanda semerin asılı olduğu yere kaydı. Baktı semer yok, adamcağızın benizi oracıkta soluverdi. Dizlerini bir titreme aldı, dudaklarını da..

“Eee ne oldu evladım o semere”

“Bir kervancı geldi, tüccar bir adam. Aceleden semere ihtiyacı vardı. O eskidir işe yaramaz dediysem de dinletemedim. Kırk paraya sattım gitti..”

Usta olduğu yere çöktü. Meğer o semer adamcağızın kumbarası imiş. Senelerdir dişinden tırnağından arttırdığı altınları o semerin içinde saklarmış.

“Desene evladım, kırk yıllık mahsül kırk paraya gitti”

Çırak işin aslını astarını öğrenince, ustasından daha da üzüldü. Yaptığı hatanın kederinden ağlamaya, inleyip dövünmeye başladı. Usta olgun adamdı:

“Evladım üzülme böyle..” dedi. “Nasip ise gelir Hint’ten Yemeden’den. Nasip değil ise ne gelir elden..”

Aradan uzun bir vakit geçti. Ilık gölgelikli bir öğle vakti. O eski semeri kırk paraya alan tüccar, semerci dükkanının kapısında beliriverdi. Semer de yanında idi.

“Ben altı ay evvelisinde bu semeri sizden kırk paraya almış idim. Fakat yolda aklıma takıldı durdu. Bana bunu satan çırağın ustası acaba bu ticaretten razı geldi mi? Çırak benim acelem yüzünden ustasna soramamıştı. Ya usta bu alışverişten razı gelmedi ise ya çırağı azarlayıp cezalandırdı ise diye düşünüp durdum. İşte semeriniz, bunu geriye alın. BAna iyisinden yepisyeni bir semer yapın.”

Çırak ve usta birbirlerinin yüzlerine baktılar. Her ikisinin de aklından aynı şeyler geçiyordu:

“Nasip ise gelir Hint’ten Yemeden’den. Nasip değil ise ne gelir elden.”

29 Mart 2012 Perşembe

FARKINDALIK ÜZERİNE







Bir zamanlar bir psikoloji kitabında okuduğum bir bölüm vardı. Hayatın ve getirilerin kıymetini anlamak için tavsiye edilen bir metod vardı içinde. Deniyordu ki; ’’Arada bir, çok bunaldığınızda, hayatın sizin için çekilmez bir hala geldiğini düşündüğünüzde kendinize 10 dakika ayırın ve kendi cenaze töreninizi düşünün.’’
Cümleyi ilk okuduğumda çarpılmıştım. Ben girişin akabinde pozitif bir gelişme ve tavsiye bekliyordum; ama -kendi ölümünüzü ve cenazenizi düşünün- diye bir tavsiye geliyordu.
Tüylerim diken diken oldu ve yazarın saçmaladığını düşündüm o an. Ama önyargı düşmanı biri olarak okumaya devam ettim.
Diyordu ki; ’’Bunları düşündüğünüzde dünyadaki yerinizi, dünyayı terk ettiğinizde oluşacak boşluğu, sevdikleriniz ve sizi sevenler için öneminizi anlayacaksınız...
Özellikle insanların sizin için neler söylediklerini, onlar için ne ifade ettiğinizi hissetmeye çalışın.
O anda geriye dönme şansınız olmayacağını, hayat denen kredinizin bittiğini ve onlara yanıt verme şansınızın olmadığını düşünün. Tekrar sarılma, bir kez daha öpme ihtimalinizin bittiğini hissedin. Dünyadaki küslüklerin, ayrılıkların, kavgaların yanında bunların ve geri dönülmezliğin korkunç çaresizliğini yaşayın.
Bırakın canınız yansın, bırakın alevler içinde kavrulsun tüm ruhunuz. Orada o musalla taşında düşünün kendinizi, seyredin şu an çevrenizde olanların yüz ifadelerini. Akıllarından ve yüreklerinden geçen cümleleri hayal edin.
Kitaba devam etmeden bıraktım kenara ve gözlerimi kapatıp aynen düşünmeye başladım.
Eşimi, oğlumu, annemi, babamı, kardeşlerimi ve diğer tüm çevremi oturttum tek tek kendi cenaze törenimdeki yerlerine...Birer birer yerleştirdim tabutumun çevresine hepsini.
Hayatımda çok nadir bu kadar canım yanmıştı.
Görüyordum işte ’’babaaa’’ diye ağlayan biricik oğlumu. Eşim kucağında -ağlayan emanetimle- ayakta durmaya çalışıyordu per perişan. Kara çınar babacığım, belli belirsiz dualar okuyordu. Annem, ciğerinden bir parça canlı canlı koparılmış gibi hem içine hem dışına akıtıyordu göz yaşlarını.
Kardeşlerim, akrabalarım ’’ Çok erken gitti, doyamadı oğluna...!’’ diyordu acıyan ses tonlarıyla.
Ve dostlarım... Onlar da şaşkındı... Bazısı ’’Daha dün birlikteydik, nasıl olur?’’ diyordu.
Bunları seyredip onlara ’’Hayır ölmedim, burdayım!’’ demek istedim hayal olduğunu unutup.
Sonra anladım yazarın ne demek istediğini daha devamını okumadan kitabın.
Farkındalık önemli bir kavramdır psikolojide. Belki de hiç aklımıza gelmeyen ve gelemeyecek bir farkındalığı göstermek istemişti yazar.
Kitabı okumaya ne gücüm kalmıştı ne de isteğim. Almam gereken mesajı almıştım .Şimdi ne kitabın adını ne de yazarın adını hatırlamıyorum. Şu an bunları yazarken bile çok kötü oldum. Bu olayda tek farkındalık da yok üstelik.
Biraz kendime geldikten sonra devam ettim hayatımın en zor hayaline. Sırada çevremdekilerin ölümümün akabinde ne söyledikleri vardı. Usulen ve nezaketen söylenenlerin dışında. Onlarda bıraktığım izleri, yaşananlar ve yaşanamayanları elden geçirerek ben konuşturacaktım hayalimde. İçlerini okuyacaktım seneryo bana ait olarak. Yaşarken neler yazmıştım, ölümümle neler okuyacaktım...
Gerçek duygularıydı ulaşmaya çalıştığım, ölüm acısıyla girilen duygusal mod değildi, deşifre etmem gereken metin.
Canım oğlumun söyleyecek çok şeyi yoktu. Özleyecekti, yokluğumu hissedecekti, ağlayacaktı aklına geldikçe. Belki ölümün ne anlama geldiğini hissedecek yaşa gelinceye kadar sıradan bir üzüntünün ötesine geçmeyecekti duyguları.
Ama hayal bu ya, 18-20 yaşına getirdim iki saniyede oğlumu. ’’ Hayal meyal hatırlıyorum be baba seni. Keşke şimdi yaşıyor olsaydın da erkek erkeğe sohbet etseydik seninle...Bak mezuniyet törenimde de babasızım. Askere giderken kimin elini öpeceğim senin yerine...’’
diyecek canı yanarak bir köşede.
Sevgili eşim, benim muhteşem hatunum... Nasıl dayanır bensizliğe? O ki, benim için her şeyini feda edip koşmuştu bana. Hayatının tek adamı şimdi toprak olacaktı. Bir daha ’’seni seviyorum’’ diyemeyecekti. Bir daha hevesle açmayacaktı çalan kapıyı. Ve her gece bensizliği haykıracaktı yüzüne, her sabah da bensiz başlayacaktı koca gün.
Tek cümlesi takıldı o an içime;
’’Oyunbozanlık yaptın be böceğim, hani beraber ölecektik?...’’
Babam-annem, o güne kadar evlat olarak hiç bir şey yapamamanın acısıyla kahrolduğum güzel insanlar...
Helaldi şüphesiz hakları. Bilerek hiç kırmamıştım onları. Üzerine titredikleri evlatları onlardan önce göçmüştü, işte önlerinde ve dualarına muhtaçtım. Kaç anne ve babanın çekebileceği bir acıydı ki evlatlarının cenazesinde bulunmak. Herhalde insanın uzun yaşadığına üzüldüğü nadir anlardan olsa gerek.
(...)
Ben o gün kurduğum o hayalle canımın tüm yanmalarına rağmen - YENİDEN DOĞDUM- . Bilgisayar diliyle - FORMAT ATTIM HAYATIMA-
Sahip olduklarımın farkına vardım ve hala nefes alıyor olduğum için şükrettim...
(...)

CAN DÜNDAR

27 Mart 2012 Salı

ÖĞRENDİM Kİ...








Öğrendim ki...
Kimseyi sizi sevmeye zorlayamazsınız. Kendinizi sevilecek insan yapabilirsiniz, gerisini karşı tarafa bırakırsınız.

Öğrendim ki...
Güveni geliştirmek yıllar alıyor, yıkmak bir dakika.

Öğrendim ki...
Hayatında nelere sahip olduğun değil kiminle olduğun önemli.

Öğrendim ki...
Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanmak mümkün; ama sonrası için bir şeyler bilmek gerek.

Öğrendim ki...
Kendini en iyilerle kıyaslamak değil kendi en iyinle kıyaslamak sonuç getirir.

Öğrendim ki...
İnsanların başına ne geldiği değil o durumda ne yaptıkları önemli.

Öğrendim ki...
Ne kadar küçük dilimlersen dilimle, her işin iki yüzü var.

Öğrendim ki...
Olmak istediğim insan olabilmem çok vakit alıyor.

Öğrendim ki...
Karşılık vermek düşünmekten çok daha basit.

Öğrendim ki...
Bütün sevdiklerinle iyi ayrılman gerek; hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun.

Öğrendim ki...
'Bittim' dediğin andan itibaren, pilinin bitmesine daha çok var.

Öğrendim ki...
Sen tepkilerini kontrol edemezsen, tepkilerin hayatını kontrol eder.

Öğrendim ki...
Kahraman dediğimiz insanlar, bir şey yapılması gerektiğinde yapılması gerekeni, şartlar ne olursa olsun yapanlar.

Öğrendim ki...
Affetmeyi öğrenmek deneyerek oluyor.

Öğrendim ki...
Bazı insanlar sizi çok seviyor; ama bunu nasıl göstereceğini bilemiyor.

Öğrendim ki...
Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterseniz de bazıları hiç karşılık vermiyor.

Öğrendim ki...
Para ucuz bir başarı.

Öğrendim ki...
En iyi arkadaşla sıkıcı an olmaz.

Öğrendim ki...
Düştüğün anda seni tekmeleyeceğini düşündüklerinden bazıları, kaldırmak için elini uzatır.

Öğrendim ki...
İki insan aynı şeye bakıp, tamamen farklı şeyler görebilir.

Öğrendim ki...
Âşık olmanın ve aşkı yaşamanın çok çeşidi vardır.

Öğrendim ki...
Her şartta kendisiyle dürüst kalanlar, daha uzun yol yürüyor.

Öğrendim ki...
Hiç tanımadığın insanlar, iki saat içinde, senin hayatını değiştirebiliyor.

Öğrendim ki...
Anlatmak ve yazmak ruhu rahatlatır.

Ataol Behramoğlu

23 Mart 2012 Cuma

ANA KUZUSU







Cuma namazındaydık. Sağ tarafımda yaşlı bir adam, onun sağında ise tek kişilik boş yer vardı. Yaşlı adam, farza kalkarken arkaya döndü ve boşluğun gerisinde duran onüç onbeş yaşlarında gence:

- Safı doldur evlad, dedi. Gel yanıma.

Çocuk mahcup bir ifadeyle:

- Mümkünse burada kılmak istiyorum, diye kekeledi. Oraya başkası geçebilir.

Yaşlı adam, çocuğun üzerinde bulunduğu uzun tüylü yeşil halıyı göstererek:

- Ne o, dedi. Yoksa orası daha yumuşak diye mi gelmiyorsun?

Ve öfkeyle devam etti:

- Anne kuzusu, ne olacak…

Namaz bittiğinde, yaşlı adamın Cumasını tebrik ettim. Arkadaki genç de gelerek onun elini öptü. Adam söylediklerinden çoktan pişman olmuştu. Delikanlının nurlu yanaklarını okşarken:

- Sana anne kuzusu dediğim için kusura bakma yavrum, dedi. Ağzımdan kaçtı işte…

Çocuğun gözleri dolu doluydu. Başını yere eğerken:

- Söylediklerinizde haklısınız efendim, dedi. Üzerinde namaz kılmak için ısrar ettiğim halı, vefat ettiğinde annemin tabutuna örtülmüştü. Orada secdeye kapandığımda, sanki beni kucaklamış gibi oluyor da…

21 Mart 2012 Çarşamba

YANGIN






Memleketinden gitmiş olan bir adam geri gelir ve evinin yandığını görür. Bu şehirdeki en güzel evlerden biriydi ve adam evi çok seviyordu. Pek çok insan eve iki kat fiyat vermeye hazırdı, fakat adam hiçbir fiyatı kabul etmemişti ve şimdi ev gözlerinin önünde yanıyordu. Ve binlerce kişi toplanmıştı, ama hiçbir şey yapılamıyordu.

Yangın o kadar ilerlemişti ki söndürülse bile hiçbir şey
kurtarılamazdı. Oğlu koşarak geldi ve kulağına bir şey fısıldadı," Kaygılanma. Evi dün sattım ve çok iyi bir fiyata-üç katına. Teklif o kadar iyiydi ki seni bekleyemedim. Affet beni."

Fakat babası şöyle dedi: "Eğer onu fiyatının üç katına sattıysan iyi". O zaman baba da diğer insanlar gibi izleyici oldu. Bir dakika önce izleyici değildir, özdeşleşmiştir. Ev aynı ev, yangın aynı yangındır- fakat şimdi adam ilgilenmiyor.Tıpkı başkalarının eğlendiği gibi o da eğleniyor.

Sonra koşarak öteki oğlu gelir ve babasına şöyle der: "Ne
yapıyorsun? Gülümsüyorsun ve ev yanıyor" Babası "bilmiyor musun" der "kardeşin onu satmış".

Oğul der ki: "Satmaktan bahsetti, fakat daha hiçbir şey yapılmadı ve adam artık evi almayacak." Ve yine her şey değişir. Gözyaşları yeniden adamın gözlerine dolar, artık gülümsemez, kalbi hızla atar. İzleyici gitmiş, yeniden özdeşleşmiştir.

Ve sonra üçüncü oğul gelir ve şöyle der: " Bu adam sözünün eridir: şimdi ondan geliyorum". "Evin yanıp yanmaması önemli değil. O benim ve anlaşmış olduğumuz fiyatı ödeyeceğim. Ne siz ne de ben evin yanacağını bilmiyorduk" dedi. Adam yine bir gözlemci olmuştu. Artık özdeşleşmiş değildi. Gerçekte hiçbir şey değişmez, sadece "Evin sahibi benim, ben evle bir şekilde özdeşim" düşüncesidir tüm farkı yaratan. Hemen ardından şöyle hisseder,"Ben özdeşleşmiyorum: Başka biri aldı evi, ebenim onunla bir ilgim yok. Ev yanarsa yansın."

Zihni gözlemenin basit yöntemi budur: İşte onunla bir ilginiz
yoktur… Zihninizin düşüncelerinin çoğu sizin değil,
ebeveynlerinizin, öğretmenlerinizin, arkadaşlarınızın, kitapların, sinemaların, televizyonun, gazetelerin düşünceleridir. Sadece ne kadar düşüncenin kendinizin olduğunu sayın ve tek bir düşüncenin bile sizin olmadığını görünce şaşıracaksınız. Hepsi de başka kaynaklardan gelir, hepsi de ödünç alınmıştır. Ya başkaları, sizin üstünüze atmıştır bunları ya da aptal gibi siz bunu kendi üzerinize almışsınızdır. Fakat hiçbiri sizin değildir.

16 Mart 2012 Cuma

DAHA AZ SEVİYORUM SENİ










Daha az seviyorum seni
Giderek daha az
Unutur gibi seviyorum
Azala azala
Aramızdaki uzaklığın karanlığında


Geceler kısalıp,
Gündüzler uzuyor öyle olunca
Daha az seviyorum seni
Kendini iyileştiren bir yara gibi
Daha az
Ve zamanla


Sen geceyi tutuyorsun, ben nöbetini
Uzak dağ kışlalarında
Görmüyoruz birbirimizi
Usul usul sis iniyor
Kopmuş yollara
Işığı hafif, uykusu ağır koğuşlarda
Üzerini örtüyorum senin
Bir çığ gibi uyuyorsun rüyalarımda
Sevgilim sevgilim
Yıldızları daha büyüktür bazı gecelerin
Nöbet kadar yalnızken
öğreneceksin bunu da


Artık daha az seviyorum seni
Unutur gibi, olur gibi daha az
Yeniden ödetiyorum kendime
Önce aşkın öğretemediğini
Kolay değildi
Yalnızca sevgilimi değil,
Evladımı da kaybettim ben
Kac acı birden imtihan etti beni
Bir tek gece vardır insanın hayatında
Ömür boyu sürer nöbeti
Bu da öyleydi,


İyi ol, sağ ol, uzak ol
Ama bir daha görme beni...

Murathan Mungan

14 Mart 2012 Çarşamba

GÖZLERİ SİHİRLE AÇILAN KIZ







Arkadaşım Whit profesyonel bir sihirbazdı. Los Angeles'da bir restoran, müşteriler yemek yerken masalarına gidip sihirbazlık yapması için onu işe almıştı. Bir akşam bir ailenin masasına gidip kendini tanıttıktan sonra bir deste iskambil kağıdı çıkartıp gösterisini yapmaya başladı. Masada oturan küçük kıza dönüp bir kâğıt seçmesini istedi. Babası ona kızı Wendy'nin gözlerinin görmediğini söyledi.

Whit "Olsun" dedi. "Kendi isterse ona yine de bir numara yapabilirim." Kıza dönüp sordu:

"Wendy, bir numara göstermeme yardım etmek ister misin?"

Kız biraz utangaç omuzlarını silkti ve "İsterim" dedi.

Whit masada kızın karşısında oturdu ve "Şimdi sana bir iskambil kâşıdı göstereceğim Whend. Bu kağıt kırmızı yada siyah olacak. Senden psişik güçlerini kullanmanı ve kâğıdın kırmızı mı, siyah mı olduğunu bana söylemeni istiyorum, tamam mı ?" Wendy başıyla olumladı.

Whit sinek papazını gösterdi ve sordu "Wendy, bu kağıt kırmızı mı, siyah mı ?"

Kız bir an düşündükten sonra "Siyah" yanıtını verdi. Aile gülümsedi.

Whit kupa yedilisini kaldırıp gösterdi. "Bu kâğıt kırmızı mı, siyah mı ?"

Wendy "Kırmızı" dedi.

Sonra Whit bir kâğıt daha, bu sefer karo üçlüsünü çıkardı. "Kırmızı mı, siyah mı?"

Wendy hiç duraksamadan "Kırmızı" dedi.

Aile fertleri biraz asabi gülümsediler. Whit, Wendy'e üç kâğıt daha gösterdi ve Wendy üçünün de rengini bildi. İnanılmaz bir biçimde altıda altı yapmıştı! Ailesi onun bu kadar şanslı olduğuna inanmıyordu.

Yedinci kâğıtta, Whit kupa beşlisini kaldırıp "Wendy, bu sefer bana kâğıdın hangi gruptan, yani kupa mı, karo mu sinek mi, maça mı olduğunu ve değerini de söylemeni istiyorum" dedi.

Wendy bir an düşündükten sonra "Kupa beşlisi" dedi.

Aile fertlerinin soluğu kesilmiş, hepsi şaşkına dönmüştü.

Wendy'nin babası Whit'e "Numara mı yapıyorsunuz, yoksa bu bir tür sihirbazlık mı ?" diye sordu.

Whit "Bunu Wendy'ye sormalısınız" yanıtını verdi.

Babası "Wendy, bunu nasıl yaptın?" dedi. Wendy gülümsedi ve "Bu sihir!" diye yanıtladı.

Whit, aile fertleriyle tokalaştı, Wendy'ye sarıldı ve kartvizitini bıraktıktan sonra masadan ayrıldı. Bu aile için hiç unutamayacakları sihirli bir an yaratmıştı.

Elbette sorun, Wendy'nin kâğıtların rengini nasıl bildiğiydi. Whit onu daha önce hiç görmemişti, öyleyse hangi kâğıtların kırmızı, hangilerinin siyah olduğunu ona söylemiş olamazdı. Wendy de görme özürlü olduğu için Whit'in gösterdiği kâğıtların rengini ya da değerini bilmesi olanaksızdı. Öyleyse bu nasıl olmuştu ?

Whit, bu sihirli anı hızlı düşünerek ve gizli bir şifre kullanarak yaratmıştı. Whit meslek yaşamının başlarında iki kişi arasında sözsüz iletişim sağlamak için bir ayak şifresi geliştirmişti. Bu şifreyi yaşamında daha önce hiç kullanmamıştı.

Masada Wendy'nin karşısında oturup ona "Şimdi sana bir iskambil kâğıdı göstereceğim, Wendy. Bu Kâğıt kırmızı mı ya da siyah mı olacak" dediğinde masanın altından kızın ayağına "kırmızı" derken iki kere, "siyah" derken de bir kere vurmuştu, Wendy'nin kendisini anladığından emin olmak için "Senden Psişik güçlerini kullanmanı ve kâğıdın kırmızı mı (iki vuruş), siyah mı (tek vuruş) olduğunu bana söylemeni istiyorum, tamam mı ?" diyerek gizli sinyali yinelemişti. Kız başıyla olumlayınca söylediklerini anladığından ve onunla bu numarayı yapacağından emin olmuştu. Whit "Tamam mı ?" diye sorduğunda, aile onun sözlü yönergeleri kastettiğini sanmıştı.

Peki Whit kupa beşlisini nasıl anlatmıştı ? Çok açık. Beşliyi Anlatmak için kızın ayağına beş kez vurmuştu. Kâğıdın kupa mı, maça mı, sinek mi, yoksa karo mu olduğunu sorduğu sırada da "kupa" derken yine ayağına dokunmuştu.

Bu öyküdeki asıl sihir, olayın Wendy üzerinde bıraktığı etkiydi. Hem birkaç dakikalığına da olsa ailesinin önünde kendini özel hissetmiş, hem de aile, arkadaşlarına onun şaşırtıcı "psişik" yaşantısını anlatırken evin yıldızı olmuştu.

Olaydan birkaç ay sonra Whit, Wendy'den bir paket aldı. Pakette görme özürlüler için bir deste iskambil kâğıdı ve bir mektup vardı. Mektupta Wendy, kendini gerçekten özel hissetmesine yardım ettiği ve birkaç dakikalığına da olsa "görmesini" sağladığı için Whit'e teşekkür ediyordu. Sürekli sordukları halde bu numarayı ailesine hâlâ anlatmadığını söylüyordu. Mektubunu, Whit'e, görme özürlüler için yeni numaralar geliştirebilmesi için bir deste özel kâğıt gönderdiğini söyleyerek bitiriyordu.

12 Mart 2012 Pazartesi

AYNA






Doğu ülkelerinden birinde yüksek bilinç öğretilerinin verildiği Zen Dergahı' nda, öğretisi tamamlanmış birine törenle bir kitap armağan edilir.

Kitabı alan kişi, sayfaları açar bakar ve yüzündeki şaşkınlık ifadesiyle çevresine, gördüğünden ötürü oluşan hayretini yansıtır. Bu töreni izleyen yeni öğrencilerden biri kitabın bu kişide yarattığı şaşkınlıktan ötürü içindekini merak eder.

Ancak, tüm çabalarına karşın kitabın içindekilerini öğrenemez. Öğreti bitmeden, bu kitaba el sürmek olanağı olmadığını kendisine anlatırlar.

Çaresiz dayanmış, öğretileri yutarcasına beynine katmaya, benimsemeye çabalamış dergahın yeni öğrencisi…

Sonuçta beklediği gün gelip çatmış. Mezun olurken tören düzenlenmiş ve kendisine o kitabın bir eşi armağan olarak sunulmuştur.

Yıllardır, törende alacağı kitabın içindekileri merakla bekleyen bu öğrenci kitabı aldığı halde açmıyor her nedense artık içindekileri merak etme gereği duymuyormuş! Çünkü, öğrendiklerinin dışında yer yüzünde önemli hiçbir bilginin olmadığını düşünüyormuş.
Ancak, kitabı ona armağan eden hocası üsteleyince açıp bakmış… bakmış ki ne görsün; kitap, içinde ayna bulunan iki yapraktan ibaret!

Sayfalar arasında yazı yerine aynada kendisini görünce olanı kavramış öğrenci… meğerse, bunca yıldır öğrendiği yalnızca kendisiymiş.

Bu öyküde de anlatıldığı gibi insan bir evrendir, ne varsa kendindedir.

8 Mart 2012 Perşembe

FESİN PÜSKÜLÜ






Arkadaşları, yeni evli gence, bir çay sohbetinde: “Sen evleneli neredeyse bir sene oldu, ama maşallah sizin evden çıt çıkmıyor, siz hiç tartışmaz mısınız?” diye sorarlar.

“Hayır” diye cevaplar yeni evli genç ve ilave eder: “Akşam işten geldiğimde, kapı açılınca hanıma şöyle bir bakarım. Eğer hanım, eteğinin ucunu belinde topladıysa bilirim ki hanımın günü iyi geçmemiş ve havası yerinde değil. Hiç ekmek, yemek sormadan usulca mutfağa süzülür, aceleyle birkaç lokma atıştırır ve ortalıktan toz olurum. Olur ya bazen de benim asabım bozuk olur. O zaman fesin püskülünü her zamankinin aksine soldan sarkıtırım. O da bunu görür, asabi olduğumu anlar ve hiç sesini çıkarmaz, hemen yemeğimi, çayımı hazır eder. Etrafımda pervane gibi döner. Bu nedenle biz hiç kavga etmeyiz.”

Dinleyenlerden biri: “Peki birader, kapı açıldı, yenge eteğin ucunu belinde toplamış, sen de fesin püskülünü soldan sarkıtmışsın. İki taraf da asabi, o zaman ne olacak?” diye sormuş.

Ötekiler de “Hah! Şimdi ne olacak?” demiş.

Genç gülümsemiş. “Bundan kolay ne var, fesin püskülünü hafif bir fiskeyle soldan sağa atarım” demiş.

7 Mart 2012 Çarşamba

DÜŞ SOKAĞI







Vazgeçebilmek bir erdemdir.
Bir deli güzel meziyettir ki insan kolay kolay kavrayamaz önemini.
Gençken daha zordur buna vasıl olmak.
Ama öyle gençler vardır ki ihtiyarlardan bilgedir, o başka.
Geri kalan çoğumuz seneler geçtikçe anlarız vazgeçebilmenin kıymetini.
Hayat öğretir bize.
Hayat ve bir de kronikleşmiş hatalarımız.
Kimilerimiz ise hiçbir zaman öğrenemeyiz ya.
Dersimizi almayız. Dün nasıl isek yarın da aynen öyle.
Genelde zannediyoruz ki vazgeçmek bir zayıflık belirtisidir.
Hatta bir nevi korkaklık, adeta acz.
Halbuki tam tersidir bence.
Ancak kendine güvenen, karakteri sağlam ve komplekslerden arınmış olan insanlar vazgeçmenin erdemine vakıf olabilirler.
Şu hayatta yaşadığımız sorunların çoğunu vaz-ge-çe-me-diğimiz için yaşıyoruz aslında.
Israr ve inat ettiğimiz için. Takıntılarımızdan dolayı.
Takıntı ile tutkuyu birbirine karıştırıyoruz sürekli, oysa ne kadar farklılar.
Nasıl da zıt.
Gelin bu pazar bir de başka bir pencereden bakalım kendimize, ilişkilerimize ve bilhassa vazgeçemediklerimize!

Onda da bir hayır var..

Seviyoruz diyelim, birini seviyoruz, hem de ne çok, ne derin, ölesiye.
O kişi de aynı şekilde aşkımıza karşılık veriyor diyelim.
Ama sonra, zamanla, tavsıyor muhabbet, örseleniyor.
Kazara delinmiş bir balon gibi sürekli hava kaçırıyor, küçülüyor.
Giderek canlılığını yitiren bir ateş gibi sönmeye yüz tutuyor.
Gün geliyor, sevdiğimiz insan bizden ayrılmak istiyor. İnanamıyoruz. Yıkılıyoruz. Kalbimizin etrafında bir yumruk, demirden zırh gibi sıkıyor, nefes alınca bile canımız yanıyor.
Dayanamıyor, heyheyleniyoruz.
Kabullenemiyoruz. Israrla onu elimizde tutmaya çalışıyoruz.
Sinirleniyor, öfkeleniyor, hatta sözlü ya da fiziksel şiddete başvuruyoruz.
Şiddetin olduğu yerde muhabbetin yeşeremeyeceğini anlayamadan.
Mesele şu ki gururumuza dokunuyor, nefsimize ağır geliyor böyle terk edilmek. Öyle çünkü. İnsanız ne de olsa.
Etten ve kemikten ve billur bir kalpten müteşekkil.
Oysa unutmamak lazım ki nefsimize ağır gelen şeyde bizim için hayır var.

Bırakmak Lazım..

Peki ne yapmalı? Zor da olsa, bırakmak lazım.
Gitmek istiyorsa sevgili, madem ki budur onun güzel gönlünün dilediği, agulu dilinin söylediği, kenara çekilip yol açmak lazım gidene.
Vazgeçebilmek.
Aşk ancak özgürlükten doğar, özgürlükten beslenir.
Özgürlüğün olmadığı yerde ne tam anlamıyla aşk vardır, ne dostluklar.
Diyelim bir mesleğimiz var, uzun zamandır icra ettiğimiz bir kariyer.
Ama öylesine mutsuz ediyor ki bizi, içten içe kemiriyor.
Kimse bilmiyor. Göremiyor.
Lakin her gün mesleğimiz bizden bir şeyler kopartıp alıyor.
Etimizden et, ruhumuzdan ruh çalıyor.
Gene de ısrar ediyoruz. Bırakmıyoruz kariyerimizi.
Değil istifa etmek bir gün bile ayrı kalmayı aklımızın ucundan dahi geçirmiyoruz. Başka türlü yaşayamayız, var olamayız zannediyoruz.
Bu mesleğin bizi ve çevremizdekileri mutsuz ettiğini bile bile.
Göz göre göre. Peki neden?
Hep aynı mesele; vazgeçemiyoruz da ondan.
Vazgeçmeyi bir mağlubiyet olarak algıladığımız için.

Sevinçten Çalanlar...

Diyelim ki makam sahibiyiz. Nice işler yaptık bu koltukta.
Bir bürokrat, bir politikacı, bir vali ya da bir okul müdürü.
Ama öyle bir an geldi, gitme vakti çattı, seziyoruz.
Artık yerimizi bir başkasına bıraksak daha iyi olacak sanki.
Şu veya bu sebepten ötürü. Ama olmuyor. Yediremiyoruz kendimize. Yapamıyoruz işte.
Kabuğuna tutunan midye misali elimizdeki otoriteye yapışıyoruz.
Neden? Hep aynı refleks.
Çünkü vazgeçemiyoruz.
Örselenmiş ilişkiler, tavsamış evlilikler, insanı içten içe kemiren meslekler, yaşama sevincimizden çalan kariyerler…
Hepsine aynen doludizgin devam ediyoruz, sırf ama sırf vazgeçemediğimizden.
Gabriel Garcia Marquez en sevdiğim ve en dikkatli okuduğum yazarlar arasında oldu her zaman.
Bende derin izi var.
Seneler var ki birçok romanını döne döne okurum.
Romancının bir söyleşişinde söylediği bir sözü ise hiç unutmam.
Nasıl yazdığını soran bir gazeteciye şu cevabı verir: “Vazgeçerek!”
Yazarlar için en büyük sınavdır bence yazdığından vazgeçebilmek.
Diyelim bir roman kaleme alıyorsunuz
fakat bir yere gitmiyor.
Ya da bir karakter geliştirdiniz ancak bir türlü istediğiniz gibi olmuyor.
Elinizde yüzlerce sayfa var. Kıyamazsınız atmaya.
Silemezsiniz kolay kolay. İnat edersiniz o yolda.
Halbuki Marquez diyor ki, bazen 120 sayfa yazar, 80 sayfasından pat diye vazgeçerim.
Geriye kalan o 40 sayfa, işte odur yazarı bir sonraki aşamaya taşıyacak olan tılsım.
Ama o 80 sayfayı atmadan bu 40 sayfayı bulamazsınız.
Ormanda yolunu kaybeden yolcu gibi dolanır durursunuz.
Çemberler çize çize.
Vazgeçebilmek insana netlik getirir.
Zihnimizi, kalbimizi fazla eşyaların karman çorman etkisinden kurtarır.
Bir berraklık kalır geride. Hüzünlü bir durgunluk. Ama bir o kadar sakin, âlimane.
Demem o ki dostlar, vazgeçebilmek lazım.
Eğer bir yol bizi mutlu etmiyorsa onda körü körüne sebat etmek yerine, nefsimizi kendimize rehber kılmak yerine, bırakabilmek lazım.
Yazamadığımız kitapları, çekemediğimiz filmleri, geliştiremediğimiz projeleri, yürütemediğimiz meslekleri ve artık bizi sevmeyen sevgilileri bırakabilmek.
Vazgeçebilmek, bazen en güzeli!

Elif ŞAFAK

1 Mart 2012 Perşembe

BEDELİ NEYSE BEN ÖDERİM






Bir duygunun esiri aklım, sadece delicesine yaşamak var seni seninle. Özgürlüğün pençesinde kıvranırken düşüncelerim hep sen varsın düşüncelerimde. Sen, gözlerimdeki hayal, bakışlarımdaki tutarsızlık, sen gecem, sen gündüzüm gibisin. Bir yolun başındaki kararsızlığımsın. Başlamak istediğim ama bir o kadar korktuğum bir yol. Seni istiyorum geceler boyu karşımda, korkmadan dokunmak sana. İçimdeki yangınların ötesinde sarılmak hiç bırakmamacasına.

GİT...

Git artık sen bana çok gibisin. Kahvemin kokusuna sinme, aynada seni görmek istemiyorum. Sesini de al git başımdan. Gecelerde seni istemiyorum.
Yok, hayır GİTME...

Gidersen yıkılır bu gönül. Seni ister, sarhoş bir eda ile bakarken başkalarına. Yok, GİTME. Her şey senin olsun, sen bende kal lütfen. Beni bırakırsan paramparça olur dünyam. Kurduğum sırça köşk yıkılır hayallerimle birlikte.

Ama hayır GİT.

Git ki sana alışmışlığım son bulsun. Artık kokunu burnumda hissetmek ve bununla yaşamak istemiyorum. Aldığım havaya seni sığdırmak, yediğim ekmeğe sen gibi bakmak istemiyorum. Al anılarını da çek git benden.

GİTME…

Gitme gidersen yok bedenim, ben yokum. Canımda can gibisin. Senin gitmen benim yok olmam demek. GİTME bedeli neyse ben yine öderim.

30 Mart 2012 Cuma

NASİPSE ...






Tarihi Semerkand şehrinden yola çıkmak üzere olan bir tacir, develerinden birinin sırtında semer olmadığını görünce, ilk gördüğü dükkandan içeri daldı. Dükkanın ustası namaz için mescide gittiğinden, işlerle çırak ilgilenmekte idi.

“Buyur beyim!”

“Bana acilen bir semer gerek”

“Hazırda semerim yok beyim, siz siparişinizi verin üç beş güne kadar hazır ederiz”

“Evladım senin ağzın ne söylüyor. Ben bugün yola çıkıyorum. Develerimden birinin sırtı boş. Neden boş gitsin hayvan. Ona bir semer vurmalyıım hmen..”

“İyi de beyim, hazırda yeni semerim yok.. Ben sana ne vereyim..”

“Fesübhanallah, Görmez misin kervan düzülmüş. Birazdan kervancıbaşının narasını duyarsın. Yola çıkacağız, hadi bak etrafına ve bana bir semer bul”

Semercinin çırağı ümitsizce sağa sola bakınırken, yıllardır tavanda asılı eski bir semere gözü ilişti.

“Bak efendi! Şu eski semer yıllardır orada asılı durur. Ne biz sattık, ne de almak isteyeni çıktı. Madem işin acele kırk para ver, al onu götür.”

Kervancının canı burnundaydı. Semerin iyisni kötüsünü, eskisini yenisini görecek hali mi vardı.

“Al parayı” dedi. “Al şu kırk parayıda ver bana o semeri”

Çırak o eski semeri iyi bir fiyata sattığı için sevinçli idi. Ustasına yaptığı bu karlı ticareti müjdelediğinde, kimbilir o da, ne kadar sevinecekti. TAcir, semeri aldığı gibi develerin yanına koştu. Az sonra semerci ustası dükkanına geldi.

“Selamunaleyküm”

“Aleykümselam usta! Sana iyi bir haberim var”

“De hele!”

“Şu tavana astığın eski semer var ya”

Ustanın gözü birden tavanda semerin asılı olduğu yere kaydı. Baktı semer yok, adamcağızın benizi oracıkta soluverdi. Dizlerini bir titreme aldı, dudaklarını da..

“Eee ne oldu evladım o semere”

“Bir kervancı geldi, tüccar bir adam. Aceleden semere ihtiyacı vardı. O eskidir işe yaramaz dediysem de dinletemedim. Kırk paraya sattım gitti..”

Usta olduğu yere çöktü. Meğer o semer adamcağızın kumbarası imiş. Senelerdir dişinden tırnağından arttırdığı altınları o semerin içinde saklarmış.

“Desene evladım, kırk yıllık mahsül kırk paraya gitti”

Çırak işin aslını astarını öğrenince, ustasından daha da üzüldü. Yaptığı hatanın kederinden ağlamaya, inleyip dövünmeye başladı. Usta olgun adamdı:

“Evladım üzülme böyle..” dedi. “Nasip ise gelir Hint’ten Yemeden’den. Nasip değil ise ne gelir elden..”

Aradan uzun bir vakit geçti. Ilık gölgelikli bir öğle vakti. O eski semeri kırk paraya alan tüccar, semerci dükkanının kapısında beliriverdi. Semer de yanında idi.

“Ben altı ay evvelisinde bu semeri sizden kırk paraya almış idim. Fakat yolda aklıma takıldı durdu. Bana bunu satan çırağın ustası acaba bu ticaretten razı geldi mi? Çırak benim acelem yüzünden ustasna soramamıştı. Ya usta bu alışverişten razı gelmedi ise ya çırağı azarlayıp cezalandırdı ise diye düşünüp durdum. İşte semeriniz, bunu geriye alın. BAna iyisinden yepisyeni bir semer yapın.”

Çırak ve usta birbirlerinin yüzlerine baktılar. Her ikisinin de aklından aynı şeyler geçiyordu:

“Nasip ise gelir Hint’ten Yemeden’den. Nasip değil ise ne gelir elden.”

29 Mart 2012 Perşembe

FARKINDALIK ÜZERİNE







Bir zamanlar bir psikoloji kitabında okuduğum bir bölüm vardı. Hayatın ve getirilerin kıymetini anlamak için tavsiye edilen bir metod vardı içinde. Deniyordu ki; ’’Arada bir, çok bunaldığınızda, hayatın sizin için çekilmez bir hala geldiğini düşündüğünüzde kendinize 10 dakika ayırın ve kendi cenaze töreninizi düşünün.’’
Cümleyi ilk okuduğumda çarpılmıştım. Ben girişin akabinde pozitif bir gelişme ve tavsiye bekliyordum; ama -kendi ölümünüzü ve cenazenizi düşünün- diye bir tavsiye geliyordu.
Tüylerim diken diken oldu ve yazarın saçmaladığını düşündüm o an. Ama önyargı düşmanı biri olarak okumaya devam ettim.
Diyordu ki; ’’Bunları düşündüğünüzde dünyadaki yerinizi, dünyayı terk ettiğinizde oluşacak boşluğu, sevdikleriniz ve sizi sevenler için öneminizi anlayacaksınız...
Özellikle insanların sizin için neler söylediklerini, onlar için ne ifade ettiğinizi hissetmeye çalışın.
O anda geriye dönme şansınız olmayacağını, hayat denen kredinizin bittiğini ve onlara yanıt verme şansınızın olmadığını düşünün. Tekrar sarılma, bir kez daha öpme ihtimalinizin bittiğini hissedin. Dünyadaki küslüklerin, ayrılıkların, kavgaların yanında bunların ve geri dönülmezliğin korkunç çaresizliğini yaşayın.
Bırakın canınız yansın, bırakın alevler içinde kavrulsun tüm ruhunuz. Orada o musalla taşında düşünün kendinizi, seyredin şu an çevrenizde olanların yüz ifadelerini. Akıllarından ve yüreklerinden geçen cümleleri hayal edin.
Kitaba devam etmeden bıraktım kenara ve gözlerimi kapatıp aynen düşünmeye başladım.
Eşimi, oğlumu, annemi, babamı, kardeşlerimi ve diğer tüm çevremi oturttum tek tek kendi cenaze törenimdeki yerlerine...Birer birer yerleştirdim tabutumun çevresine hepsini.
Hayatımda çok nadir bu kadar canım yanmıştı.
Görüyordum işte ’’babaaa’’ diye ağlayan biricik oğlumu. Eşim kucağında -ağlayan emanetimle- ayakta durmaya çalışıyordu per perişan. Kara çınar babacığım, belli belirsiz dualar okuyordu. Annem, ciğerinden bir parça canlı canlı koparılmış gibi hem içine hem dışına akıtıyordu göz yaşlarını.
Kardeşlerim, akrabalarım ’’ Çok erken gitti, doyamadı oğluna...!’’ diyordu acıyan ses tonlarıyla.
Ve dostlarım... Onlar da şaşkındı... Bazısı ’’Daha dün birlikteydik, nasıl olur?’’ diyordu.
Bunları seyredip onlara ’’Hayır ölmedim, burdayım!’’ demek istedim hayal olduğunu unutup.
Sonra anladım yazarın ne demek istediğini daha devamını okumadan kitabın.
Farkındalık önemli bir kavramdır psikolojide. Belki de hiç aklımıza gelmeyen ve gelemeyecek bir farkındalığı göstermek istemişti yazar.
Kitabı okumaya ne gücüm kalmıştı ne de isteğim. Almam gereken mesajı almıştım .Şimdi ne kitabın adını ne de yazarın adını hatırlamıyorum. Şu an bunları yazarken bile çok kötü oldum. Bu olayda tek farkındalık da yok üstelik.
Biraz kendime geldikten sonra devam ettim hayatımın en zor hayaline. Sırada çevremdekilerin ölümümün akabinde ne söyledikleri vardı. Usulen ve nezaketen söylenenlerin dışında. Onlarda bıraktığım izleri, yaşananlar ve yaşanamayanları elden geçirerek ben konuşturacaktım hayalimde. İçlerini okuyacaktım seneryo bana ait olarak. Yaşarken neler yazmıştım, ölümümle neler okuyacaktım...
Gerçek duygularıydı ulaşmaya çalıştığım, ölüm acısıyla girilen duygusal mod değildi, deşifre etmem gereken metin.
Canım oğlumun söyleyecek çok şeyi yoktu. Özleyecekti, yokluğumu hissedecekti, ağlayacaktı aklına geldikçe. Belki ölümün ne anlama geldiğini hissedecek yaşa gelinceye kadar sıradan bir üzüntünün ötesine geçmeyecekti duyguları.
Ama hayal bu ya, 18-20 yaşına getirdim iki saniyede oğlumu. ’’ Hayal meyal hatırlıyorum be baba seni. Keşke şimdi yaşıyor olsaydın da erkek erkeğe sohbet etseydik seninle...Bak mezuniyet törenimde de babasızım. Askere giderken kimin elini öpeceğim senin yerine...’’
diyecek canı yanarak bir köşede.
Sevgili eşim, benim muhteşem hatunum... Nasıl dayanır bensizliğe? O ki, benim için her şeyini feda edip koşmuştu bana. Hayatının tek adamı şimdi toprak olacaktı. Bir daha ’’seni seviyorum’’ diyemeyecekti. Bir daha hevesle açmayacaktı çalan kapıyı. Ve her gece bensizliği haykıracaktı yüzüne, her sabah da bensiz başlayacaktı koca gün.
Tek cümlesi takıldı o an içime;
’’Oyunbozanlık yaptın be böceğim, hani beraber ölecektik?...’’
Babam-annem, o güne kadar evlat olarak hiç bir şey yapamamanın acısıyla kahrolduğum güzel insanlar...
Helaldi şüphesiz hakları. Bilerek hiç kırmamıştım onları. Üzerine titredikleri evlatları onlardan önce göçmüştü, işte önlerinde ve dualarına muhtaçtım. Kaç anne ve babanın çekebileceği bir acıydı ki evlatlarının cenazesinde bulunmak. Herhalde insanın uzun yaşadığına üzüldüğü nadir anlardan olsa gerek.
(...)
Ben o gün kurduğum o hayalle canımın tüm yanmalarına rağmen - YENİDEN DOĞDUM- . Bilgisayar diliyle - FORMAT ATTIM HAYATIMA-
Sahip olduklarımın farkına vardım ve hala nefes alıyor olduğum için şükrettim...
(...)

CAN DÜNDAR

27 Mart 2012 Salı

ÖĞRENDİM Kİ...








Öğrendim ki...
Kimseyi sizi sevmeye zorlayamazsınız. Kendinizi sevilecek insan yapabilirsiniz, gerisini karşı tarafa bırakırsınız.

Öğrendim ki...
Güveni geliştirmek yıllar alıyor, yıkmak bir dakika.

Öğrendim ki...
Hayatında nelere sahip olduğun değil kiminle olduğun önemli.

Öğrendim ki...
Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanmak mümkün; ama sonrası için bir şeyler bilmek gerek.

Öğrendim ki...
Kendini en iyilerle kıyaslamak değil kendi en iyinle kıyaslamak sonuç getirir.

Öğrendim ki...
İnsanların başına ne geldiği değil o durumda ne yaptıkları önemli.

Öğrendim ki...
Ne kadar küçük dilimlersen dilimle, her işin iki yüzü var.

Öğrendim ki...
Olmak istediğim insan olabilmem çok vakit alıyor.

Öğrendim ki...
Karşılık vermek düşünmekten çok daha basit.

Öğrendim ki...
Bütün sevdiklerinle iyi ayrılman gerek; hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun.

Öğrendim ki...
'Bittim' dediğin andan itibaren, pilinin bitmesine daha çok var.

Öğrendim ki...
Sen tepkilerini kontrol edemezsen, tepkilerin hayatını kontrol eder.

Öğrendim ki...
Kahraman dediğimiz insanlar, bir şey yapılması gerektiğinde yapılması gerekeni, şartlar ne olursa olsun yapanlar.

Öğrendim ki...
Affetmeyi öğrenmek deneyerek oluyor.

Öğrendim ki...
Bazı insanlar sizi çok seviyor; ama bunu nasıl göstereceğini bilemiyor.

Öğrendim ki...
Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterseniz de bazıları hiç karşılık vermiyor.

Öğrendim ki...
Para ucuz bir başarı.

Öğrendim ki...
En iyi arkadaşla sıkıcı an olmaz.

Öğrendim ki...
Düştüğün anda seni tekmeleyeceğini düşündüklerinden bazıları, kaldırmak için elini uzatır.

Öğrendim ki...
İki insan aynı şeye bakıp, tamamen farklı şeyler görebilir.

Öğrendim ki...
Âşık olmanın ve aşkı yaşamanın çok çeşidi vardır.

Öğrendim ki...
Her şartta kendisiyle dürüst kalanlar, daha uzun yol yürüyor.

Öğrendim ki...
Hiç tanımadığın insanlar, iki saat içinde, senin hayatını değiştirebiliyor.

Öğrendim ki...
Anlatmak ve yazmak ruhu rahatlatır.

Ataol Behramoğlu

23 Mart 2012 Cuma

ANA KUZUSU







Cuma namazındaydık. Sağ tarafımda yaşlı bir adam, onun sağında ise tek kişilik boş yer vardı. Yaşlı adam, farza kalkarken arkaya döndü ve boşluğun gerisinde duran onüç onbeş yaşlarında gence:

- Safı doldur evlad, dedi. Gel yanıma.

Çocuk mahcup bir ifadeyle:

- Mümkünse burada kılmak istiyorum, diye kekeledi. Oraya başkası geçebilir.

Yaşlı adam, çocuğun üzerinde bulunduğu uzun tüylü yeşil halıyı göstererek:

- Ne o, dedi. Yoksa orası daha yumuşak diye mi gelmiyorsun?

Ve öfkeyle devam etti:

- Anne kuzusu, ne olacak…

Namaz bittiğinde, yaşlı adamın Cumasını tebrik ettim. Arkadaki genç de gelerek onun elini öptü. Adam söylediklerinden çoktan pişman olmuştu. Delikanlının nurlu yanaklarını okşarken:

- Sana anne kuzusu dediğim için kusura bakma yavrum, dedi. Ağzımdan kaçtı işte…

Çocuğun gözleri dolu doluydu. Başını yere eğerken:

- Söylediklerinizde haklısınız efendim, dedi. Üzerinde namaz kılmak için ısrar ettiğim halı, vefat ettiğinde annemin tabutuna örtülmüştü. Orada secdeye kapandığımda, sanki beni kucaklamış gibi oluyor da…

21 Mart 2012 Çarşamba

YANGIN






Memleketinden gitmiş olan bir adam geri gelir ve evinin yandığını görür. Bu şehirdeki en güzel evlerden biriydi ve adam evi çok seviyordu. Pek çok insan eve iki kat fiyat vermeye hazırdı, fakat adam hiçbir fiyatı kabul etmemişti ve şimdi ev gözlerinin önünde yanıyordu. Ve binlerce kişi toplanmıştı, ama hiçbir şey yapılamıyordu.

Yangın o kadar ilerlemişti ki söndürülse bile hiçbir şey
kurtarılamazdı. Oğlu koşarak geldi ve kulağına bir şey fısıldadı," Kaygılanma. Evi dün sattım ve çok iyi bir fiyata-üç katına. Teklif o kadar iyiydi ki seni bekleyemedim. Affet beni."

Fakat babası şöyle dedi: "Eğer onu fiyatının üç katına sattıysan iyi". O zaman baba da diğer insanlar gibi izleyici oldu. Bir dakika önce izleyici değildir, özdeşleşmiştir. Ev aynı ev, yangın aynı yangındır- fakat şimdi adam ilgilenmiyor.Tıpkı başkalarının eğlendiği gibi o da eğleniyor.

Sonra koşarak öteki oğlu gelir ve babasına şöyle der: "Ne
yapıyorsun? Gülümsüyorsun ve ev yanıyor" Babası "bilmiyor musun" der "kardeşin onu satmış".

Oğul der ki: "Satmaktan bahsetti, fakat daha hiçbir şey yapılmadı ve adam artık evi almayacak." Ve yine her şey değişir. Gözyaşları yeniden adamın gözlerine dolar, artık gülümsemez, kalbi hızla atar. İzleyici gitmiş, yeniden özdeşleşmiştir.

Ve sonra üçüncü oğul gelir ve şöyle der: " Bu adam sözünün eridir: şimdi ondan geliyorum". "Evin yanıp yanmaması önemli değil. O benim ve anlaşmış olduğumuz fiyatı ödeyeceğim. Ne siz ne de ben evin yanacağını bilmiyorduk" dedi. Adam yine bir gözlemci olmuştu. Artık özdeşleşmiş değildi. Gerçekte hiçbir şey değişmez, sadece "Evin sahibi benim, ben evle bir şekilde özdeşim" düşüncesidir tüm farkı yaratan. Hemen ardından şöyle hisseder,"Ben özdeşleşmiyorum: Başka biri aldı evi, ebenim onunla bir ilgim yok. Ev yanarsa yansın."

Zihni gözlemenin basit yöntemi budur: İşte onunla bir ilginiz
yoktur… Zihninizin düşüncelerinin çoğu sizin değil,
ebeveynlerinizin, öğretmenlerinizin, arkadaşlarınızın, kitapların, sinemaların, televizyonun, gazetelerin düşünceleridir. Sadece ne kadar düşüncenin kendinizin olduğunu sayın ve tek bir düşüncenin bile sizin olmadığını görünce şaşıracaksınız. Hepsi de başka kaynaklardan gelir, hepsi de ödünç alınmıştır. Ya başkaları, sizin üstünüze atmıştır bunları ya da aptal gibi siz bunu kendi üzerinize almışsınızdır. Fakat hiçbiri sizin değildir.

16 Mart 2012 Cuma

DAHA AZ SEVİYORUM SENİ










Daha az seviyorum seni
Giderek daha az
Unutur gibi seviyorum
Azala azala
Aramızdaki uzaklığın karanlığında


Geceler kısalıp,
Gündüzler uzuyor öyle olunca
Daha az seviyorum seni
Kendini iyileştiren bir yara gibi
Daha az
Ve zamanla


Sen geceyi tutuyorsun, ben nöbetini
Uzak dağ kışlalarında
Görmüyoruz birbirimizi
Usul usul sis iniyor
Kopmuş yollara
Işığı hafif, uykusu ağır koğuşlarda
Üzerini örtüyorum senin
Bir çığ gibi uyuyorsun rüyalarımda
Sevgilim sevgilim
Yıldızları daha büyüktür bazı gecelerin
Nöbet kadar yalnızken
öğreneceksin bunu da


Artık daha az seviyorum seni
Unutur gibi, olur gibi daha az
Yeniden ödetiyorum kendime
Önce aşkın öğretemediğini
Kolay değildi
Yalnızca sevgilimi değil,
Evladımı da kaybettim ben
Kac acı birden imtihan etti beni
Bir tek gece vardır insanın hayatında
Ömür boyu sürer nöbeti
Bu da öyleydi,


İyi ol, sağ ol, uzak ol
Ama bir daha görme beni...

Murathan Mungan

14 Mart 2012 Çarşamba

GÖZLERİ SİHİRLE AÇILAN KIZ







Arkadaşım Whit profesyonel bir sihirbazdı. Los Angeles'da bir restoran, müşteriler yemek yerken masalarına gidip sihirbazlık yapması için onu işe almıştı. Bir akşam bir ailenin masasına gidip kendini tanıttıktan sonra bir deste iskambil kağıdı çıkartıp gösterisini yapmaya başladı. Masada oturan küçük kıza dönüp bir kâğıt seçmesini istedi. Babası ona kızı Wendy'nin gözlerinin görmediğini söyledi.

Whit "Olsun" dedi. "Kendi isterse ona yine de bir numara yapabilirim." Kıza dönüp sordu:

"Wendy, bir numara göstermeme yardım etmek ister misin?"

Kız biraz utangaç omuzlarını silkti ve "İsterim" dedi.

Whit masada kızın karşısında oturdu ve "Şimdi sana bir iskambil kâşıdı göstereceğim Whend. Bu kağıt kırmızı yada siyah olacak. Senden psişik güçlerini kullanmanı ve kâğıdın kırmızı mı, siyah mı olduğunu bana söylemeni istiyorum, tamam mı ?" Wendy başıyla olumladı.

Whit sinek papazını gösterdi ve sordu "Wendy, bu kağıt kırmızı mı, siyah mı ?"

Kız bir an düşündükten sonra "Siyah" yanıtını verdi. Aile gülümsedi.

Whit kupa yedilisini kaldırıp gösterdi. "Bu kâğıt kırmızı mı, siyah mı ?"

Wendy "Kırmızı" dedi.

Sonra Whit bir kâğıt daha, bu sefer karo üçlüsünü çıkardı. "Kırmızı mı, siyah mı?"

Wendy hiç duraksamadan "Kırmızı" dedi.

Aile fertleri biraz asabi gülümsediler. Whit, Wendy'e üç kâğıt daha gösterdi ve Wendy üçünün de rengini bildi. İnanılmaz bir biçimde altıda altı yapmıştı! Ailesi onun bu kadar şanslı olduğuna inanmıyordu.

Yedinci kâğıtta, Whit kupa beşlisini kaldırıp "Wendy, bu sefer bana kâğıdın hangi gruptan, yani kupa mı, karo mu sinek mi, maça mı olduğunu ve değerini de söylemeni istiyorum" dedi.

Wendy bir an düşündükten sonra "Kupa beşlisi" dedi.

Aile fertlerinin soluğu kesilmiş, hepsi şaşkına dönmüştü.

Wendy'nin babası Whit'e "Numara mı yapıyorsunuz, yoksa bu bir tür sihirbazlık mı ?" diye sordu.

Whit "Bunu Wendy'ye sormalısınız" yanıtını verdi.

Babası "Wendy, bunu nasıl yaptın?" dedi. Wendy gülümsedi ve "Bu sihir!" diye yanıtladı.

Whit, aile fertleriyle tokalaştı, Wendy'ye sarıldı ve kartvizitini bıraktıktan sonra masadan ayrıldı. Bu aile için hiç unutamayacakları sihirli bir an yaratmıştı.

Elbette sorun, Wendy'nin kâğıtların rengini nasıl bildiğiydi. Whit onu daha önce hiç görmemişti, öyleyse hangi kâğıtların kırmızı, hangilerinin siyah olduğunu ona söylemiş olamazdı. Wendy de görme özürlü olduğu için Whit'in gösterdiği kâğıtların rengini ya da değerini bilmesi olanaksızdı. Öyleyse bu nasıl olmuştu ?

Whit, bu sihirli anı hızlı düşünerek ve gizli bir şifre kullanarak yaratmıştı. Whit meslek yaşamının başlarında iki kişi arasında sözsüz iletişim sağlamak için bir ayak şifresi geliştirmişti. Bu şifreyi yaşamında daha önce hiç kullanmamıştı.

Masada Wendy'nin karşısında oturup ona "Şimdi sana bir iskambil kâğıdı göstereceğim, Wendy. Bu Kâğıt kırmızı mı ya da siyah mı olacak" dediğinde masanın altından kızın ayağına "kırmızı" derken iki kere, "siyah" derken de bir kere vurmuştu, Wendy'nin kendisini anladığından emin olmak için "Senden Psişik güçlerini kullanmanı ve kâğıdın kırmızı mı (iki vuruş), siyah mı (tek vuruş) olduğunu bana söylemeni istiyorum, tamam mı ?" diyerek gizli sinyali yinelemişti. Kız başıyla olumlayınca söylediklerini anladığından ve onunla bu numarayı yapacağından emin olmuştu. Whit "Tamam mı ?" diye sorduğunda, aile onun sözlü yönergeleri kastettiğini sanmıştı.

Peki Whit kupa beşlisini nasıl anlatmıştı ? Çok açık. Beşliyi Anlatmak için kızın ayağına beş kez vurmuştu. Kâğıdın kupa mı, maça mı, sinek mi, yoksa karo mu olduğunu sorduğu sırada da "kupa" derken yine ayağına dokunmuştu.

Bu öyküdeki asıl sihir, olayın Wendy üzerinde bıraktığı etkiydi. Hem birkaç dakikalığına da olsa ailesinin önünde kendini özel hissetmiş, hem de aile, arkadaşlarına onun şaşırtıcı "psişik" yaşantısını anlatırken evin yıldızı olmuştu.

Olaydan birkaç ay sonra Whit, Wendy'den bir paket aldı. Pakette görme özürlüler için bir deste iskambil kâğıdı ve bir mektup vardı. Mektupta Wendy, kendini gerçekten özel hissetmesine yardım ettiği ve birkaç dakikalığına da olsa "görmesini" sağladığı için Whit'e teşekkür ediyordu. Sürekli sordukları halde bu numarayı ailesine hâlâ anlatmadığını söylüyordu. Mektubunu, Whit'e, görme özürlüler için yeni numaralar geliştirebilmesi için bir deste özel kâğıt gönderdiğini söyleyerek bitiriyordu.

12 Mart 2012 Pazartesi

AYNA






Doğu ülkelerinden birinde yüksek bilinç öğretilerinin verildiği Zen Dergahı' nda, öğretisi tamamlanmış birine törenle bir kitap armağan edilir.

Kitabı alan kişi, sayfaları açar bakar ve yüzündeki şaşkınlık ifadesiyle çevresine, gördüğünden ötürü oluşan hayretini yansıtır. Bu töreni izleyen yeni öğrencilerden biri kitabın bu kişide yarattığı şaşkınlıktan ötürü içindekini merak eder.

Ancak, tüm çabalarına karşın kitabın içindekilerini öğrenemez. Öğreti bitmeden, bu kitaba el sürmek olanağı olmadığını kendisine anlatırlar.

Çaresiz dayanmış, öğretileri yutarcasına beynine katmaya, benimsemeye çabalamış dergahın yeni öğrencisi…

Sonuçta beklediği gün gelip çatmış. Mezun olurken tören düzenlenmiş ve kendisine o kitabın bir eşi armağan olarak sunulmuştur.

Yıllardır, törende alacağı kitabın içindekileri merakla bekleyen bu öğrenci kitabı aldığı halde açmıyor her nedense artık içindekileri merak etme gereği duymuyormuş! Çünkü, öğrendiklerinin dışında yer yüzünde önemli hiçbir bilginin olmadığını düşünüyormuş.
Ancak, kitabı ona armağan eden hocası üsteleyince açıp bakmış… bakmış ki ne görsün; kitap, içinde ayna bulunan iki yapraktan ibaret!

Sayfalar arasında yazı yerine aynada kendisini görünce olanı kavramış öğrenci… meğerse, bunca yıldır öğrendiği yalnızca kendisiymiş.

Bu öyküde de anlatıldığı gibi insan bir evrendir, ne varsa kendindedir.

8 Mart 2012 Perşembe

FESİN PÜSKÜLÜ






Arkadaşları, yeni evli gence, bir çay sohbetinde: “Sen evleneli neredeyse bir sene oldu, ama maşallah sizin evden çıt çıkmıyor, siz hiç tartışmaz mısınız?” diye sorarlar.

“Hayır” diye cevaplar yeni evli genç ve ilave eder: “Akşam işten geldiğimde, kapı açılınca hanıma şöyle bir bakarım. Eğer hanım, eteğinin ucunu belinde topladıysa bilirim ki hanımın günü iyi geçmemiş ve havası yerinde değil. Hiç ekmek, yemek sormadan usulca mutfağa süzülür, aceleyle birkaç lokma atıştırır ve ortalıktan toz olurum. Olur ya bazen de benim asabım bozuk olur. O zaman fesin püskülünü her zamankinin aksine soldan sarkıtırım. O da bunu görür, asabi olduğumu anlar ve hiç sesini çıkarmaz, hemen yemeğimi, çayımı hazır eder. Etrafımda pervane gibi döner. Bu nedenle biz hiç kavga etmeyiz.”

Dinleyenlerden biri: “Peki birader, kapı açıldı, yenge eteğin ucunu belinde toplamış, sen de fesin püskülünü soldan sarkıtmışsın. İki taraf da asabi, o zaman ne olacak?” diye sormuş.

Ötekiler de “Hah! Şimdi ne olacak?” demiş.

Genç gülümsemiş. “Bundan kolay ne var, fesin püskülünü hafif bir fiskeyle soldan sağa atarım” demiş.

7 Mart 2012 Çarşamba

DÜŞ SOKAĞI







Vazgeçebilmek bir erdemdir.
Bir deli güzel meziyettir ki insan kolay kolay kavrayamaz önemini.
Gençken daha zordur buna vasıl olmak.
Ama öyle gençler vardır ki ihtiyarlardan bilgedir, o başka.
Geri kalan çoğumuz seneler geçtikçe anlarız vazgeçebilmenin kıymetini.
Hayat öğretir bize.
Hayat ve bir de kronikleşmiş hatalarımız.
Kimilerimiz ise hiçbir zaman öğrenemeyiz ya.
Dersimizi almayız. Dün nasıl isek yarın da aynen öyle.
Genelde zannediyoruz ki vazgeçmek bir zayıflık belirtisidir.
Hatta bir nevi korkaklık, adeta acz.
Halbuki tam tersidir bence.
Ancak kendine güvenen, karakteri sağlam ve komplekslerden arınmış olan insanlar vazgeçmenin erdemine vakıf olabilirler.
Şu hayatta yaşadığımız sorunların çoğunu vaz-ge-çe-me-diğimiz için yaşıyoruz aslında.
Israr ve inat ettiğimiz için. Takıntılarımızdan dolayı.
Takıntı ile tutkuyu birbirine karıştırıyoruz sürekli, oysa ne kadar farklılar.
Nasıl da zıt.
Gelin bu pazar bir de başka bir pencereden bakalım kendimize, ilişkilerimize ve bilhassa vazgeçemediklerimize!

Onda da bir hayır var..

Seviyoruz diyelim, birini seviyoruz, hem de ne çok, ne derin, ölesiye.
O kişi de aynı şekilde aşkımıza karşılık veriyor diyelim.
Ama sonra, zamanla, tavsıyor muhabbet, örseleniyor.
Kazara delinmiş bir balon gibi sürekli hava kaçırıyor, küçülüyor.
Giderek canlılığını yitiren bir ateş gibi sönmeye yüz tutuyor.
Gün geliyor, sevdiğimiz insan bizden ayrılmak istiyor. İnanamıyoruz. Yıkılıyoruz. Kalbimizin etrafında bir yumruk, demirden zırh gibi sıkıyor, nefes alınca bile canımız yanıyor.
Dayanamıyor, heyheyleniyoruz.
Kabullenemiyoruz. Israrla onu elimizde tutmaya çalışıyoruz.
Sinirleniyor, öfkeleniyor, hatta sözlü ya da fiziksel şiddete başvuruyoruz.
Şiddetin olduğu yerde muhabbetin yeşeremeyeceğini anlayamadan.
Mesele şu ki gururumuza dokunuyor, nefsimize ağır geliyor böyle terk edilmek. Öyle çünkü. İnsanız ne de olsa.
Etten ve kemikten ve billur bir kalpten müteşekkil.
Oysa unutmamak lazım ki nefsimize ağır gelen şeyde bizim için hayır var.

Bırakmak Lazım..

Peki ne yapmalı? Zor da olsa, bırakmak lazım.
Gitmek istiyorsa sevgili, madem ki budur onun güzel gönlünün dilediği, agulu dilinin söylediği, kenara çekilip yol açmak lazım gidene.
Vazgeçebilmek.
Aşk ancak özgürlükten doğar, özgürlükten beslenir.
Özgürlüğün olmadığı yerde ne tam anlamıyla aşk vardır, ne dostluklar.
Diyelim bir mesleğimiz var, uzun zamandır icra ettiğimiz bir kariyer.
Ama öylesine mutsuz ediyor ki bizi, içten içe kemiriyor.
Kimse bilmiyor. Göremiyor.
Lakin her gün mesleğimiz bizden bir şeyler kopartıp alıyor.
Etimizden et, ruhumuzdan ruh çalıyor.
Gene de ısrar ediyoruz. Bırakmıyoruz kariyerimizi.
Değil istifa etmek bir gün bile ayrı kalmayı aklımızın ucundan dahi geçirmiyoruz. Başka türlü yaşayamayız, var olamayız zannediyoruz.
Bu mesleğin bizi ve çevremizdekileri mutsuz ettiğini bile bile.
Göz göre göre. Peki neden?
Hep aynı mesele; vazgeçemiyoruz da ondan.
Vazgeçmeyi bir mağlubiyet olarak algıladığımız için.

Sevinçten Çalanlar...

Diyelim ki makam sahibiyiz. Nice işler yaptık bu koltukta.
Bir bürokrat, bir politikacı, bir vali ya da bir okul müdürü.
Ama öyle bir an geldi, gitme vakti çattı, seziyoruz.
Artık yerimizi bir başkasına bıraksak daha iyi olacak sanki.
Şu veya bu sebepten ötürü. Ama olmuyor. Yediremiyoruz kendimize. Yapamıyoruz işte.
Kabuğuna tutunan midye misali elimizdeki otoriteye yapışıyoruz.
Neden? Hep aynı refleks.
Çünkü vazgeçemiyoruz.
Örselenmiş ilişkiler, tavsamış evlilikler, insanı içten içe kemiren meslekler, yaşama sevincimizden çalan kariyerler…
Hepsine aynen doludizgin devam ediyoruz, sırf ama sırf vazgeçemediğimizden.
Gabriel Garcia Marquez en sevdiğim ve en dikkatli okuduğum yazarlar arasında oldu her zaman.
Bende derin izi var.
Seneler var ki birçok romanını döne döne okurum.
Romancının bir söyleşişinde söylediği bir sözü ise hiç unutmam.
Nasıl yazdığını soran bir gazeteciye şu cevabı verir: “Vazgeçerek!”
Yazarlar için en büyük sınavdır bence yazdığından vazgeçebilmek.
Diyelim bir roman kaleme alıyorsunuz
fakat bir yere gitmiyor.
Ya da bir karakter geliştirdiniz ancak bir türlü istediğiniz gibi olmuyor.
Elinizde yüzlerce sayfa var. Kıyamazsınız atmaya.
Silemezsiniz kolay kolay. İnat edersiniz o yolda.
Halbuki Marquez diyor ki, bazen 120 sayfa yazar, 80 sayfasından pat diye vazgeçerim.
Geriye kalan o 40 sayfa, işte odur yazarı bir sonraki aşamaya taşıyacak olan tılsım.
Ama o 80 sayfayı atmadan bu 40 sayfayı bulamazsınız.
Ormanda yolunu kaybeden yolcu gibi dolanır durursunuz.
Çemberler çize çize.
Vazgeçebilmek insana netlik getirir.
Zihnimizi, kalbimizi fazla eşyaların karman çorman etkisinden kurtarır.
Bir berraklık kalır geride. Hüzünlü bir durgunluk. Ama bir o kadar sakin, âlimane.
Demem o ki dostlar, vazgeçebilmek lazım.
Eğer bir yol bizi mutlu etmiyorsa onda körü körüne sebat etmek yerine, nefsimizi kendimize rehber kılmak yerine, bırakabilmek lazım.
Yazamadığımız kitapları, çekemediğimiz filmleri, geliştiremediğimiz projeleri, yürütemediğimiz meslekleri ve artık bizi sevmeyen sevgilileri bırakabilmek.
Vazgeçebilmek, bazen en güzeli!

Elif ŞAFAK

1 Mart 2012 Perşembe

BEDELİ NEYSE BEN ÖDERİM






Bir duygunun esiri aklım, sadece delicesine yaşamak var seni seninle. Özgürlüğün pençesinde kıvranırken düşüncelerim hep sen varsın düşüncelerimde. Sen, gözlerimdeki hayal, bakışlarımdaki tutarsızlık, sen gecem, sen gündüzüm gibisin. Bir yolun başındaki kararsızlığımsın. Başlamak istediğim ama bir o kadar korktuğum bir yol. Seni istiyorum geceler boyu karşımda, korkmadan dokunmak sana. İçimdeki yangınların ötesinde sarılmak hiç bırakmamacasına.

GİT...

Git artık sen bana çok gibisin. Kahvemin kokusuna sinme, aynada seni görmek istemiyorum. Sesini de al git başımdan. Gecelerde seni istemiyorum.
Yok, hayır GİTME...

Gidersen yıkılır bu gönül. Seni ister, sarhoş bir eda ile bakarken başkalarına. Yok, GİTME. Her şey senin olsun, sen bende kal lütfen. Beni bırakırsan paramparça olur dünyam. Kurduğum sırça köşk yıkılır hayallerimle birlikte.

Ama hayır GİT.

Git ki sana alışmışlığım son bulsun. Artık kokunu burnumda hissetmek ve bununla yaşamak istemiyorum. Aldığım havaya seni sığdırmak, yediğim ekmeğe sen gibi bakmak istemiyorum. Al anılarını da çek git benden.

GİTME…

Gitme gidersen yok bedenim, ben yokum. Canımda can gibisin. Senin gitmen benim yok olmam demek. GİTME bedeli neyse ben yine öderim.

Popüler Yayınlar