Bir kaç yıl öncesine gitti aklım: Ben bir masanın gerisindeydim. Hemen karşımdaki koltuğa bir kadın oturuyor, kalkıyor, sonra bir başkası oturuyordu. Karar vermekte zorlanıyordum; bunların hangisi benim sekreterim olacaktı? Özgeçmişlerine bakıyor notlar alıyor ve düşünüyordum.
“Hep böyle dalgın mısınızdır?”
Dönüp baktığımda karşımda yeni bir yüz gördüm.
“Hayır,” diye mırıldandım.
Sekreter adayı yanı başıma kadar geldi ve özgeçmişinin yazılı olduğu kâğıdı uzattı. Genç kız koltuğa giderken ardından bakıyordum.
Yerine otururken, “Bacaklarımın titremesine aldırmayın,” dedi.
“Fark etmedim zaten,” dedim. “Niye titriyor bacaklarınız?”
“Heyecandan değil,” dedi. Rahat görünmeye çalışıyordu.
“Peki neden?”
“Bunun hiçbir önemi yok. Fakat heyecanlandığımı düşünmenizi istemedim.”
Ben dışarıdaki manzaraya dalmışken, onun gelişini fark etmemiştim. Belki bu yüzden, belki de tavırlarıyla kendini fark ettirmeyi başarıp beni suçlu hissettirdiği için diğer kızlara sormadığım bir soru sordum ona:
“Camdan dışarıya bakın,” dedim. “Ne görüyorsunuz?”
Pencereden, minareler, kız kulesi, ve deniz görünüyordu. Hepsinin üstüne lapa lapa kar yağıyordu.
“Anılarınız görünüyor,” dedi. “Kar tanelerinin üstüne yapışmış, şehrin üstüne dökülüp duruyorlar.”
“Niye böyle düşündünüz?”
“Ben değil” dedi. “Siz böyle düşündünüz. Odaya girdiğimi bu yüzden fark etmediniz.”
Elimdeki özgeçmişe baktım, ama yazılanlar beni hiç ilgilendirmedi. Kız iki kez kuru kuru öksürdü.
“Karda, bu yüksek topuklarla yürümek sizi zorlamış olmalı,” dedim. “Bacaklarınız bu yüzden mi titriyordu?”
“Ne önemi var ki,” dedi. “Belki soğuktan, belki hasta olmama rağmen, bu görüşmeyi yapma mecburiyetim yüzünden yürümekten, umutsuzluktan ya da...” Sustu yeniden öksürdü. “Bunlar kimi ilgilendirir ki, siz bir sekreter arıyorsunuz ben de görüşme için buradayım işte.”
Birdenbire “Karnınız aç mı?” diye sordum. Daha sorarken kendim bile bu soruya şaşırmıştım.
“Benden öncekilere de bu soruyu sordunuz mu?” Cümlesini tamamlarken kız yine öksürdü.
“Hayır,” dedim ve yeniden pencereden dışarı baktım. Hava tipiye çeviriyordu. Kıza döndüm yeniden. Makyajına rağmen solgun görünüyordu. Fakat bu solgunluk ona hüzünlü bir güzellik vermişti.
“Siz sonuncu adaysınız,” dedim. “Yanlış anlamazsanız, beraber bir şeyler içmeyi öneriyorum.”
“Bir şeyler içmek mi?” dedi kız; şaşkın görünüyordu.
“Çorba,” dedim, “sıcak bir çorba.”
Kızın hasta ve aç olduğu hissi içime yerleşmişti.
Sıraselviler Caddesinde yürürken, bir an ayağı kaydı kızın. Koluna yapıştım derhal ve düşmesini önledim. O an durdu ve bana dönüp,
“Benim adım ne?” diye sordu.
Masamda kalan özgeçmişteki adı hatırlamıyordum. Çaresiz bir mahcubiyetle baktım ona, gözlerim hafızamda dolaşıp, ismini bulmaya çalıştı, ama nafile!
Kolumu çimdikler gibi sıktı. “Adını bilmediğiniz birini yemeğe davet ettiniz. Bu nasıl bir şey?”
“Adınızdan önce insan olmanız yeterli değil mi?”
Üstümüzden karlar uçuşup gidiyor, ve kız sağ eliyle kolumu kavramış, kaldırımda öylece duruyorduk. Gözleri gözlerimi delerek içime doğru geçti. Tuhaf bir bakıştı. Sanki bir dedektör gibi zihnimin derinliklerini araştırıp bir saniyede geriye döndü.
“Samimisiniz,” dedi. “Fakat kiminle çorba içtiğinizi bilmelisiniz: Benim adım Deniz!”
Deniz’di o. Dalgalı, durgun, coşkun Deniz! O günden sonra sekreterim ve yardımcım olan, ardından müşteri temsilcimiz olan, sonra başka bir şirkete uçup giden Deniz. Sevgilim olan Deniz! Beni “fazla duygusal” bulan Deniz! Sonradan bütün o iş görüşmesi diyaloğunu düşündüğümde doğaçlama oyunculuğuna hayran kaldığım Deniz!
“Hep böyle dalgın mısınızdır?”
Dönüp baktığımda karşımda yeni bir yüz gördüm.
“Hayır,” diye mırıldandım.
Sekreter adayı yanı başıma kadar geldi ve özgeçmişinin yazılı olduğu kâğıdı uzattı. Genç kız koltuğa giderken ardından bakıyordum.
Yerine otururken, “Bacaklarımın titremesine aldırmayın,” dedi.
“Fark etmedim zaten,” dedim. “Niye titriyor bacaklarınız?”
“Heyecandan değil,” dedi. Rahat görünmeye çalışıyordu.
“Peki neden?”
“Bunun hiçbir önemi yok. Fakat heyecanlandığımı düşünmenizi istemedim.”
Ben dışarıdaki manzaraya dalmışken, onun gelişini fark etmemiştim. Belki bu yüzden, belki de tavırlarıyla kendini fark ettirmeyi başarıp beni suçlu hissettirdiği için diğer kızlara sormadığım bir soru sordum ona:
“Camdan dışarıya bakın,” dedim. “Ne görüyorsunuz?”
Pencereden, minareler, kız kulesi, ve deniz görünüyordu. Hepsinin üstüne lapa lapa kar yağıyordu.
“Anılarınız görünüyor,” dedi. “Kar tanelerinin üstüne yapışmış, şehrin üstüne dökülüp duruyorlar.”
“Niye böyle düşündünüz?”
“Ben değil” dedi. “Siz böyle düşündünüz. Odaya girdiğimi bu yüzden fark etmediniz.”
Elimdeki özgeçmişe baktım, ama yazılanlar beni hiç ilgilendirmedi. Kız iki kez kuru kuru öksürdü.
“Karda, bu yüksek topuklarla yürümek sizi zorlamış olmalı,” dedim. “Bacaklarınız bu yüzden mi titriyordu?”
“Ne önemi var ki,” dedi. “Belki soğuktan, belki hasta olmama rağmen, bu görüşmeyi yapma mecburiyetim yüzünden yürümekten, umutsuzluktan ya da...” Sustu yeniden öksürdü. “Bunlar kimi ilgilendirir ki, siz bir sekreter arıyorsunuz ben de görüşme için buradayım işte.”
Birdenbire “Karnınız aç mı?” diye sordum. Daha sorarken kendim bile bu soruya şaşırmıştım.
“Benden öncekilere de bu soruyu sordunuz mu?” Cümlesini tamamlarken kız yine öksürdü.
“Hayır,” dedim ve yeniden pencereden dışarı baktım. Hava tipiye çeviriyordu. Kıza döndüm yeniden. Makyajına rağmen solgun görünüyordu. Fakat bu solgunluk ona hüzünlü bir güzellik vermişti.
“Siz sonuncu adaysınız,” dedim. “Yanlış anlamazsanız, beraber bir şeyler içmeyi öneriyorum.”
“Bir şeyler içmek mi?” dedi kız; şaşkın görünüyordu.
“Çorba,” dedim, “sıcak bir çorba.”
Kızın hasta ve aç olduğu hissi içime yerleşmişti.
Sıraselviler Caddesinde yürürken, bir an ayağı kaydı kızın. Koluna yapıştım derhal ve düşmesini önledim. O an durdu ve bana dönüp,
“Benim adım ne?” diye sordu.
Masamda kalan özgeçmişteki adı hatırlamıyordum. Çaresiz bir mahcubiyetle baktım ona, gözlerim hafızamda dolaşıp, ismini bulmaya çalıştı, ama nafile!
Kolumu çimdikler gibi sıktı. “Adını bilmediğiniz birini yemeğe davet ettiniz. Bu nasıl bir şey?”
“Adınızdan önce insan olmanız yeterli değil mi?”
Üstümüzden karlar uçuşup gidiyor, ve kız sağ eliyle kolumu kavramış, kaldırımda öylece duruyorduk. Gözleri gözlerimi delerek içime doğru geçti. Tuhaf bir bakıştı. Sanki bir dedektör gibi zihnimin derinliklerini araştırıp bir saniyede geriye döndü.
“Samimisiniz,” dedi. “Fakat kiminle çorba içtiğinizi bilmelisiniz: Benim adım Deniz!”
Deniz’di o. Dalgalı, durgun, coşkun Deniz! O günden sonra sekreterim ve yardımcım olan, ardından müşteri temsilcimiz olan, sonra başka bir şirkete uçup giden Deniz. Sevgilim olan Deniz! Beni “fazla duygusal” bulan Deniz! Sonradan bütün o iş görüşmesi diyaloğunu düşündüğümde doğaçlama oyunculuğuna hayran kaldığım Deniz!
HAYAT ASKIDA (Roman)