20 Mart 2015 Cuma

HAYAT ASKIDA




Bir kaç yıl öncesine gitti aklım: Ben bir masanın gerisindeydim. Hemen karşımdaki koltuğa bir kadın oturuyor, kalkıyor, sonra bir başkası oturuyordu. Karar vermekte zorlanıyordum; bunların hangisi benim sekreterim olacaktı? Özgeçmişlerine bakıyor notlar alıyor ve düşünüyordum.
“Hep böyle dalgın mısınızdır?”
Dönüp baktığımda karşımda yeni bir yüz gördüm.
“Hayır,” diye mırıldandım.
Sekreter adayı yanı başıma kadar geldi ve özgeçmişinin yazılı olduğu kâğıdı uzattı. Genç kız koltuğa giderken ardından bakıyordum.
Yerine otururken, “Bacaklarımın titremesine aldırmayın,” dedi.
“Fark etmedim zaten,” dedim. “Niye titriyor bacaklarınız?”
“Heyecandan değil,” dedi. Rahat görünmeye çalışıyordu.
“Peki neden?”
“Bunun hiçbir önemi yok. Fakat heyecanlandığımı düşünmenizi istemedim.”
Ben dışarıdaki manzaraya dalmışken, onun gelişini fark etmemiştim. Belki bu yüzden, belki de tavırlarıyla kendini fark ettirmeyi başarıp beni suçlu hissettirdiği için diğer kızlara sormadığım bir soru sordum ona:
“Camdan dışarıya bakın,” dedim. “Ne görüyorsunuz?”
Pencereden, minareler, kız kulesi, ve deniz görünüyordu. Hepsinin üstüne lapa lapa kar yağıyordu.
“Anılarınız görünüyor,” dedi. “Kar tanelerinin üstüne yapışmış, şehrin üstüne dökülüp duruyorlar.”
“Niye böyle düşündünüz?”
“Ben değil” dedi. “Siz böyle düşündünüz. Odaya girdiğimi bu yüzden fark etmediniz.”
Elimdeki özgeçmişe baktım, ama yazılanlar beni hiç ilgilendirmedi. Kız iki kez kuru kuru öksürdü.
“Karda, bu yüksek topuklarla yürümek sizi zorlamış olmalı,” dedim. “Bacaklarınız bu yüzden mi titriyordu?”
“Ne önemi var ki,” dedi. “Belki soğuktan, belki hasta olmama rağmen, bu görüşmeyi yapma mecburiyetim yüzünden yürümekten, umutsuzluktan ya da...” Sustu yeniden öksürdü. “Bunlar kimi ilgilendirir ki, siz bir sekreter arıyorsunuz ben de görüşme için buradayım işte.”
Birdenbire “Karnınız aç mı?” diye sordum. Daha sorarken kendim bile bu soruya şaşırmıştım.
“Benden öncekilere de bu soruyu sordunuz mu?” Cümlesini tamamlarken kız yine öksürdü.
“Hayır,” dedim ve yeniden pencereden dışarı baktım. Hava tipiye çeviriyordu. Kıza döndüm yeniden. Makyajına rağmen solgun görünüyordu. Fakat bu solgunluk ona hüzünlü bir güzellik vermişti.
“Siz sonuncu adaysınız,” dedim. “Yanlış anlamazsanız, beraber bir şeyler içmeyi öneriyorum.”
“Bir şeyler içmek mi?” dedi kız; şaşkın görünüyordu.
“Çorba,” dedim, “sıcak bir çorba.”
Kızın hasta ve aç olduğu hissi içime yerleşmişti.
Sıraselviler Caddesinde yürürken, bir an ayağı kaydı kızın. Koluna yapıştım derhal ve düşmesini önledim. O an durdu ve bana dönüp,
“Benim adım ne?” diye sordu.
Masamda kalan özgeçmişteki adı hatırlamıyordum. Çaresiz bir mahcubiyetle baktım ona, gözlerim hafızamda dolaşıp, ismini bulmaya çalıştı, ama nafile!
Kolumu çimdikler gibi sıktı. “Adını bilmediğiniz birini yemeğe davet ettiniz. Bu nasıl bir şey?”
“Adınızdan önce insan olmanız yeterli değil mi?”
Üstümüzden karlar uçuşup gidiyor, ve kız sağ eliyle kolumu kavramış, kaldırımda öylece duruyorduk. Gözleri gözlerimi delerek içime doğru geçti. Tuhaf bir bakıştı. Sanki bir dedektör gibi zihnimin derinliklerini araştırıp bir saniyede geriye döndü.
“Samimisiniz,” dedi. “Fakat kiminle çorba içtiğinizi bilmelisiniz: Benim adım Deniz!”
Deniz’di o. Dalgalı, durgun, coşkun Deniz! O günden sonra sekreterim ve yardımcım olan, ardından müşteri temsilcimiz olan, sonra başka bir şirkete uçup giden Deniz. Sevgilim olan Deniz! Beni “fazla duygusal” bulan Deniz! Sonradan bütün o iş görüşmesi diyaloğunu düşündüğümde doğaçlama oyunculuğuna hayran kaldığım Deniz!
HAYAT ASKIDA (Roman) 

SARMAŞIKLA AYÇİÇEĞİNİN AŞKI



Sevmiş karşılıksız ve sonunu düşünmeden sarmaşık ayçiçeğini.
ama aşkı karşılıksızmış çünkü güneşe aşıkmış ayçiçeği.
hep bir ümitle bekler dururmuş bir gün kendisine dönmesini
ve kendisinin onu ne kadar sevdiğini anlar umuduyla.
ama her gün aynı...
hep güneşe bakar dururmuş ayçiçeği hep ona.
kahrolurmuş sarmaşık.
niye niye beni sevmiyorsun da onu seviyorsun diye.
sürekli söylenip duruyormuş "ben yakınındayım beni görmüyorsun
ama o uzaktaki ulaşamayacağını bildiği güneşe hayranlıkla bakıyorsun diye.
" ne olurdu sanki bir kerecik bile olsa yüzünü ona doğru dönse ve dünyaları bağışlasa ona ne olurdu.

çok şey mi istiyordu sanki...

günler böyle birbirini kovalayıp durmuş.
karşılıksız olarak sürüp gitmiş sarmaşığın aşkı.
sonunda dayanamaz olmuş ve bir sabah ona olan aşkı artık
doruklara ulaşmış
ona kendinin varlığını hissettirmek ve onu ne kadar çok sevdiğini anlatmak istiyormuş.
sarmış sarmalamış biricik aşkını sıkı sıkı; dolanmış dolanmış...,
gövdesine doğru.
hiç bırakmak istememiş.
artık onu kendi bedeniyle bir bütün hissetmeye başlamış.
gün geçmiş akşam olmuş hala bakmıyormuş ayçiçeği kendisine.
yine beklemeye devam etmiş sarmaşık. vee...
sabah olup yüzünü yine biricik aşkına çevirdiğinde o da ne ayçiçeği de yüzünü ona dönmüş artık.
üstelik güneş olmasına karşın.
güneşe bakmıyor ve sarmaşığa yüzünü dönmüş, sanmış ki
artık anladı her şeyi kimin onu gerçekten sevdiğini ve o da bu aşka karşılık vermeye karar verdi.
ama her şey sandığı gibi olmadı.
çünkü o kadar sıkı sarmış ki sarmaşık aşkını, öldürmüş onu.
bunu anlaması zaman almış ta ki o kuruyup dökülene kadar.
işte o zaman anlamış ki.
Onun o tertemiz sandığı aşkı ayçiçeğini öldürmüş.




ÇOK NAİF BİR REKLAM


HAYATIN TADINA VARMAK İÇİN ... !

Hayat dermiş ki; Sevdiğin insanda arayacağın ilk şey iyi niyet olmalıdır. O yoksa başka özelliklerinin anlamı kalmayacaktır Hayat dermiş ki; Dost dediğin sadece kötü gününde yanında olan değildir, aynı zamanda sevincine de en az senin kadar sevinebilendir Hayat dermiş ki; Başarmak için sıradan olandan ayrılmak zorundasın. Bırak insanların karşı duruşunu, doğru bildiğine sarıl ısrarla Hayat dermiş ki; Daha önce görmediğin biriyle karşılaştığında ilk dakikalara dikkat et. O insanın pozitif yada negatif enerji veren biri olduğunu anlayacaksın Hayat dermiş ki; Yaptığın seçimlerden dolayı başın derde girerse eğer, ilk suçlaman gereken kişi sensin. Sızlanmak ve başkalarını suçlamak yerine, hatanı bulmaya çalış Hayat dermiş ki; Bir yıkımla karşılaştığında yas tutma. O yıkımı, ne yap et öğretmenin haline getir Hayat dermiş ki; Hayvan sevmeyen insanlardan uzak dur. Doğal ve güzel olanı sevemez onlar çünkü. Hayat dermiş ki; İnsanlara kendini defalarca anlatmak zorunda kalma. Ya oradan ayrıl yada bildiğini oku Hayat dermiş ki; Hedeflerin konusunda kararlı ol. Engelleri düşünme. Ya bir yol bul,ya bir yol aç. Hayat dermiş ki; İçgüdülerinin sesine çok iyi kulak ver. Unutma ki, onca hayvan türü onlar sayesinde varlığını sürdürüyor milyonlarca yıldan beri Hayat dermiş ki; Kendini saygın bir birey haline getir. Aksi taktirde, boşuna beklersin başkalarının sana saygı duymasını Hayat dermiş ki; Başına bir şey geldiğinde, neden başkalarının değil de benim başıma geldi bu iş diye sızlanma, durduğun yere bak..

26 Kasım 2013 Salı

TANRI'NIN MAHKEMESİ

"Bir adam ölmüş ve öbür dünyada yargılanmak üzere sırasını bekliyormuş. Sıra kendisine gelip mahkeme salonuna girdiğinde bir de ne görsün? Yargıç kürsüsünde bir insan oturuyor. Tanık sandalyesinde ise Tanrı yerini almış. Adam şaşkın, “Aman Tanrım, bu nasıl oluyor? Beni senin yargılayacağını sanmıştım. Oysa orada hakim olarak bir insan oturuyor.” Tanrı gülümsemiş, “Ben hiçbir zaman sizi yargılamadım. Sonsuz sevgimle, ne yapmayı seçtiyseniz, sizi seçiminizde özgür bıraktım. Bana yargılamak değil, sevmek yakışır. Çünkü ben saf sevgiyim. Sizi kendimden yarattığım için sizi yargılamak kendimi yargılamak olur. Ayrıca benim yargılamama ne gerek var ki? Her şeyi bilen ben sadece burada tanıklık ediyorum. Dünyada olduğu gibi burada da insanlar tarafından yargılanıyorsunuz. Birazdan salonu hayattayken, senin zarar verdiğin, hoşgörülü davranmadığın, yargıladığın, kalplerini kırdığın insanlar dolduracak. Onlara kendini affettirmeye çalış. Onlar seni affederse ne ala. Çünkü cennetin yolu onların affından geçiyor.” demiş. Adam merakla sormuş: “Peki ya affetmezlerse ne olacak? ”Tanrı yine sevgiyle gülümsemiş, “Ben cenneti de, cehennemi de yeryüzünde yarattım. Seni tekrar yeryüzüne göndereceğim. Orada öyle bir yaşam süreceksin ki, tüm yaptığın kötülükler, verdiğin zararlar sana aynen yaşatılacak. Yani ettiğini bulacaksın. Ama bunun amacı sana ceza vermek değil. Sadece o insanların hissettiklerini bizzat yaşayıp anlaman, yaptığın kötülüklerin bilincine varman. İşte o zaman sen kendini affetmiş olacaksın.” Adam bir süre düşünmüş, “Peki, cennet nasıl bir yer?” diye sormuş Tanrı’ya. “Cennet, bir yer değil, bir bilinç düzeyidir evladım. Dünyada mutlu, huzur ve sevgi dolu, insanlara destek olmaktan haz duyan, yarattığım canlı ve cansız her varlığa saygı göstermeyi bilen insanlar var ya, işte onlar, dünyada cenneti yeniden yaratmaları için geri gönderdiğim cennetliklerdir. Cennet de dünyadan başka yerde değil.” demiş Tanrı. “Ama kutsal kitap bana öyle öğretmedi.” diye karşı çıkmış adam. “Kutsal olan tek şey yaşamdır. Ben o kitapları kutsal kılmadım. Siz kıldınız. Her şeye sevgi ile bakmasını bilerek yaşayan insan, en büyük ibadeti yapandır.” demiş Tanrı. “Peki dünyaya döndüğümde doğru yola görmemde yardımcı olacak mısın?” diye sormuş adam. “Ben bunun için siz insanların içine “vicdan” denen bir pusula koydum. Eğer bu pusulanın etrafına ördüğünüz kalın bencillik duvarlarını yıkarsanız, vicdanınızın yani benim sesimi kolaylıkla işitebilirsiniz.” “Peki biz insanlara ne kadar yakında bulunuyorsun?” diye sormuş adam. “Hem size şah damarınızdan daha yakınım, hem de düşman olduğunuz kadar sizden uzağım.” demiş Tanrı. “Çünkü düşmanlarınız da Ben’im. Siz de Ben’im.” “Yani mahkeme salonunda insanlara hiç mi hesap sormuyorsun Tanrı’m?” “Sadece iki sorum oluyor tüm insanlara.” diye gülmüş tanrı. “Dünya okulunda ne kadar sevmeyi öğrendiniz? Ne kadar bilgi kazandınız?"

23 Eylül 2013 Pazartesi

Kendini Gerçekleştirmiş İnsan Nasıl Olur?

1- Bu insanlar, yaşamın her yönünü severler, şikâyet etmekle ya da olayların daha değişik olmasını istemekle vakit kaybetmezler. 2- Bağımsızlıklarına çok düşkündürler. Aileye güçlü bir sevgi ve bağlılık duymalarına rağmen,ilişkilerinde bağımsız olmaya... özen gösterirler. 3- Sevgi anlayışları, sevdiklerine hiçbir değeri zorla kabul ettirmemeyi gerektirir. 4- Onay aramak gereksinimleri yoktur. Övgü ve ödül talep etmezler. 5- Çok açık ve dürüst konuşurlar, çünkü vermek istedikleri mesajları, başkalarını memnun etmek için dikkatli sözcükler arkasına gizlemezler. 6- Gülmeyi ve başkalarını güldürmeyi iyi bilirler. 7- Kendilerini şikâyet etmeden kabullenirler. Fiziksel benliklerini, sahteliklerle gizlemezler. 8- Doğal yaşamı takdir ederler. Başkalarına eğlenceli gelmeyen şeylerden zevk alma yetenekleri vardır. Gün batımını izlemek, ya da kırlarda küçük bir gezinti yapabilmek, doğum yapan bir kediyi izlemek onlar için mükemmel bir şeydir ve şükran duyarlar. 9- Başka insanları çok iyi anlarlar ve asla şaşırıp şok olmazlar. 10- Gereksiz kavgalarda asla taraf olmazlar. 11- Hastalık hastası değildirler. 12- Dürüsttürler, asla yalan söylemezler, olayları çarpıtmazlar. 13- İnsanlar hakkında konuşmaz, insanlarla konuşurlar. 14- Titizlik ya da düzenlilik gibi dertleri yoktur, verimli yaşamaya bakarlar. Organizasyon nevrozundan bağımsız oldukları için yaratıcıdırlar. 15- Bu insanların müthiş bir enerjileri vardır. Enerjileri doğaüstü değildir, yalnızca yaşamı ve yaşamdaki aktiviteleri sevmelerinin bir sonucudur. 16- Şiddetli bir merak duygusuna sahiptirler. Hep araştırır, yaşamlarının her anını kavramak isterler. Her insan, her varlık ve her olay, daha çok öğrenmek için bir fırsattır. 17- Başarısız olmaktan korkmazlar, hatta onu sevinçle kabul ederler. Bu insanlar, kendilerine zarar verecek duyguları yok etme ve kendilerine verdikleri değeri artıracak olanları doya doya yaşama yeteneğine sahiptirler. 18- Bu mutlu insanlar,asla kendilerini savunma gereksinimi duymazlar. Basitçe 'her şey yolunda, biz yalnızca farklıyız. Anlaşmak zorunda değiliz' derler. Bir tartışmayı, kazanma ve karşısındakini konumunun yanlışlığına ikna etme gereksinimi duymadan, burada keserler. 19- Değerleri dar değildir. Kendilerini tüm insan ırkının bir parçası olarak görürler. Daha çok düşman öldürmekten sevinç duymazlar. 20- Kahramanları ya da putlaştırdıkları insanları yoktur. Herkesi insan olarak görür ve hiçkimseyi kendilerinden önemli konuma getirmezler. 21- Başkalarının yeteneksizliğ i nedeni ile kazanmak yerine, zaferi kendi çabaları ile elde etmeyi yeğlerler. 22- Komşularının ne yaptığını fark etmezler, çünkü var olmakla meşguldürler. 23- En önemlisi bu insanlar 'KENDİLERİNİ SEVERLER'. Kendilerine acımak, kendilerini reddetmek, kendilerine öfkelenmek için zamanları yoktur. Elbette sorunları vardır, ama sorunların onları duygusal paralizasyona götürmesine izin vermezler. Tökezleyip düştüklerinde, tekrar ayağa kalkar ve sızlanmadan yaşamaya devam ederler. 24- Hatalı alanlardan bağımsız insanlar, mutluluğu kovalamazlar, sadece yaşarlar ve mutluluk onları bulur. Gerçekten nadir bulunan insanlardır, onlar için her gün mükemmeldir... * Dr. Wayne W. Dye

19 Eylül 2013 Perşembe

TİLKİLİK BELGESİ

Günün birinde bir tilki, ormanda genç bir tavşanla karşılaşmış. “ Sen nesin?” diye sormuş tavşan. Tilki: “Ben tilkiyim ve canım isterse seni yiyebilirim” demiş. “peki tilki olduğunu nasıl kanıtlayabilirsin?” diye sormuş tavşan. Tilki ne diyeceğini bilememiş, çünkü şimdiye kadar karşısına çıkan tavşanlardan hiçbiri ona böyle sorular sormamış, kaçmışlar.. Tavşan: “Tilki olduğuna dair yazılı bir kanıt gösterebilirsen sana inanırım” demiş. İnsan zihni de böyle işler. Yazılı bir şey gördüler mi hemen inanırlar. Yazılı ve basılı sözcüklerin insanlar üzerinde hipnotize edici bir etkisi vardır. Bu yüzden aptal gazetelere bile inanmaya devam ederler, çünkü yazılmış, basılmış bir şey bu, demek ki doğru olmalı diye düşünürler. Bu nedenledir ki yalan, sahte, uydurma ve ahmakça şeyler dolaşımda olmaya devam eder. Tilki doğru aslana koşup, ondan tilki olduğuna dair bir onay belgesi almış. Tavşanın beklediği yere geri dönüp belgeyi okumaya başlamış. Bu onu öylesine keyiflendirmiş ki, her paragrafın üzerinde dura dura, uzun uzun okumuş. Belgenin ana fikrini daha ilk satırlarda anlayan tavşan bir oyuktan içeri dalıp gözden kaybolmuş.. Tilki aslanın mağarasına geri dönmüş ve onu bir geyikle konuşurken bulmuş. Geyik: “Aslan olduğuna dair yazılı bir kanıt görmek istiyorum…” diyormuş. Aslan: “ Aç olmadığımda böyle bir şeyle uğraşmam gerekmez..Aç olduğumda ise yazılı şey görmene hiç gerek kalmaz.Zaten öğrenirsin…” Tilki aslana: “ Peki tavşan için bir belge almaya geldiğimde bunu bana niye söylemedin?.” diye sormuş. “Sevgili dostum” demiş aslan, “ belgeyi isteyenin bir tavşan olduğunu söyleseydin ya bana! Ben onu bazı sersem hayvanlara bu eğlenceyi öğreten ahmak insanoğlunun biri için sanmıştım.” Gerçek de böyledir. Onu görecek gözün varsa, anında görürsün. Gerçeğin kanıta ihtiyacı yoktur…

21 Ağustos 2013 Çarşamba

NE KADAR SEVİYOR/SEVİLİYORSUNUZ?

Geçenlerde yağan kar nedeniyle birçok kaza yaşandı. Bunlardan birisi zincirleme bir kazaya karışan ve çok şükür kendisine bir şey olmayan bir kadının başına geldi. Korkuya kapılan kadın ilk iş olarak eşini aradı ve eşinin ilk cevabı “Arabada bir şey var mı?” oldu… Bir başka kadının doktor randevusu vardı. Tek başına gitmeye çekindiği bir randevuydu. Fakat yakın bir akrabası olmadığından tek başına gitmesi gerekiyordu ve eşine söyledi ama gelemeyeceği için ısrar etmedi. Sadece randevu saatini söyledi ve dua istedi... Muayene sonucu korktuğu gibi olmadı, sonuç iyiydi. Eve geldi ve eşinin randevunun nasıl geçtiğiyle ilgili bir şeyler sormasını bekledi… Aradan on beş gün geçti. Hala bekliyor... Bir adam arabasından inerken kaydı ve düştü, ayak bileği incindi. (Sonradan kırık olduğu anlaşıldı.) Kapıda kendisini karşılayan eşi arkadaşıyla konuşuyordu. Adam canının yandığını, ayağının kırılmış olabileceğini söyledi. Ama kadın “Aaa, öyle mi?” diyerek arkadaşıyla konuşmaya devam etti, adam donakaldı... Hala donmuş durumda, duygusu yok... Bir başka adam babasının hasta olduğunu öğrendiği için akşam babasına uğramak istediğini söyleyince, eşi “Ama dışarıda yemek rezervasyonumuz vardı.” cevabını alınca üzüntüsünü içine attı... Ve daha birçok örnek... Her gün yaşadığımız, yaşattığımız... Kendimiz için önemli olan bir şeyi karşımız için aynı önemde görmediğimiz onca olayın içinde kalpler kırılıyor. İlişkiler can çekişiyor. Bazı önemli olaylar vardır, bunların ıskalanması telafisi zor aralıklar koyar insanların arasına. Sonra herkes unutmuş gibi yapar. Bazen çaresizlikten, bazen de durum acı verse de ilişkiyi bitirmek için yeterince büyük görülmediğinden... Fakat hesap bir gün kabardığında, çok küçük bir rüzgar gelir ve çok güçlü zannedilen ilişkiler dağılıp gider. Yıpranma yıllar sürer, yıkılması ise bir andır. Bazen hiç ummadığınız bir şey gelir ve sizin çok sağlam sandığınız her şeyi alır götürür. Küçük ihmaller, hiçbir zaman küçük değillerdir. Altlarında daha derin düşünceleri örterler. Bunların başında da “Sana değer vermiyorum!” düşüncesi vardır veya “Senin acın beni ilgilendirmiyor!” düşüncesi... İşte ruh birlikte eğlenebildiği ama birlikte acısını paylaşamadığı ruha karşı soğur. İnsan, karşısındaki insanın kendisini ne kadar sevdiğini verdiği hediyelerle ölçmez çoğu kere. Böyle durumlarda sınanır sevgi. Ve insan sınanana kadar ne kadar sevildiğini bilemez. Ne kadar sevdiğini de. Sevgi sınar çoğu kere ve bazıları kaybeder çok azı da kazanır... Bu günlerde kaybedenler çoğunlukta görünüyor. Sanıyorum ki bir nedeni de yanımızdakinin acısına duyarsızlaşmamız... Hep eğlenceli bir şeylerin peşinden koşmamız... Ve sadece kendimiz için yaşama çabamız... Oysaki yanımızdaki olmadan yaşayamayacağımızı unutuyoruz.

30 Mayıs 2012 Çarşamba

AYRILIĞIN ESKİ TADI YOK...





Biz çocukken, tepesinde bir dantela örtüyle başköşede duran yeşil ışıklı ahşap radyomuzdan, hüzzam makamında ayrılık şarkıları yayılırdı salona:
"Ayrılık, ümitlerin ötesinde bir şehir"di o zamanlar;
"...ne bir kuş, ne bir haber, ne de bir selam gelir"di.
"Yaman kelime"ydi ayrılık; "benzetmek azdı ölüme"...
Ve her kim uğrarsa bu zulme, "gündüzü olurdu gece..."
Selahaddin Pınar'ın tamburu "Ayrılık yarı ölmekmiş/ o bir alevden gömlekmiş" diye inler ve sorardı:
"Ey sevgili sen nerdesin/ nerdesin ey sevgili?"
"Çerağ" nedir bilmezdik; ama Sevim Tanürek, "Alev alev çerağız biz/ Ayrılsak da beraberiz" deyince bir yangın fitili tutuşurdu yüreğimizde...
Sonra Zeki Müren çağlardı, tane tane söyleyerek:
"Aynı bedende can gibiyiz/ cana can veren kan gibiyiz/
Yanıp da bitmez kül gibiyiz/ biz ayrılamayız/
Eller ayırsa bile/ yollar ayırsa bile/ biz ayrılamayız."
* * *
Büyüdük; o "çerağ" da içimizde büyüdü alev alev...
Sevdalandık... ayrıldık... yandık.
Ayrılıkla ölümü, biz de Abdürrahim Karakoç'un "Mihriban"ıyla kıyasladık:
"Ayrılıktan zor belleme ölümü/ Görmeyince sezilmiyor Mihriban..."
Timur Selçuk, "Ayrılanlar için" değil, bizim için çalıyordu:
"Ne kadar acı olsa / ne kadar güç olsa/ Her şeyi, evet her şeyi unutmalı"ydık.
"Kalırsa içimizde bir derin sızı kalır"dı.
* * *
Derken vuslat kolaylaştıkça; basitleşti ayrılmalar da...
Kocamaya bir yastık yetmez oldu.
Sönenin son ateşiyle yakılan sigaralar gibi; ayrı düşülen yavuklunun hasreti, yeni bir aşkın kollarında giderildi.
Ve günün birinde Ajda Pekkan, "başı yukarda meydan okuyarak hayata", ayrılıkların üzerindeki o kırık yeniklik duygusunu silip attı:
"Arkanı dön ve çık istenmiyorsun artık" diye kovaladı eski sevgiliyi:
"Bir zamanlar sen de bana acımadın/ yalnız kaldım/ Yıkılmadım ayaktayım."
* * *
Herkes bu çıkışı bekliyordu sanki...
"Ümitlerin ötesindeki o şehir" bir anda tarumar oldu.
Bir baktık ki 20. yüzyılla birlikte, ayrılan yollarda söylenen şarkılar da değişmiş, herkese bir güven gelmiş.
"Aşk dediğin geliyor, geçiyor" diyen Hande Yener, ayrılığın onuncu gününde eski sevgilisine "Yalnız değilim, sıkılmıyorum" mesajı göndermiş.
Nazan Öncel, bir vedalaşmayı "Jetonu mu yoktu, aramadı gitti/ velhasıl bitti" diye özetlemiş.
Sonra jeton da tarih oldu.
Ayrılık acısının ilacı bulundu.
Demet Akalın bir yıl önce "seve seve" ayrıldığı sevgilisiyle "İsim neydi çıkaramadım/ adın neydi hatırlamadım" diye kafa buldu.
Şimdilerde dillerde gezen bir yaz şarkısında ayrılıklara iyi gelecek formülü açıklıyor:
"Hemen yeni bir aşk bulunur, yerin çabuk doldurulur/ Sevgilimi koluma takarım/ Bebek'te üç beş tur atarım/ Olmadı bi de sinema yaparım/ gördüğün gibi çok unutkanım."
* * *
Dedim ya, ayrılığın eski tadı yok.
Şarkılardan belli...

CAN DÜNDAR

2 Mayıs 2012 Çarşamba

YALAN






İspanya'nın güneyinde Estepona isimli küçük bir kasaba da büyüdüm. 16 yaşındayken bir sabah babam benden kendisini araba ile 30 kilometre uzaktaki bir köye götürmemi istedi. Ancak onu Mijas'a götürdükten sonra arabayı bakım için yakındaki bir tamirhaneye bırakmam gerekiyordu.Araba kullanmayı daha yeni öğrenmiştim ve araba kullanmak için pek de fırsatım olmamıştı.Onun için bu teklifi hemen kabul ettim. Babamı Mijas'a götürdüm ve öğleden sonra saat dörtte onu almaya söz verdim. Sonra arabayı tamirhaneye bıraktım. Bir kaç saat vaktim vardı. Ben de tamirhanenin yakınında bir sinemada film izlemeye karar verdim. Fakat sinemada çok vakit geçirdiğimin farkında değildim. Saat altı olmuştu. Dolayısıyla iki saat geç kalmışım.

Babam,sinemaya gittiğimi öğrenirse bana kızabilirdi. Bir daha arabayı kullanmama izin vermezdi. Ona tamirhane de arabanın işinin uzun sürdüğünü söylemeye karar verdim. Buluşacağımız yere vardığımda babamın köşede oturmakta olduğunu gördüm. Geç kaldığım için özür diledikten sonra ona arabanın işinin uzadığını söyledim. Bunun üzerine babamın bana nasıl baktığını asla unutamam.

Babam:

"Bana yalan söylediğin için çok üzüldüm Jason" dedi.

"Ne demek istiyorsun baba? Gerçeği söylüyorum" dedim.

Babam bana tekrar baktı.

"Sen geç kalınca tamirhaneyi aradım ve bir problem olup olmadığını sordum. Bana senin henüz arabayı almaya gelmediğini söylediler. Yani araba ile ilgili bir problem olmadığını biliyorum."

Birden ne kadar büyük bir suç işlediğimi anladım ve babama gerçeği itiraf ettim. Babam beni üzgün bir şekilde dinledi.

"Kızgınım;ama sana değil, kendime. Eğer sen bunca yıldan sonra bana yalan söyleyebiliyorsan demek ki ben iyi bir baba olamamışım.Kendi babasına bile yalan söyleyebilen bir çocuk yetiştirmişim. Eve yürüyerek dönecek ve bu arada neyi yanlış yaptığımı düşüneceğim."

"Ama baba,eve 30 kilometre yol var ve hava karardı.O kadar yolu yürüyemezsin." dedim.

Babam ne özür dilemelerime, ne itirazlarıma , ne de diğer söyledilerime kulak astı.

Onu hayal kırıklığına uğratmıştım ve hayatımın en acı dersleriden birini almak üzereydim. Babam tozlu yollarda yürümeye başladı. Ben de arkasından araba ile onu izliyordum. Ondan özür diliyor ve arabaya binmesini rica ediyordum. Maalesef beni duymazdan geliyor ve üzgün bir şekilde yürümeye devam ediyordu. 30 kilometre boyunca 10 kilometre süratle onu takip ettim. Babamın hem bedensel hem de duygusal olarak bu kadar sıkıntı çekmesine şahit olmak hayatımın en üzücü ve acı veren dersi olmuştur. Aldığım bu dersten sonra asla yalan söylemedim...

29 Nisan 2012 Pazar

ZİHNİ ÖZGÜR BIRAKMAK







George Dantzig anlatıyor: Berkeley’de California Üniversitesi Matematik Bölümü Öğrencisiydim. Her zaman ki gibi sınıfa geç girdim ve tahtadaki iki soruyu ev ödevi sanarak defterime geçirdim. O akşam, soruların üzerinde çalışırken bunun profesörün verdiği en zor ödev olduğunu düşündüm. Her gece, başaramasam da sırasıyla her iki problemin üzerinde saatlerce çalıştım. Birkaç saat sonra beynimde bir şimşek çaktı ve her iki problemi birden çözdüm. Ertesi gün cevapları okula götürdüm.Profesör, masanın üzerine bırakmamı söyledi. Masanın üzerinde kağıttan bir tepe oluşmuştu. Benim kağıdımın bunların arasında kaynayacağını düşünüp bir sıraya üzgünce oturdum. Altı hafta sonra bir Pazar sabahı kapının vurulmasıyla uyandım. Kapıda profesörü görünce dondum kaldım. ‘George! George!’ diye bağırıyordu.’Problemi çözmüşsün’ dedi. ‘Tabiiki’ diye cevap verdim.’Çözmem gerekmiyor muydu?’ diye sordum.
Profesör, tahtaya yazılmış olan o iki problemin ev ödevi olmadığını, dünyanın önde gelen matematikçilerinin şimdiye kadar çözememiş oldukları iki ünlü problem olduğunu açıkladı. Birisi bana onların, iki ünlü çözülememiş iki problem olduğunu söyleseydi, sanırım onları çözmeyi denemezdim bile.

GEL, GEL, NE OLURSAN OL YİNE GEL

20 Mart 2015 Cuma

HAYAT ASKIDA




Bir kaç yıl öncesine gitti aklım: Ben bir masanın gerisindeydim. Hemen karşımdaki koltuğa bir kadın oturuyor, kalkıyor, sonra bir başkası oturuyordu. Karar vermekte zorlanıyordum; bunların hangisi benim sekreterim olacaktı? Özgeçmişlerine bakıyor notlar alıyor ve düşünüyordum.
“Hep böyle dalgın mısınızdır?”
Dönüp baktığımda karşımda yeni bir yüz gördüm.
“Hayır,” diye mırıldandım.
Sekreter adayı yanı başıma kadar geldi ve özgeçmişinin yazılı olduğu kâğıdı uzattı. Genç kız koltuğa giderken ardından bakıyordum.
Yerine otururken, “Bacaklarımın titremesine aldırmayın,” dedi.
“Fark etmedim zaten,” dedim. “Niye titriyor bacaklarınız?”
“Heyecandan değil,” dedi. Rahat görünmeye çalışıyordu.
“Peki neden?”
“Bunun hiçbir önemi yok. Fakat heyecanlandığımı düşünmenizi istemedim.”
Ben dışarıdaki manzaraya dalmışken, onun gelişini fark etmemiştim. Belki bu yüzden, belki de tavırlarıyla kendini fark ettirmeyi başarıp beni suçlu hissettirdiği için diğer kızlara sormadığım bir soru sordum ona:
“Camdan dışarıya bakın,” dedim. “Ne görüyorsunuz?”
Pencereden, minareler, kız kulesi, ve deniz görünüyordu. Hepsinin üstüne lapa lapa kar yağıyordu.
“Anılarınız görünüyor,” dedi. “Kar tanelerinin üstüne yapışmış, şehrin üstüne dökülüp duruyorlar.”
“Niye böyle düşündünüz?”
“Ben değil” dedi. “Siz böyle düşündünüz. Odaya girdiğimi bu yüzden fark etmediniz.”
Elimdeki özgeçmişe baktım, ama yazılanlar beni hiç ilgilendirmedi. Kız iki kez kuru kuru öksürdü.
“Karda, bu yüksek topuklarla yürümek sizi zorlamış olmalı,” dedim. “Bacaklarınız bu yüzden mi titriyordu?”
“Ne önemi var ki,” dedi. “Belki soğuktan, belki hasta olmama rağmen, bu görüşmeyi yapma mecburiyetim yüzünden yürümekten, umutsuzluktan ya da...” Sustu yeniden öksürdü. “Bunlar kimi ilgilendirir ki, siz bir sekreter arıyorsunuz ben de görüşme için buradayım işte.”
Birdenbire “Karnınız aç mı?” diye sordum. Daha sorarken kendim bile bu soruya şaşırmıştım.
“Benden öncekilere de bu soruyu sordunuz mu?” Cümlesini tamamlarken kız yine öksürdü.
“Hayır,” dedim ve yeniden pencereden dışarı baktım. Hava tipiye çeviriyordu. Kıza döndüm yeniden. Makyajına rağmen solgun görünüyordu. Fakat bu solgunluk ona hüzünlü bir güzellik vermişti.
“Siz sonuncu adaysınız,” dedim. “Yanlış anlamazsanız, beraber bir şeyler içmeyi öneriyorum.”
“Bir şeyler içmek mi?” dedi kız; şaşkın görünüyordu.
“Çorba,” dedim, “sıcak bir çorba.”
Kızın hasta ve aç olduğu hissi içime yerleşmişti.
Sıraselviler Caddesinde yürürken, bir an ayağı kaydı kızın. Koluna yapıştım derhal ve düşmesini önledim. O an durdu ve bana dönüp,
“Benim adım ne?” diye sordu.
Masamda kalan özgeçmişteki adı hatırlamıyordum. Çaresiz bir mahcubiyetle baktım ona, gözlerim hafızamda dolaşıp, ismini bulmaya çalıştı, ama nafile!
Kolumu çimdikler gibi sıktı. “Adını bilmediğiniz birini yemeğe davet ettiniz. Bu nasıl bir şey?”
“Adınızdan önce insan olmanız yeterli değil mi?”
Üstümüzden karlar uçuşup gidiyor, ve kız sağ eliyle kolumu kavramış, kaldırımda öylece duruyorduk. Gözleri gözlerimi delerek içime doğru geçti. Tuhaf bir bakıştı. Sanki bir dedektör gibi zihnimin derinliklerini araştırıp bir saniyede geriye döndü.
“Samimisiniz,” dedi. “Fakat kiminle çorba içtiğinizi bilmelisiniz: Benim adım Deniz!”
Deniz’di o. Dalgalı, durgun, coşkun Deniz! O günden sonra sekreterim ve yardımcım olan, ardından müşteri temsilcimiz olan, sonra başka bir şirkete uçup giden Deniz. Sevgilim olan Deniz! Beni “fazla duygusal” bulan Deniz! Sonradan bütün o iş görüşmesi diyaloğunu düşündüğümde doğaçlama oyunculuğuna hayran kaldığım Deniz!
HAYAT ASKIDA (Roman) 

SARMAŞIKLA AYÇİÇEĞİNİN AŞKI



Sevmiş karşılıksız ve sonunu düşünmeden sarmaşık ayçiçeğini.
ama aşkı karşılıksızmış çünkü güneşe aşıkmış ayçiçeği.
hep bir ümitle bekler dururmuş bir gün kendisine dönmesini
ve kendisinin onu ne kadar sevdiğini anlar umuduyla.
ama her gün aynı...
hep güneşe bakar dururmuş ayçiçeği hep ona.
kahrolurmuş sarmaşık.
niye niye beni sevmiyorsun da onu seviyorsun diye.
sürekli söylenip duruyormuş "ben yakınındayım beni görmüyorsun
ama o uzaktaki ulaşamayacağını bildiği güneşe hayranlıkla bakıyorsun diye.
" ne olurdu sanki bir kerecik bile olsa yüzünü ona doğru dönse ve dünyaları bağışlasa ona ne olurdu.

çok şey mi istiyordu sanki...

günler böyle birbirini kovalayıp durmuş.
karşılıksız olarak sürüp gitmiş sarmaşığın aşkı.
sonunda dayanamaz olmuş ve bir sabah ona olan aşkı artık
doruklara ulaşmış
ona kendinin varlığını hissettirmek ve onu ne kadar çok sevdiğini anlatmak istiyormuş.
sarmış sarmalamış biricik aşkını sıkı sıkı; dolanmış dolanmış...,
gövdesine doğru.
hiç bırakmak istememiş.
artık onu kendi bedeniyle bir bütün hissetmeye başlamış.
gün geçmiş akşam olmuş hala bakmıyormuş ayçiçeği kendisine.
yine beklemeye devam etmiş sarmaşık. vee...
sabah olup yüzünü yine biricik aşkına çevirdiğinde o da ne ayçiçeği de yüzünü ona dönmüş artık.
üstelik güneş olmasına karşın.
güneşe bakmıyor ve sarmaşığa yüzünü dönmüş, sanmış ki
artık anladı her şeyi kimin onu gerçekten sevdiğini ve o da bu aşka karşılık vermeye karar verdi.
ama her şey sandığı gibi olmadı.
çünkü o kadar sıkı sarmış ki sarmaşık aşkını, öldürmüş onu.
bunu anlaması zaman almış ta ki o kuruyup dökülene kadar.
işte o zaman anlamış ki.
Onun o tertemiz sandığı aşkı ayçiçeğini öldürmüş.




ÇOK NAİF BİR REKLAM


HAYATIN TADINA VARMAK İÇİN ... !

Hayat dermiş ki; Sevdiğin insanda arayacağın ilk şey iyi niyet olmalıdır. O yoksa başka özelliklerinin anlamı kalmayacaktır Hayat dermiş ki; Dost dediğin sadece kötü gününde yanında olan değildir, aynı zamanda sevincine de en az senin kadar sevinebilendir Hayat dermiş ki; Başarmak için sıradan olandan ayrılmak zorundasın. Bırak insanların karşı duruşunu, doğru bildiğine sarıl ısrarla Hayat dermiş ki; Daha önce görmediğin biriyle karşılaştığında ilk dakikalara dikkat et. O insanın pozitif yada negatif enerji veren biri olduğunu anlayacaksın Hayat dermiş ki; Yaptığın seçimlerden dolayı başın derde girerse eğer, ilk suçlaman gereken kişi sensin. Sızlanmak ve başkalarını suçlamak yerine, hatanı bulmaya çalış Hayat dermiş ki; Bir yıkımla karşılaştığında yas tutma. O yıkımı, ne yap et öğretmenin haline getir Hayat dermiş ki; Hayvan sevmeyen insanlardan uzak dur. Doğal ve güzel olanı sevemez onlar çünkü. Hayat dermiş ki; İnsanlara kendini defalarca anlatmak zorunda kalma. Ya oradan ayrıl yada bildiğini oku Hayat dermiş ki; Hedeflerin konusunda kararlı ol. Engelleri düşünme. Ya bir yol bul,ya bir yol aç. Hayat dermiş ki; İçgüdülerinin sesine çok iyi kulak ver. Unutma ki, onca hayvan türü onlar sayesinde varlığını sürdürüyor milyonlarca yıldan beri Hayat dermiş ki; Kendini saygın bir birey haline getir. Aksi taktirde, boşuna beklersin başkalarının sana saygı duymasını Hayat dermiş ki; Başına bir şey geldiğinde, neden başkalarının değil de benim başıma geldi bu iş diye sızlanma, durduğun yere bak..

26 Kasım 2013 Salı

TANRI'NIN MAHKEMESİ

"Bir adam ölmüş ve öbür dünyada yargılanmak üzere sırasını bekliyormuş. Sıra kendisine gelip mahkeme salonuna girdiğinde bir de ne görsün? Yargıç kürsüsünde bir insan oturuyor. Tanık sandalyesinde ise Tanrı yerini almış. Adam şaşkın, “Aman Tanrım, bu nasıl oluyor? Beni senin yargılayacağını sanmıştım. Oysa orada hakim olarak bir insan oturuyor.” Tanrı gülümsemiş, “Ben hiçbir zaman sizi yargılamadım. Sonsuz sevgimle, ne yapmayı seçtiyseniz, sizi seçiminizde özgür bıraktım. Bana yargılamak değil, sevmek yakışır. Çünkü ben saf sevgiyim. Sizi kendimden yarattığım için sizi yargılamak kendimi yargılamak olur. Ayrıca benim yargılamama ne gerek var ki? Her şeyi bilen ben sadece burada tanıklık ediyorum. Dünyada olduğu gibi burada da insanlar tarafından yargılanıyorsunuz. Birazdan salonu hayattayken, senin zarar verdiğin, hoşgörülü davranmadığın, yargıladığın, kalplerini kırdığın insanlar dolduracak. Onlara kendini affettirmeye çalış. Onlar seni affederse ne ala. Çünkü cennetin yolu onların affından geçiyor.” demiş. Adam merakla sormuş: “Peki ya affetmezlerse ne olacak? ”Tanrı yine sevgiyle gülümsemiş, “Ben cenneti de, cehennemi de yeryüzünde yarattım. Seni tekrar yeryüzüne göndereceğim. Orada öyle bir yaşam süreceksin ki, tüm yaptığın kötülükler, verdiğin zararlar sana aynen yaşatılacak. Yani ettiğini bulacaksın. Ama bunun amacı sana ceza vermek değil. Sadece o insanların hissettiklerini bizzat yaşayıp anlaman, yaptığın kötülüklerin bilincine varman. İşte o zaman sen kendini affetmiş olacaksın.” Adam bir süre düşünmüş, “Peki, cennet nasıl bir yer?” diye sormuş Tanrı’ya. “Cennet, bir yer değil, bir bilinç düzeyidir evladım. Dünyada mutlu, huzur ve sevgi dolu, insanlara destek olmaktan haz duyan, yarattığım canlı ve cansız her varlığa saygı göstermeyi bilen insanlar var ya, işte onlar, dünyada cenneti yeniden yaratmaları için geri gönderdiğim cennetliklerdir. Cennet de dünyadan başka yerde değil.” demiş Tanrı. “Ama kutsal kitap bana öyle öğretmedi.” diye karşı çıkmış adam. “Kutsal olan tek şey yaşamdır. Ben o kitapları kutsal kılmadım. Siz kıldınız. Her şeye sevgi ile bakmasını bilerek yaşayan insan, en büyük ibadeti yapandır.” demiş Tanrı. “Peki dünyaya döndüğümde doğru yola görmemde yardımcı olacak mısın?” diye sormuş adam. “Ben bunun için siz insanların içine “vicdan” denen bir pusula koydum. Eğer bu pusulanın etrafına ördüğünüz kalın bencillik duvarlarını yıkarsanız, vicdanınızın yani benim sesimi kolaylıkla işitebilirsiniz.” “Peki biz insanlara ne kadar yakında bulunuyorsun?” diye sormuş adam. “Hem size şah damarınızdan daha yakınım, hem de düşman olduğunuz kadar sizden uzağım.” demiş Tanrı. “Çünkü düşmanlarınız da Ben’im. Siz de Ben’im.” “Yani mahkeme salonunda insanlara hiç mi hesap sormuyorsun Tanrı’m?” “Sadece iki sorum oluyor tüm insanlara.” diye gülmüş tanrı. “Dünya okulunda ne kadar sevmeyi öğrendiniz? Ne kadar bilgi kazandınız?"

23 Eylül 2013 Pazartesi

Kendini Gerçekleştirmiş İnsan Nasıl Olur?

1- Bu insanlar, yaşamın her yönünü severler, şikâyet etmekle ya da olayların daha değişik olmasını istemekle vakit kaybetmezler. 2- Bağımsızlıklarına çok düşkündürler. Aileye güçlü bir sevgi ve bağlılık duymalarına rağmen,ilişkilerinde bağımsız olmaya... özen gösterirler. 3- Sevgi anlayışları, sevdiklerine hiçbir değeri zorla kabul ettirmemeyi gerektirir. 4- Onay aramak gereksinimleri yoktur. Övgü ve ödül talep etmezler. 5- Çok açık ve dürüst konuşurlar, çünkü vermek istedikleri mesajları, başkalarını memnun etmek için dikkatli sözcükler arkasına gizlemezler. 6- Gülmeyi ve başkalarını güldürmeyi iyi bilirler. 7- Kendilerini şikâyet etmeden kabullenirler. Fiziksel benliklerini, sahteliklerle gizlemezler. 8- Doğal yaşamı takdir ederler. Başkalarına eğlenceli gelmeyen şeylerden zevk alma yetenekleri vardır. Gün batımını izlemek, ya da kırlarda küçük bir gezinti yapabilmek, doğum yapan bir kediyi izlemek onlar için mükemmel bir şeydir ve şükran duyarlar. 9- Başka insanları çok iyi anlarlar ve asla şaşırıp şok olmazlar. 10- Gereksiz kavgalarda asla taraf olmazlar. 11- Hastalık hastası değildirler. 12- Dürüsttürler, asla yalan söylemezler, olayları çarpıtmazlar. 13- İnsanlar hakkında konuşmaz, insanlarla konuşurlar. 14- Titizlik ya da düzenlilik gibi dertleri yoktur, verimli yaşamaya bakarlar. Organizasyon nevrozundan bağımsız oldukları için yaratıcıdırlar. 15- Bu insanların müthiş bir enerjileri vardır. Enerjileri doğaüstü değildir, yalnızca yaşamı ve yaşamdaki aktiviteleri sevmelerinin bir sonucudur. 16- Şiddetli bir merak duygusuna sahiptirler. Hep araştırır, yaşamlarının her anını kavramak isterler. Her insan, her varlık ve her olay, daha çok öğrenmek için bir fırsattır. 17- Başarısız olmaktan korkmazlar, hatta onu sevinçle kabul ederler. Bu insanlar, kendilerine zarar verecek duyguları yok etme ve kendilerine verdikleri değeri artıracak olanları doya doya yaşama yeteneğine sahiptirler. 18- Bu mutlu insanlar,asla kendilerini savunma gereksinimi duymazlar. Basitçe 'her şey yolunda, biz yalnızca farklıyız. Anlaşmak zorunda değiliz' derler. Bir tartışmayı, kazanma ve karşısındakini konumunun yanlışlığına ikna etme gereksinimi duymadan, burada keserler. 19- Değerleri dar değildir. Kendilerini tüm insan ırkının bir parçası olarak görürler. Daha çok düşman öldürmekten sevinç duymazlar. 20- Kahramanları ya da putlaştırdıkları insanları yoktur. Herkesi insan olarak görür ve hiçkimseyi kendilerinden önemli konuma getirmezler. 21- Başkalarının yeteneksizliğ i nedeni ile kazanmak yerine, zaferi kendi çabaları ile elde etmeyi yeğlerler. 22- Komşularının ne yaptığını fark etmezler, çünkü var olmakla meşguldürler. 23- En önemlisi bu insanlar 'KENDİLERİNİ SEVERLER'. Kendilerine acımak, kendilerini reddetmek, kendilerine öfkelenmek için zamanları yoktur. Elbette sorunları vardır, ama sorunların onları duygusal paralizasyona götürmesine izin vermezler. Tökezleyip düştüklerinde, tekrar ayağa kalkar ve sızlanmadan yaşamaya devam ederler. 24- Hatalı alanlardan bağımsız insanlar, mutluluğu kovalamazlar, sadece yaşarlar ve mutluluk onları bulur. Gerçekten nadir bulunan insanlardır, onlar için her gün mükemmeldir... * Dr. Wayne W. Dye

19 Eylül 2013 Perşembe

TİLKİLİK BELGESİ

Günün birinde bir tilki, ormanda genç bir tavşanla karşılaşmış. “ Sen nesin?” diye sormuş tavşan. Tilki: “Ben tilkiyim ve canım isterse seni yiyebilirim” demiş. “peki tilki olduğunu nasıl kanıtlayabilirsin?” diye sormuş tavşan. Tilki ne diyeceğini bilememiş, çünkü şimdiye kadar karşısına çıkan tavşanlardan hiçbiri ona böyle sorular sormamış, kaçmışlar.. Tavşan: “Tilki olduğuna dair yazılı bir kanıt gösterebilirsen sana inanırım” demiş. İnsan zihni de böyle işler. Yazılı bir şey gördüler mi hemen inanırlar. Yazılı ve basılı sözcüklerin insanlar üzerinde hipnotize edici bir etkisi vardır. Bu yüzden aptal gazetelere bile inanmaya devam ederler, çünkü yazılmış, basılmış bir şey bu, demek ki doğru olmalı diye düşünürler. Bu nedenledir ki yalan, sahte, uydurma ve ahmakça şeyler dolaşımda olmaya devam eder. Tilki doğru aslana koşup, ondan tilki olduğuna dair bir onay belgesi almış. Tavşanın beklediği yere geri dönüp belgeyi okumaya başlamış. Bu onu öylesine keyiflendirmiş ki, her paragrafın üzerinde dura dura, uzun uzun okumuş. Belgenin ana fikrini daha ilk satırlarda anlayan tavşan bir oyuktan içeri dalıp gözden kaybolmuş.. Tilki aslanın mağarasına geri dönmüş ve onu bir geyikle konuşurken bulmuş. Geyik: “Aslan olduğuna dair yazılı bir kanıt görmek istiyorum…” diyormuş. Aslan: “ Aç olmadığımda böyle bir şeyle uğraşmam gerekmez..Aç olduğumda ise yazılı şey görmene hiç gerek kalmaz.Zaten öğrenirsin…” Tilki aslana: “ Peki tavşan için bir belge almaya geldiğimde bunu bana niye söylemedin?.” diye sormuş. “Sevgili dostum” demiş aslan, “ belgeyi isteyenin bir tavşan olduğunu söyleseydin ya bana! Ben onu bazı sersem hayvanlara bu eğlenceyi öğreten ahmak insanoğlunun biri için sanmıştım.” Gerçek de böyledir. Onu görecek gözün varsa, anında görürsün. Gerçeğin kanıta ihtiyacı yoktur…

21 Ağustos 2013 Çarşamba

NE KADAR SEVİYOR/SEVİLİYORSUNUZ?

Geçenlerde yağan kar nedeniyle birçok kaza yaşandı. Bunlardan birisi zincirleme bir kazaya karışan ve çok şükür kendisine bir şey olmayan bir kadının başına geldi. Korkuya kapılan kadın ilk iş olarak eşini aradı ve eşinin ilk cevabı “Arabada bir şey var mı?” oldu… Bir başka kadının doktor randevusu vardı. Tek başına gitmeye çekindiği bir randevuydu. Fakat yakın bir akrabası olmadığından tek başına gitmesi gerekiyordu ve eşine söyledi ama gelemeyeceği için ısrar etmedi. Sadece randevu saatini söyledi ve dua istedi... Muayene sonucu korktuğu gibi olmadı, sonuç iyiydi. Eve geldi ve eşinin randevunun nasıl geçtiğiyle ilgili bir şeyler sormasını bekledi… Aradan on beş gün geçti. Hala bekliyor... Bir adam arabasından inerken kaydı ve düştü, ayak bileği incindi. (Sonradan kırık olduğu anlaşıldı.) Kapıda kendisini karşılayan eşi arkadaşıyla konuşuyordu. Adam canının yandığını, ayağının kırılmış olabileceğini söyledi. Ama kadın “Aaa, öyle mi?” diyerek arkadaşıyla konuşmaya devam etti, adam donakaldı... Hala donmuş durumda, duygusu yok... Bir başka adam babasının hasta olduğunu öğrendiği için akşam babasına uğramak istediğini söyleyince, eşi “Ama dışarıda yemek rezervasyonumuz vardı.” cevabını alınca üzüntüsünü içine attı... Ve daha birçok örnek... Her gün yaşadığımız, yaşattığımız... Kendimiz için önemli olan bir şeyi karşımız için aynı önemde görmediğimiz onca olayın içinde kalpler kırılıyor. İlişkiler can çekişiyor. Bazı önemli olaylar vardır, bunların ıskalanması telafisi zor aralıklar koyar insanların arasına. Sonra herkes unutmuş gibi yapar. Bazen çaresizlikten, bazen de durum acı verse de ilişkiyi bitirmek için yeterince büyük görülmediğinden... Fakat hesap bir gün kabardığında, çok küçük bir rüzgar gelir ve çok güçlü zannedilen ilişkiler dağılıp gider. Yıpranma yıllar sürer, yıkılması ise bir andır. Bazen hiç ummadığınız bir şey gelir ve sizin çok sağlam sandığınız her şeyi alır götürür. Küçük ihmaller, hiçbir zaman küçük değillerdir. Altlarında daha derin düşünceleri örterler. Bunların başında da “Sana değer vermiyorum!” düşüncesi vardır veya “Senin acın beni ilgilendirmiyor!” düşüncesi... İşte ruh birlikte eğlenebildiği ama birlikte acısını paylaşamadığı ruha karşı soğur. İnsan, karşısındaki insanın kendisini ne kadar sevdiğini verdiği hediyelerle ölçmez çoğu kere. Böyle durumlarda sınanır sevgi. Ve insan sınanana kadar ne kadar sevildiğini bilemez. Ne kadar sevdiğini de. Sevgi sınar çoğu kere ve bazıları kaybeder çok azı da kazanır... Bu günlerde kaybedenler çoğunlukta görünüyor. Sanıyorum ki bir nedeni de yanımızdakinin acısına duyarsızlaşmamız... Hep eğlenceli bir şeylerin peşinden koşmamız... Ve sadece kendimiz için yaşama çabamız... Oysaki yanımızdaki olmadan yaşayamayacağımızı unutuyoruz.

30 Mayıs 2012 Çarşamba

AYRILIĞIN ESKİ TADI YOK...





Biz çocukken, tepesinde bir dantela örtüyle başköşede duran yeşil ışıklı ahşap radyomuzdan, hüzzam makamında ayrılık şarkıları yayılırdı salona:
"Ayrılık, ümitlerin ötesinde bir şehir"di o zamanlar;
"...ne bir kuş, ne bir haber, ne de bir selam gelir"di.
"Yaman kelime"ydi ayrılık; "benzetmek azdı ölüme"...
Ve her kim uğrarsa bu zulme, "gündüzü olurdu gece..."
Selahaddin Pınar'ın tamburu "Ayrılık yarı ölmekmiş/ o bir alevden gömlekmiş" diye inler ve sorardı:
"Ey sevgili sen nerdesin/ nerdesin ey sevgili?"
"Çerağ" nedir bilmezdik; ama Sevim Tanürek, "Alev alev çerağız biz/ Ayrılsak da beraberiz" deyince bir yangın fitili tutuşurdu yüreğimizde...
Sonra Zeki Müren çağlardı, tane tane söyleyerek:
"Aynı bedende can gibiyiz/ cana can veren kan gibiyiz/
Yanıp da bitmez kül gibiyiz/ biz ayrılamayız/
Eller ayırsa bile/ yollar ayırsa bile/ biz ayrılamayız."
* * *
Büyüdük; o "çerağ" da içimizde büyüdü alev alev...
Sevdalandık... ayrıldık... yandık.
Ayrılıkla ölümü, biz de Abdürrahim Karakoç'un "Mihriban"ıyla kıyasladık:
"Ayrılıktan zor belleme ölümü/ Görmeyince sezilmiyor Mihriban..."
Timur Selçuk, "Ayrılanlar için" değil, bizim için çalıyordu:
"Ne kadar acı olsa / ne kadar güç olsa/ Her şeyi, evet her şeyi unutmalı"ydık.
"Kalırsa içimizde bir derin sızı kalır"dı.
* * *
Derken vuslat kolaylaştıkça; basitleşti ayrılmalar da...
Kocamaya bir yastık yetmez oldu.
Sönenin son ateşiyle yakılan sigaralar gibi; ayrı düşülen yavuklunun hasreti, yeni bir aşkın kollarında giderildi.
Ve günün birinde Ajda Pekkan, "başı yukarda meydan okuyarak hayata", ayrılıkların üzerindeki o kırık yeniklik duygusunu silip attı:
"Arkanı dön ve çık istenmiyorsun artık" diye kovaladı eski sevgiliyi:
"Bir zamanlar sen de bana acımadın/ yalnız kaldım/ Yıkılmadım ayaktayım."
* * *
Herkes bu çıkışı bekliyordu sanki...
"Ümitlerin ötesindeki o şehir" bir anda tarumar oldu.
Bir baktık ki 20. yüzyılla birlikte, ayrılan yollarda söylenen şarkılar da değişmiş, herkese bir güven gelmiş.
"Aşk dediğin geliyor, geçiyor" diyen Hande Yener, ayrılığın onuncu gününde eski sevgilisine "Yalnız değilim, sıkılmıyorum" mesajı göndermiş.
Nazan Öncel, bir vedalaşmayı "Jetonu mu yoktu, aramadı gitti/ velhasıl bitti" diye özetlemiş.
Sonra jeton da tarih oldu.
Ayrılık acısının ilacı bulundu.
Demet Akalın bir yıl önce "seve seve" ayrıldığı sevgilisiyle "İsim neydi çıkaramadım/ adın neydi hatırlamadım" diye kafa buldu.
Şimdilerde dillerde gezen bir yaz şarkısında ayrılıklara iyi gelecek formülü açıklıyor:
"Hemen yeni bir aşk bulunur, yerin çabuk doldurulur/ Sevgilimi koluma takarım/ Bebek'te üç beş tur atarım/ Olmadı bi de sinema yaparım/ gördüğün gibi çok unutkanım."
* * *
Dedim ya, ayrılığın eski tadı yok.
Şarkılardan belli...

CAN DÜNDAR

2 Mayıs 2012 Çarşamba

YALAN






İspanya'nın güneyinde Estepona isimli küçük bir kasaba da büyüdüm. 16 yaşındayken bir sabah babam benden kendisini araba ile 30 kilometre uzaktaki bir köye götürmemi istedi. Ancak onu Mijas'a götürdükten sonra arabayı bakım için yakındaki bir tamirhaneye bırakmam gerekiyordu.Araba kullanmayı daha yeni öğrenmiştim ve araba kullanmak için pek de fırsatım olmamıştı.Onun için bu teklifi hemen kabul ettim. Babamı Mijas'a götürdüm ve öğleden sonra saat dörtte onu almaya söz verdim. Sonra arabayı tamirhaneye bıraktım. Bir kaç saat vaktim vardı. Ben de tamirhanenin yakınında bir sinemada film izlemeye karar verdim. Fakat sinemada çok vakit geçirdiğimin farkında değildim. Saat altı olmuştu. Dolayısıyla iki saat geç kalmışım.

Babam,sinemaya gittiğimi öğrenirse bana kızabilirdi. Bir daha arabayı kullanmama izin vermezdi. Ona tamirhane de arabanın işinin uzun sürdüğünü söylemeye karar verdim. Buluşacağımız yere vardığımda babamın köşede oturmakta olduğunu gördüm. Geç kaldığım için özür diledikten sonra ona arabanın işinin uzadığını söyledim. Bunun üzerine babamın bana nasıl baktığını asla unutamam.

Babam:

"Bana yalan söylediğin için çok üzüldüm Jason" dedi.

"Ne demek istiyorsun baba? Gerçeği söylüyorum" dedim.

Babam bana tekrar baktı.

"Sen geç kalınca tamirhaneyi aradım ve bir problem olup olmadığını sordum. Bana senin henüz arabayı almaya gelmediğini söylediler. Yani araba ile ilgili bir problem olmadığını biliyorum."

Birden ne kadar büyük bir suç işlediğimi anladım ve babama gerçeği itiraf ettim. Babam beni üzgün bir şekilde dinledi.

"Kızgınım;ama sana değil, kendime. Eğer sen bunca yıldan sonra bana yalan söyleyebiliyorsan demek ki ben iyi bir baba olamamışım.Kendi babasına bile yalan söyleyebilen bir çocuk yetiştirmişim. Eve yürüyerek dönecek ve bu arada neyi yanlış yaptığımı düşüneceğim."

"Ama baba,eve 30 kilometre yol var ve hava karardı.O kadar yolu yürüyemezsin." dedim.

Babam ne özür dilemelerime, ne itirazlarıma , ne de diğer söyledilerime kulak astı.

Onu hayal kırıklığına uğratmıştım ve hayatımın en acı dersleriden birini almak üzereydim. Babam tozlu yollarda yürümeye başladı. Ben de arkasından araba ile onu izliyordum. Ondan özür diliyor ve arabaya binmesini rica ediyordum. Maalesef beni duymazdan geliyor ve üzgün bir şekilde yürümeye devam ediyordu. 30 kilometre boyunca 10 kilometre süratle onu takip ettim. Babamın hem bedensel hem de duygusal olarak bu kadar sıkıntı çekmesine şahit olmak hayatımın en üzücü ve acı veren dersi olmuştur. Aldığım bu dersten sonra asla yalan söylemedim...

29 Nisan 2012 Pazar

ZİHNİ ÖZGÜR BIRAKMAK







George Dantzig anlatıyor: Berkeley’de California Üniversitesi Matematik Bölümü Öğrencisiydim. Her zaman ki gibi sınıfa geç girdim ve tahtadaki iki soruyu ev ödevi sanarak defterime geçirdim. O akşam, soruların üzerinde çalışırken bunun profesörün verdiği en zor ödev olduğunu düşündüm. Her gece, başaramasam da sırasıyla her iki problemin üzerinde saatlerce çalıştım. Birkaç saat sonra beynimde bir şimşek çaktı ve her iki problemi birden çözdüm. Ertesi gün cevapları okula götürdüm.Profesör, masanın üzerine bırakmamı söyledi. Masanın üzerinde kağıttan bir tepe oluşmuştu. Benim kağıdımın bunların arasında kaynayacağını düşünüp bir sıraya üzgünce oturdum. Altı hafta sonra bir Pazar sabahı kapının vurulmasıyla uyandım. Kapıda profesörü görünce dondum kaldım. ‘George! George!’ diye bağırıyordu.’Problemi çözmüşsün’ dedi. ‘Tabiiki’ diye cevap verdim.’Çözmem gerekmiyor muydu?’ diye sordum.
Profesör, tahtaya yazılmış olan o iki problemin ev ödevi olmadığını, dünyanın önde gelen matematikçilerinin şimdiye kadar çözememiş oldukları iki ünlü problem olduğunu açıkladı. Birisi bana onların, iki ünlü çözülememiş iki problem olduğunu söyleseydi, sanırım onları çözmeyi denemezdim bile.

Popüler Yayınlar