27 Ağustos 2010 Cuma

Gülümse (Tekrar)





Sonuna kadar izlemenizi tavsiye ederim. Mükemmel bir video

gülümse - kısa film | izlesene.com





Çok sevdiğim bu videoyu tekrar yayınlamak istedim. Öncekinde video Youtube siesindeydi. Youtube'u açamayanlar için bu sefer izlesene.com dan aldım.

26 Ağustos 2010 Perşembe

İhanet





Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim tebdili kıyafet yapmış Kuşlar Çarşısı'nı geziyormuş.

Avcılar avladıkları kuşları tuzakçılar yakaladıkları maharetli eğitimli güzelim kuşları satıyorlar. Bir ara gözü kekliklere ilişir padişah'ın.

Bir grup kekliğin üzerindeki varakta "Tane işi satış fiyatı 1 altın" yazıyor.

Hemen yanı başlarında asılı adeta altın kafes içinde bir keklik daha var ki fiyatı; 300 altın.

Padişahın gözü 300 altınlık kekliğe takılır.

"Hayırdır" der satıcıya "Bunun diğerlerinden ne farkı var ki bunlar 1 altın bu 300 altın?"

Satıcı "Bu keklik özel eğitimli çok güzel ötüyor ötmesi bir yana bunun ötüşünü duyan ne kadar keklik varsa hepsi onun etrafına doluşuyor" diyor.

" Tabii bu arada avcılar da o etrafa doluşan keklikleri daha rahat avlıyorlar" diye ekliyor.

"Satın alıyorum" diyor Padişah "Al sana 300 altın..." Parayı veriyor; hemen oracıkta kekliğin kafasını kesiyor.

Adam şaşırıp "Ne yaptınız en maharetli kekliğin kafasını koparttınızyazık değil mi ? " diye dövünürken;

Padişah gürlüyor: "Bu kendi soyuna ihanet eden bir kekliktir. Bunun akıbeti er veya geç ölümdür."

24 Ağustos 2010 Salı

Fena Halde Mutsuz Adam





Bir zamanlar bir tepenin üzerindeki villada bir oğlan çocuğu yaşarmış. İyi de yaşarmış. Köpekleri ve atları, otomobilleri ve müziği severmiş. Yüzmeye gider, futbol oynar, güzel kızlara bayılırmış...

Bir gün Tanrı’ya "Büyüdüğüm zaman neler istediğimi buldum, uzun uzun düşünüp" demiş... "Neler" demiş Tanrıda... "Bir büyük evde yaşamak isterim. Ön . kapısında heykeller olsun. Arka kapısında iki St. Bernard köpeği... Uçsuz bucaksız bir bahçe içinde... Uzun, çok güzel ve çok müşfik bir kadınla evlenmek isterim. Siyah saçlı, mavi gözlü, gitar çalan ve tatlı şarkılar söyleyen. Üç güçlü oğlum olsun isterim ki, onlarla futbol oynayabileyim. Büyüdüklerinde birisi büyük bir bilim adamı, öteki senatör, üçüncüsü milli santrafor olsun. Ben seyyah olayım... Okyanuslara yelken açayım, dağların zirvelerine tırmanayım, insanları kurtarayım. Bir Ferrari kullanayım yollarda..."

- "Ne güzel bir hayal bu" demiş Tanrı... "Mutlu olmanı dilerim..."

Bir gün oğlan futbol oynarken ayağını incitmiş. Ondan sonra değil dağlara, ağaçlara bile tırmanamaz olmuş. Okyanuslara yelken açmakta hayal olmuş tabii. Bunun üzerine pazarlama okuyup, tıbbi malzemeler dağıtan bir şirket kurmuş. Bir kızla evlenmiş, çok güzel ve çok müşfik. Ama uzun değil, kısaymış. Saçları siyahmış ama, gözleri mavi değil, ela imiş. Gitar çalamaz, şarkı söyleyemezmiş ama, harika yemek pişirir, olağanüstü güzel kuş resimleri yaparmış. İşi . dolayısı ile, kent dışında bir villada değil, kentte bir apartmanın teras katında oturmak zorunda kalmış, ama evinin deniz manzarası gene harikaymış. İki St. Bernard besleyecek bahçesi yokmuş ama, evinde harika tüylü bir Ankara kedisi varmış. Üç kızı olmuş. En küçükleri tekerlekli sandalyede yaşamak zorundaymış, ama en güzelleriymiş. Üç kız da . babalarını çok severlermiş. Onunla futbol oynayamazlarmış ama, birlikte denize, parklara giderlermiş. Uçurtma uçurdukları da olurmuş, bazen. En küçükleri hariç tabii. O gölgede bir ağacın altında oturur, gitari ile şarkılar söylermiş. İyi para kazanmış ama, öyle kırmızı bir Ferrarisi olmamış.

Bir sabah uykudan üzüntü içinde uyanmış ve en iyi arkadaşına koşmuş... "Ben" demiş, "Hiç mutlu değilim..." ”Neden" demiş, arkadaşı... "Çocukken siyah saçlı, uzun boylu, mavi gözlü gitar çalıp şarkı söyleyen bir kızla evlenmek isterdim. Oysa karım uzun değil, ela gözlü, gitar da çalamıyor." "Karın çok güzel" demiş, arkadaşı... "Harika resimler yapıyor, enfes yemekler pişiriyor üstelik." Adam dinlememiş bile onu...

Bir gün karısına "Hiç mutlu değilim" diye dökmüş içini..."Neden" demiş karısı... "Çünkü büyük bir bahçe içinde bir villada yaşamayı düşlerdim, oysa 47 ci katta bir apartman dairesine tıkıldım. İki St. Bernardin yaşayacağı bir bahçem olsun isterdim, hani nerede..." "Konforlu bir apartmanda yaşıyoruz" demiş karısı... "Oturduğumuz yerden okyanus görünüyor. Gülüyor, eğleniyor, birbirimizi seviyoruz. Kedimizi okşuyor, güzel kuşların resimlerini yapıyoruz... Üç de harika çocuğumuz var..." Adam dinlemiyormuş bile...

Ruh doktoruna koşmuş bir gün... "Ben mutlu değilim" diye... "Niye" demiş, doktor... "Çünkü ben gezginci olmak, okyanuslara açılmak, dağlara tırmanmak, insanları kurtarmak isterdim. Oysa masa başı işim ve sakat bir dizim var şimdi..." "Ama sattığın tıbbi malzemeler yığınla hayat kurtarıyor..." demiş, doktor. Adam dinlememiş bile. Doktor da ona 100 dolar vizite yazıp yollamış...

Bir gün muhasebecisine "Ben çok mutsuzum" demiş..."Neden" demiş muhasebeci... "Bir kırmızı Ferrarim olsun isterdim hep... Ve dünya umurumda olmasın. Oysa işe metro ile gidip geliyorum. Bir . yığın da sorunum var. "İyi giyiniyor, iyi restoranlara gidiyorsun. Bütün Avrupayı, Amerika’yı gezdin" demiş, muhasebeci. Ama adam dinlemiyormuş bile... Muhasebeci adama 100 dolar danışma ücreti fatura edip yollamış. Onun da hayalinde kırmızı Ferrari varmış çünkü.

Adam rahibe "Çok mutsuzum" demiş. "Neden" demiş rahip... "Üç oğlum olsun isterdim. Biri bilim adamı, biri politikacı, biri sporcu. Oysa üç kızım oldu. Birisi yürüyemiyor bile..." "Ama çok güzel ve çok zeki üç kızın var" demiş rahip... "Seni çok seviyorlar. Başarılı da oldular. Biri hemşire, biri sanatçı, biri de müzik hocası..." Ama adam dinlemiyormuş bile...

Öyle mutsuzmuş ki hasta olmuş sonunda. Bir beyaz hastane odasında, etrafı beyaz giyinmiş hemşirelerle dolu yatıyormuş. Vücuduna bağlı teller hastaneye kendi sattığı kalp cihazına gidiyor, kollarına bağlı serumlarla besleniyormuş. Fena halde mutsuzmuş adam şimdi. Ailesi, dostları ve rahibi yatağının başında toplanmışlar. Onlar da üzüntü içindeymiş. Mutlu olanlar sadece ruh doktoru ve muhasebeci imiş.

Bir . gece adam hastane odasında Tanrı ile yalnız kaldığında "Tanrım" demiş... "Hatırlar mısın, çocukken sana yalvarmış ve istediklerimi sıralamıştım." "Hatırladım" demiş Tanrı... "Güzel bir hayaldi." "Peki, niye onların hiçbirini vermedin bana" demiş, adam... "Verebilirdim" demiş Tanrı... "Ama sana istemediğin şeyleri vererek bir sürpriz yapmak istedim." "Bak neler verdim sana... Bir güzel, . sevecen eş, iyi bir iş, yaşanacak güzel bir ev. Üç tatlı kız evlat... Bir araya getirdiğim en güzel yaşam paketlerinden biriydi bu." "Evet" demiş, adam... "Ama bana benim gerçekten istediklerimi vereceksin sandım." "Ben de senin, benim gerçekten istediğimi vereceğini sandım" demiş, Tanrı... "Sen ne istedin ki" demiş, adam hayretle... Tanrı ın da bazı şeyler isteyeceğini hiç düşünmemişmiş hayatında. "Sana verdiklerimle mutlu olmanı istedim" demiş, Tanrı...


Adam karanlık odasında sabaha kadar düşünmüş. Sonunda yeni bir hayal kurmaya karar vermiş. Yıllar önce kurduğu hayalin yerine "Keşke bunu hayal etseydim" dediği bir hayal... Bu defa ki hayalinde zaten sahip oldugu şeyler varmış hep. Adam kısa zamanda iyileşmiş, 47 ci kattaki dairesinde çok mutlu yaşamış. Kızların şen şakrak sesleri, eşinin derin ela gözleri ve harika kuş resimleri arasında mutlu olduğunu hissedermiş bütün gün... Geceleri de okyanusa yansıyan kentin ışıklarının dalgalar üzerinde oynaşmasına bakar, gülümsermiş...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

ADINA DOST DERLER






Hani vardır ya her yerde, hissetmek istersin onun varlığını…

Hani hep yanıbaşınızdaymış sanırsınız, ismini söylersiniz dalgınlıkla, her an berabersinizdir…

Yanında olduğunu unutuverirsin bir andan sonra, sonra üzüldüğünde o sımsıcacık kollarını açar sana, sarılır ağlarsın omzunda doya doya…

Senin sorununu kendi sorunu gibi benimser, bir kolun bir bacağın olur adeta…

Ayrılmak istesen de koparıp atamazsın…

Bir türlü sevindiğinde ise senden fazla mutluluk duyar…

O senin için farklıdır bütün insanlardan, tabii sen de onun için…

Aranızdaki sevginin bitmesine izin vermezsiniz, kimse bozamaz aranızı, kimse araya girmeye dahi cesaret edemez…

Ne zaman yardıma ne zaman insana ne zaman dosta ihtiyacınız olsa hep yanınızda bulursunuz, kendini adeta sizin için ayarlamıştır…

Beraber gülüp beraber ağlarsınız, daima olumlu özellikler verirsiniz birbirinize…

O sana gülmeyi öğretir sen ona kahkaha atmayı…

O sana emeklemeyi öğretir, sen ona yürümeyi…

O sana okumayı öğretir, sen ona yazmayı ve bu böyle sürüp gider…

İşte bunun adına DOST derler…

Hayatta hiçbir şeyiniz olmasın ama hep bir dostunuz olsun…

Dostlarınızın Kıymetini Bilin…

20 Ağustos 2010 Cuma

Anne





Evin telefonu sabaha karşı üç buçukta çaldı. Uyku sersemi adam telefonu açtı.
Telefondaki ses annesine aitti.
Telaşlandı, korktu başlarına bir şey mi gelmişti?
Annesi "nasılsın oğlum iyi misin?" diye sordu.
Oğlu şaşkın bir ifadeyle "iyiyim anne hayırdır bir şey mi oldu siz iyi
misiniz?" dedi.
Annesi "biz iyiyiz bir şeyimiz yok sadece sesini duymak istedim" dedi.
Oğlu da "anne bunun için mi aradın saat sabahın üçbuçuğu yarında
konuşabilirdik" diyince annesi de "rahatsız mı ettim oğlum?" dedi.

Oğlu "evet anne rahatsız ettin" diyince annesi
"30 sene önce sen de beni bu
saate rahatsız etmiştin, doğum günün kutlu olsun"
dedi.

19 Ağustos 2010 Perşembe

İnsan Sevdiğine Götürdüğü Şeyi Sayar mı?





Bir gün bir derviş,
Bir kucak dolusu elma ile bayırlar aşan bir genç kıza rastlamış…
Bozkırın sıcağında yorgunluktan al almış kızın yanakları..


“Nereye gidersin? Ne doldurdun kucağına?”
Diye sormuş derviş.


Uzak bir tarlayı işaret etmiş kız:
“Sevdiğim çalışıyor orada…
Ona elma götürüyorum.”


“Kaç tane” diye soruvermiş derviş.


Kız şaşkın:
“İnsan sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç?” deyivermiş..


Ve usulca koparıvermiş derviş elindeki tespihin ipini..

13 Ağustos 2010 Cuma

Üsküdarlı Aşıklar





İstanbul'da bir zamanlar Abdullah ve Aslıhan adında, birbirini seven iki genç yaşıyordu.

Kader fırsat verir de gizlice buluşabilirlerse birbirlerinin yüzüne bakarak aşk kadehinden şarap yudumluyor, nefesleri birbirine karışarak şad oluyorlardı. Daha birbirlerini bir kez olsun öpmemişlerdi. Aşklarını daima gizli tutuyorlar, kimseye sır vermiyorlardı. Fakat üç yüz perdenin arkasında bile gizlenemeyen aşk sonunda ortaya çıktı. Kızın babası o genci kendi asaletine denk bulmadı ve kızını zorla bir paşa ile evlendirdi. Paşa da onu sevdiği gençten uzak olsun diye Boğaz'ın öte yakasında, Üsküdar'dan Çamlıca'ya giden tozlu yolların kenarındaki bağların arasında bir eve yerleştirdi. Aslıhan kocasını henüz odasına almıyor, ondan kaçıyordu. Abdullah ise sabrın sonuna gelmiş, Aslıhan'ın yerini öğrenmeye çalışıyordu. Nihayet bir gün Tophane'de, Salı pazarında onun hizmetkârlarından bir halayığa rastladı. Kadın, Abdullah'ın aşkını biliyordu. Acıdı ve oturdukları evi tarif etti. Abdullah arkadaşlarından birini buldu ve ona, "Benimle gelebilir ve Aslıhan'ı ziyaretimde bana yardımcı olur musun? Zira onun aşkıyla can boğazıma geldi, gündüzüm gece oldu!" dedi. Henüz on yedi yaşında olan arkadaşı "Seni dinledim ve teklifini kabul ettim; her ne ki benden istesen yapacak, her ne ki emredersen uyacağım!" şeklinde onu rahatlattı. Bir kayıkla Üsküdar'a geçtiler. İki at kiralayıp bağlar arasında Aslıhan'ın kaldığı evi buldular. Mevsimlerden sonbahardı ve bağlar bozulmuş, sahiplerinin çoğu şehre dönmüştü. Beklediler, beklediler. Aslıhan'ın paşa kocası evden çıkınca Abdullah arkadaşına "Şimdi git!" dedi, "Kapıyı çal. Ona burada beklediğimi söyle!" Genç gitti. Kapıyı seyis açmıştı. Ona Paşa'dan küçük hanımefendiye bir mesaj getirdiğini söyledi. Sonra da sevilene sevenden vuslat müjdesi verdi.

Az sonra Aslıhan buluşma yerine geldi. Abdullah telaş içinde ne yapacağını bilemedi. Haberci arkadaşı onları yalnız bırakmak isteyince itiraz etti, "Hayır, yanımızda kal. Çünkü ortada uygunsuz bir şey yok." O genç de ancak seslerin duyulacağı kadar uzakta oturdu. İki âşık birbirlerine ayrılık sırasında hasrete nasıl dayandıklarını gözyaşlarıyla anlattılar. Sonra birbirlerini nasıl, ne derece sevdiklerinden, eski hatıralardan, çocukluktan uzun uzun bahsettiler. Mutlu geçen birkaç saatin sonunda Aslıhan müsaade istedi. Birileri durumun farkına varmadan eve dönmesi gerektiğini söyledi. Abdullah azıcık daha kalmasını istedi. O vakit Aslıhan uzakta oturan genci işaretle sordu:

- Senin bu arkadaşından bir şey istesem yapar mı?

- Ne istersen!..

- Tehlikeli olsa da mı?

Cevap gençten geldi:

- Tehlikeli olsa da!.. Canımı Abdullah için feda etmem gerekse de!..

- O halde, yakına gel. Seninle giysilerimizi değişelim. Benim yerime eve gir. Sağdan üçüncü oda benim özel odamdır. Akşama kadar sessizce otur. Akşam kocam eve gelip sana bir tas çorba getirir, kapıdan içeri uzatır. Yüzünü sıkıca ört ve tası kabul etmekte nazlı davran. Sonra kapını kapat. Sabaha doğru ben gelirim, sen çıkarsın.

Delikanlı denileni yaptı. Eve girip kapandı. Ta ki kapıda ses duydu, heyecanlandı. Çorba tasını almakta gecikince tas yere kapaklandı. Bu sefer paşa öfkelenip "Sen hâlâ bana inat mı ediyorsun?" diye içeri girip eline bir kırbaç aldı. Akşam karanlığında Aslıhan diye delikanlının sırtını sıyırdı ve başladı şaklatmaya. Delikanlı devamlı yüzünü örtüyor ve sesi tanınmasın diye hiç bağırmadan sabrediyordu. Nice kırbaçtan sonra evdeki halayıklar, hizmetkârlar dayanamayıp onu durdurmak istediler. Paşa da zaten yorulmuştu. Dadısı herkesi dışarı çıkarıp ona nasihatler etti. "Sultan hanımım, kendine hiç acımaz mısın? Kocana biraz daha fırsat tanısan, belki iyi..." Nasihatleri ses çıkarmadan dinleyen delikanlı bir yandan yaralarının sızlamasına dayandı, diğer yandan Aslıhan'a acıdı. Sabah Aslıhan gelince evden çıkmak üzere bütün gücünü topladı, ona hiç belli etmedi. Abdullah ölesiye kadar da bunu ne ona, ne başka birine söyledi.

İnsana dost zor günde lazımdır; rahat günde herkes dosttur. Kederli günde seninle üzülecek bir dostun varsa üzüntüye yer yoktur vesselam...

İskender Pala - Katre-i Matem

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Bir Zen Hikayesi





Bir sabah Buda bir köye gelir. Köye girerken birisi ona, “Ben Yüce’ye inanan bir kişiyim” der, “lütfen bana Tanrı’nın var olup olmadığını söyle.”

Buda çok kesin bir tavırla, “Tanrı yoktur” der. “Hiç bir zaman olmadı, hiç bir zaman da olmayacak. Sen neler saçmalıyorsun?” Adam yıkılır, ama işte ortam yaratılmıştır..

Öğleden sonra başka bir adam Buda’ya gelir ve “Ben ateistim” der, “Tanrı’ya inanmam. Gerçekten Tanrı var mı? Ne dersin?”

Buda, “Yalnız Tanrı vardır, ondan başka da bir şey yoktur.” der. O adam da yıkılır.

Akşam olduğunda üçüncü bir adam gelir ve Buda’ya, “Ben bir agnostikim” der, “Ne inanıyorum, ne inanmıyorum. Ne dersin? Bir Tanrı var mı?”

Buda hiç bir şey söylemez. Adam yıkılır.

Ama Buda’nın hep yanında dolaşan bir rahip olan Ananda daha da fazla yıkılmıştır. Sabahleyin Buda “Tanrı yoktur” dedi, öğleden sonra, “Olan yalnız Tanrı'dır” dedi, akşam ise sessiz kaldı. O gece Ananda Buda’ya, “Uyumadan önce lütfen sorumu yanıtla” der, “Bütün huzurumu kaçırdın! Aklım o kadar karıştı ki, ne düşüneceğimi bilemez oldum! O saçma ve çelişkili yanıtların anlamı neydi?”

Buda, “O yanıtların hiç biri sana verilmedi. Neden onları dinledin?” der. “Onlar o soruları soranlara verildi. Ama yanıtların seni rahatsız etmesi iyi bir şey. Senin yanıtın da bu.” der.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Öyle Özledim ki Seni...





Ben ki alışkın değilim sensiz uyku tutturabildiğim gecelere,
Duymadan o güzel sesini, uyku girmiyor işte bu yorgun gözlerime.
Sabah gözümü ilk açtığımda elim hemen telefona gidiyor, acaba aradı mı? Diye.
Ama her defasında senin dışında onlarca kişi görüyorum telefonuma numaralarını cevapsız diye bırakan.

Öyle özledim ki, sesinin sesimdeki yankısını!
Çocuksu gülümsemene neden olan maymunluklarımı...
Beni sevme şeklini öyle özledim ki...

Bu lanet dünyada her geçen gün soğuyor insan hayattan, yaşamaktan.
Çünkü hiçbir şey istediğimiz gibi gitmiyor maalesef.
Dünyanın adil olmasını bekliyoruz, hani hiç değilse bize zarar vermemesini, huzurlu olmayı...
Ama sanırım sabır taşı misali, bizi tam ortamızdan çatlatmaya niyetli.

Öyle özledim ki, gözlerinin içine bakarken gözlerimden durduk yerde yaş gelmesini...
Neden ağlıyorsun derdin, deli misin sen?
Gözlerine bakınca neler gördüğümü bir bilsen,
Sen olsaydın benim yerimde,
mendil dayanmazdı gözyaşlarını silmene herhalde.

Öyle özledim ki seni aradığımda sesindeki neşeyi...
Kuşum derdin, özledin mi beni derdin.
Bende belki tam anlatamam sana olan hasretimi diye
Nasıl özlediğimi, seni nasıl sevdiğimi ispatlayayım diye hep yemin ederdim.

Güzel gözlüm, öyle özledim ki seni...
Yüreğim bir mecal kaldı şimdi.
Her gece yatağıma geçip çalmasını bekliyorum lanet telefonumun.
Her gece yalvarıyorum Allah ıma, bir an önce geçsin bu dertler bu sıkıntılar diye...
Ve her gece uykuyu haram ediyorum gözlerime.

A kadınım, öyle özledim ki seni...
Tıraş bile olmuyorum eskisi gibi.
Batıyor sakalların git kes öyle öp beni derdin.
Öptürmezdin gül yanaklarını sinek kaydı olmadan yüzüm.
Ama geri döndüğümde de kokumu içine çekerek öyle bir öperdin ki beni, hep öyle kalalım isterdim.

Sevdiğim, öyle özledim ki seni...
Sesini, nefesini, bana doğru kurduğun cümlelerin her bir kelimesini...
Şimdi bekliyorken senden gelecek tek bir seslenişi, nasıl zor bir bilsen,
Nefes alıp verdiğimde hasret ciğerlerime yakıyor, özlem saçlarımdan tutup çekiştiriyor.
Sensin onun dermanı diyor içimdeki ses her gece.




Canımın taaaa içi, öyle özledim ki seni...
Her derdini alırdım üstüme, sen üzülme sen yorulma sen düşünme isterdim, ben bakarım çaresine...
Yeter ki gülsün yüzün derdim, ben meydan okurum senin için bu alemin cümlesine...

Kurban olduğum, aşkların en güzeli, bir tanem, gül bakışlım, kalbimin birincisi...
Öyle özledim ki seni, sesini, nefesini...
Haydi geri dön artık ta, mutluluktan kes şu nefesimi...


Ömer Köroğlu

27 Ağustos 2010 Cuma

Gülümse (Tekrar)





Sonuna kadar izlemenizi tavsiye ederim. Mükemmel bir video

gülümse - kısa film | izlesene.com





Çok sevdiğim bu videoyu tekrar yayınlamak istedim. Öncekinde video Youtube siesindeydi. Youtube'u açamayanlar için bu sefer izlesene.com dan aldım.

26 Ağustos 2010 Perşembe

İhanet





Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim tebdili kıyafet yapmış Kuşlar Çarşısı'nı geziyormuş.

Avcılar avladıkları kuşları tuzakçılar yakaladıkları maharetli eğitimli güzelim kuşları satıyorlar. Bir ara gözü kekliklere ilişir padişah'ın.

Bir grup kekliğin üzerindeki varakta "Tane işi satış fiyatı 1 altın" yazıyor.

Hemen yanı başlarında asılı adeta altın kafes içinde bir keklik daha var ki fiyatı; 300 altın.

Padişahın gözü 300 altınlık kekliğe takılır.

"Hayırdır" der satıcıya "Bunun diğerlerinden ne farkı var ki bunlar 1 altın bu 300 altın?"

Satıcı "Bu keklik özel eğitimli çok güzel ötüyor ötmesi bir yana bunun ötüşünü duyan ne kadar keklik varsa hepsi onun etrafına doluşuyor" diyor.

" Tabii bu arada avcılar da o etrafa doluşan keklikleri daha rahat avlıyorlar" diye ekliyor.

"Satın alıyorum" diyor Padişah "Al sana 300 altın..." Parayı veriyor; hemen oracıkta kekliğin kafasını kesiyor.

Adam şaşırıp "Ne yaptınız en maharetli kekliğin kafasını koparttınızyazık değil mi ? " diye dövünürken;

Padişah gürlüyor: "Bu kendi soyuna ihanet eden bir kekliktir. Bunun akıbeti er veya geç ölümdür."

24 Ağustos 2010 Salı

Fena Halde Mutsuz Adam





Bir zamanlar bir tepenin üzerindeki villada bir oğlan çocuğu yaşarmış. İyi de yaşarmış. Köpekleri ve atları, otomobilleri ve müziği severmiş. Yüzmeye gider, futbol oynar, güzel kızlara bayılırmış...

Bir gün Tanrı’ya "Büyüdüğüm zaman neler istediğimi buldum, uzun uzun düşünüp" demiş... "Neler" demiş Tanrıda... "Bir büyük evde yaşamak isterim. Ön . kapısında heykeller olsun. Arka kapısında iki St. Bernard köpeği... Uçsuz bucaksız bir bahçe içinde... Uzun, çok güzel ve çok müşfik bir kadınla evlenmek isterim. Siyah saçlı, mavi gözlü, gitar çalan ve tatlı şarkılar söyleyen. Üç güçlü oğlum olsun isterim ki, onlarla futbol oynayabileyim. Büyüdüklerinde birisi büyük bir bilim adamı, öteki senatör, üçüncüsü milli santrafor olsun. Ben seyyah olayım... Okyanuslara yelken açayım, dağların zirvelerine tırmanayım, insanları kurtarayım. Bir Ferrari kullanayım yollarda..."

- "Ne güzel bir hayal bu" demiş Tanrı... "Mutlu olmanı dilerim..."

Bir gün oğlan futbol oynarken ayağını incitmiş. Ondan sonra değil dağlara, ağaçlara bile tırmanamaz olmuş. Okyanuslara yelken açmakta hayal olmuş tabii. Bunun üzerine pazarlama okuyup, tıbbi malzemeler dağıtan bir şirket kurmuş. Bir kızla evlenmiş, çok güzel ve çok müşfik. Ama uzun değil, kısaymış. Saçları siyahmış ama, gözleri mavi değil, ela imiş. Gitar çalamaz, şarkı söyleyemezmiş ama, harika yemek pişirir, olağanüstü güzel kuş resimleri yaparmış. İşi . dolayısı ile, kent dışında bir villada değil, kentte bir apartmanın teras katında oturmak zorunda kalmış, ama evinin deniz manzarası gene harikaymış. İki St. Bernard besleyecek bahçesi yokmuş ama, evinde harika tüylü bir Ankara kedisi varmış. Üç kızı olmuş. En küçükleri tekerlekli sandalyede yaşamak zorundaymış, ama en güzelleriymiş. Üç kız da . babalarını çok severlermiş. Onunla futbol oynayamazlarmış ama, birlikte denize, parklara giderlermiş. Uçurtma uçurdukları da olurmuş, bazen. En küçükleri hariç tabii. O gölgede bir ağacın altında oturur, gitari ile şarkılar söylermiş. İyi para kazanmış ama, öyle kırmızı bir Ferrarisi olmamış.

Bir sabah uykudan üzüntü içinde uyanmış ve en iyi arkadaşına koşmuş... "Ben" demiş, "Hiç mutlu değilim..." ”Neden" demiş, arkadaşı... "Çocukken siyah saçlı, uzun boylu, mavi gözlü gitar çalıp şarkı söyleyen bir kızla evlenmek isterdim. Oysa karım uzun değil, ela gözlü, gitar da çalamıyor." "Karın çok güzel" demiş, arkadaşı... "Harika resimler yapıyor, enfes yemekler pişiriyor üstelik." Adam dinlememiş bile onu...

Bir gün karısına "Hiç mutlu değilim" diye dökmüş içini..."Neden" demiş karısı... "Çünkü büyük bir bahçe içinde bir villada yaşamayı düşlerdim, oysa 47 ci katta bir apartman dairesine tıkıldım. İki St. Bernardin yaşayacağı bir bahçem olsun isterdim, hani nerede..." "Konforlu bir apartmanda yaşıyoruz" demiş karısı... "Oturduğumuz yerden okyanus görünüyor. Gülüyor, eğleniyor, birbirimizi seviyoruz. Kedimizi okşuyor, güzel kuşların resimlerini yapıyoruz... Üç de harika çocuğumuz var..." Adam dinlemiyormuş bile...

Ruh doktoruna koşmuş bir gün... "Ben mutlu değilim" diye... "Niye" demiş, doktor... "Çünkü ben gezginci olmak, okyanuslara açılmak, dağlara tırmanmak, insanları kurtarmak isterdim. Oysa masa başı işim ve sakat bir dizim var şimdi..." "Ama sattığın tıbbi malzemeler yığınla hayat kurtarıyor..." demiş, doktor. Adam dinlememiş bile. Doktor da ona 100 dolar vizite yazıp yollamış...

Bir gün muhasebecisine "Ben çok mutsuzum" demiş..."Neden" demiş muhasebeci... "Bir kırmızı Ferrarim olsun isterdim hep... Ve dünya umurumda olmasın. Oysa işe metro ile gidip geliyorum. Bir . yığın da sorunum var. "İyi giyiniyor, iyi restoranlara gidiyorsun. Bütün Avrupayı, Amerika’yı gezdin" demiş, muhasebeci. Ama adam dinlemiyormuş bile... Muhasebeci adama 100 dolar danışma ücreti fatura edip yollamış. Onun da hayalinde kırmızı Ferrari varmış çünkü.

Adam rahibe "Çok mutsuzum" demiş. "Neden" demiş rahip... "Üç oğlum olsun isterdim. Biri bilim adamı, biri politikacı, biri sporcu. Oysa üç kızım oldu. Birisi yürüyemiyor bile..." "Ama çok güzel ve çok zeki üç kızın var" demiş rahip... "Seni çok seviyorlar. Başarılı da oldular. Biri hemşire, biri sanatçı, biri de müzik hocası..." Ama adam dinlemiyormuş bile...

Öyle mutsuzmuş ki hasta olmuş sonunda. Bir beyaz hastane odasında, etrafı beyaz giyinmiş hemşirelerle dolu yatıyormuş. Vücuduna bağlı teller hastaneye kendi sattığı kalp cihazına gidiyor, kollarına bağlı serumlarla besleniyormuş. Fena halde mutsuzmuş adam şimdi. Ailesi, dostları ve rahibi yatağının başında toplanmışlar. Onlar da üzüntü içindeymiş. Mutlu olanlar sadece ruh doktoru ve muhasebeci imiş.

Bir . gece adam hastane odasında Tanrı ile yalnız kaldığında "Tanrım" demiş... "Hatırlar mısın, çocukken sana yalvarmış ve istediklerimi sıralamıştım." "Hatırladım" demiş Tanrı... "Güzel bir hayaldi." "Peki, niye onların hiçbirini vermedin bana" demiş, adam... "Verebilirdim" demiş Tanrı... "Ama sana istemediğin şeyleri vererek bir sürpriz yapmak istedim." "Bak neler verdim sana... Bir güzel, . sevecen eş, iyi bir iş, yaşanacak güzel bir ev. Üç tatlı kız evlat... Bir araya getirdiğim en güzel yaşam paketlerinden biriydi bu." "Evet" demiş, adam... "Ama bana benim gerçekten istediklerimi vereceksin sandım." "Ben de senin, benim gerçekten istediğimi vereceğini sandım" demiş, Tanrı... "Sen ne istedin ki" demiş, adam hayretle... Tanrı ın da bazı şeyler isteyeceğini hiç düşünmemişmiş hayatında. "Sana verdiklerimle mutlu olmanı istedim" demiş, Tanrı...


Adam karanlık odasında sabaha kadar düşünmüş. Sonunda yeni bir hayal kurmaya karar vermiş. Yıllar önce kurduğu hayalin yerine "Keşke bunu hayal etseydim" dediği bir hayal... Bu defa ki hayalinde zaten sahip oldugu şeyler varmış hep. Adam kısa zamanda iyileşmiş, 47 ci kattaki dairesinde çok mutlu yaşamış. Kızların şen şakrak sesleri, eşinin derin ela gözleri ve harika kuş resimleri arasında mutlu olduğunu hissedermiş bütün gün... Geceleri de okyanusa yansıyan kentin ışıklarının dalgalar üzerinde oynaşmasına bakar, gülümsermiş...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

ADINA DOST DERLER






Hani vardır ya her yerde, hissetmek istersin onun varlığını…

Hani hep yanıbaşınızdaymış sanırsınız, ismini söylersiniz dalgınlıkla, her an berabersinizdir…

Yanında olduğunu unutuverirsin bir andan sonra, sonra üzüldüğünde o sımsıcacık kollarını açar sana, sarılır ağlarsın omzunda doya doya…

Senin sorununu kendi sorunu gibi benimser, bir kolun bir bacağın olur adeta…

Ayrılmak istesen de koparıp atamazsın…

Bir türlü sevindiğinde ise senden fazla mutluluk duyar…

O senin için farklıdır bütün insanlardan, tabii sen de onun için…

Aranızdaki sevginin bitmesine izin vermezsiniz, kimse bozamaz aranızı, kimse araya girmeye dahi cesaret edemez…

Ne zaman yardıma ne zaman insana ne zaman dosta ihtiyacınız olsa hep yanınızda bulursunuz, kendini adeta sizin için ayarlamıştır…

Beraber gülüp beraber ağlarsınız, daima olumlu özellikler verirsiniz birbirinize…

O sana gülmeyi öğretir sen ona kahkaha atmayı…

O sana emeklemeyi öğretir, sen ona yürümeyi…

O sana okumayı öğretir, sen ona yazmayı ve bu böyle sürüp gider…

İşte bunun adına DOST derler…

Hayatta hiçbir şeyiniz olmasın ama hep bir dostunuz olsun…

Dostlarınızın Kıymetini Bilin…

20 Ağustos 2010 Cuma

Anne





Evin telefonu sabaha karşı üç buçukta çaldı. Uyku sersemi adam telefonu açtı.
Telefondaki ses annesine aitti.
Telaşlandı, korktu başlarına bir şey mi gelmişti?
Annesi "nasılsın oğlum iyi misin?" diye sordu.
Oğlu şaşkın bir ifadeyle "iyiyim anne hayırdır bir şey mi oldu siz iyi
misiniz?" dedi.
Annesi "biz iyiyiz bir şeyimiz yok sadece sesini duymak istedim" dedi.
Oğlu da "anne bunun için mi aradın saat sabahın üçbuçuğu yarında
konuşabilirdik" diyince annesi de "rahatsız mı ettim oğlum?" dedi.

Oğlu "evet anne rahatsız ettin" diyince annesi
"30 sene önce sen de beni bu
saate rahatsız etmiştin, doğum günün kutlu olsun"
dedi.

19 Ağustos 2010 Perşembe

İnsan Sevdiğine Götürdüğü Şeyi Sayar mı?





Bir gün bir derviş,
Bir kucak dolusu elma ile bayırlar aşan bir genç kıza rastlamış…
Bozkırın sıcağında yorgunluktan al almış kızın yanakları..


“Nereye gidersin? Ne doldurdun kucağına?”
Diye sormuş derviş.


Uzak bir tarlayı işaret etmiş kız:
“Sevdiğim çalışıyor orada…
Ona elma götürüyorum.”


“Kaç tane” diye soruvermiş derviş.


Kız şaşkın:
“İnsan sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç?” deyivermiş..


Ve usulca koparıvermiş derviş elindeki tespihin ipini..

13 Ağustos 2010 Cuma

Üsküdarlı Aşıklar





İstanbul'da bir zamanlar Abdullah ve Aslıhan adında, birbirini seven iki genç yaşıyordu.

Kader fırsat verir de gizlice buluşabilirlerse birbirlerinin yüzüne bakarak aşk kadehinden şarap yudumluyor, nefesleri birbirine karışarak şad oluyorlardı. Daha birbirlerini bir kez olsun öpmemişlerdi. Aşklarını daima gizli tutuyorlar, kimseye sır vermiyorlardı. Fakat üç yüz perdenin arkasında bile gizlenemeyen aşk sonunda ortaya çıktı. Kızın babası o genci kendi asaletine denk bulmadı ve kızını zorla bir paşa ile evlendirdi. Paşa da onu sevdiği gençten uzak olsun diye Boğaz'ın öte yakasında, Üsküdar'dan Çamlıca'ya giden tozlu yolların kenarındaki bağların arasında bir eve yerleştirdi. Aslıhan kocasını henüz odasına almıyor, ondan kaçıyordu. Abdullah ise sabrın sonuna gelmiş, Aslıhan'ın yerini öğrenmeye çalışıyordu. Nihayet bir gün Tophane'de, Salı pazarında onun hizmetkârlarından bir halayığa rastladı. Kadın, Abdullah'ın aşkını biliyordu. Acıdı ve oturdukları evi tarif etti. Abdullah arkadaşlarından birini buldu ve ona, "Benimle gelebilir ve Aslıhan'ı ziyaretimde bana yardımcı olur musun? Zira onun aşkıyla can boğazıma geldi, gündüzüm gece oldu!" dedi. Henüz on yedi yaşında olan arkadaşı "Seni dinledim ve teklifini kabul ettim; her ne ki benden istesen yapacak, her ne ki emredersen uyacağım!" şeklinde onu rahatlattı. Bir kayıkla Üsküdar'a geçtiler. İki at kiralayıp bağlar arasında Aslıhan'ın kaldığı evi buldular. Mevsimlerden sonbahardı ve bağlar bozulmuş, sahiplerinin çoğu şehre dönmüştü. Beklediler, beklediler. Aslıhan'ın paşa kocası evden çıkınca Abdullah arkadaşına "Şimdi git!" dedi, "Kapıyı çal. Ona burada beklediğimi söyle!" Genç gitti. Kapıyı seyis açmıştı. Ona Paşa'dan küçük hanımefendiye bir mesaj getirdiğini söyledi. Sonra da sevilene sevenden vuslat müjdesi verdi.

Az sonra Aslıhan buluşma yerine geldi. Abdullah telaş içinde ne yapacağını bilemedi. Haberci arkadaşı onları yalnız bırakmak isteyince itiraz etti, "Hayır, yanımızda kal. Çünkü ortada uygunsuz bir şey yok." O genç de ancak seslerin duyulacağı kadar uzakta oturdu. İki âşık birbirlerine ayrılık sırasında hasrete nasıl dayandıklarını gözyaşlarıyla anlattılar. Sonra birbirlerini nasıl, ne derece sevdiklerinden, eski hatıralardan, çocukluktan uzun uzun bahsettiler. Mutlu geçen birkaç saatin sonunda Aslıhan müsaade istedi. Birileri durumun farkına varmadan eve dönmesi gerektiğini söyledi. Abdullah azıcık daha kalmasını istedi. O vakit Aslıhan uzakta oturan genci işaretle sordu:

- Senin bu arkadaşından bir şey istesem yapar mı?

- Ne istersen!..

- Tehlikeli olsa da mı?

Cevap gençten geldi:

- Tehlikeli olsa da!.. Canımı Abdullah için feda etmem gerekse de!..

- O halde, yakına gel. Seninle giysilerimizi değişelim. Benim yerime eve gir. Sağdan üçüncü oda benim özel odamdır. Akşama kadar sessizce otur. Akşam kocam eve gelip sana bir tas çorba getirir, kapıdan içeri uzatır. Yüzünü sıkıca ört ve tası kabul etmekte nazlı davran. Sonra kapını kapat. Sabaha doğru ben gelirim, sen çıkarsın.

Delikanlı denileni yaptı. Eve girip kapandı. Ta ki kapıda ses duydu, heyecanlandı. Çorba tasını almakta gecikince tas yere kapaklandı. Bu sefer paşa öfkelenip "Sen hâlâ bana inat mı ediyorsun?" diye içeri girip eline bir kırbaç aldı. Akşam karanlığında Aslıhan diye delikanlının sırtını sıyırdı ve başladı şaklatmaya. Delikanlı devamlı yüzünü örtüyor ve sesi tanınmasın diye hiç bağırmadan sabrediyordu. Nice kırbaçtan sonra evdeki halayıklar, hizmetkârlar dayanamayıp onu durdurmak istediler. Paşa da zaten yorulmuştu. Dadısı herkesi dışarı çıkarıp ona nasihatler etti. "Sultan hanımım, kendine hiç acımaz mısın? Kocana biraz daha fırsat tanısan, belki iyi..." Nasihatleri ses çıkarmadan dinleyen delikanlı bir yandan yaralarının sızlamasına dayandı, diğer yandan Aslıhan'a acıdı. Sabah Aslıhan gelince evden çıkmak üzere bütün gücünü topladı, ona hiç belli etmedi. Abdullah ölesiye kadar da bunu ne ona, ne başka birine söyledi.

İnsana dost zor günde lazımdır; rahat günde herkes dosttur. Kederli günde seninle üzülecek bir dostun varsa üzüntüye yer yoktur vesselam...

İskender Pala - Katre-i Matem

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Bir Zen Hikayesi





Bir sabah Buda bir köye gelir. Köye girerken birisi ona, “Ben Yüce’ye inanan bir kişiyim” der, “lütfen bana Tanrı’nın var olup olmadığını söyle.”

Buda çok kesin bir tavırla, “Tanrı yoktur” der. “Hiç bir zaman olmadı, hiç bir zaman da olmayacak. Sen neler saçmalıyorsun?” Adam yıkılır, ama işte ortam yaratılmıştır..

Öğleden sonra başka bir adam Buda’ya gelir ve “Ben ateistim” der, “Tanrı’ya inanmam. Gerçekten Tanrı var mı? Ne dersin?”

Buda, “Yalnız Tanrı vardır, ondan başka da bir şey yoktur.” der. O adam da yıkılır.

Akşam olduğunda üçüncü bir adam gelir ve Buda’ya, “Ben bir agnostikim” der, “Ne inanıyorum, ne inanmıyorum. Ne dersin? Bir Tanrı var mı?”

Buda hiç bir şey söylemez. Adam yıkılır.

Ama Buda’nın hep yanında dolaşan bir rahip olan Ananda daha da fazla yıkılmıştır. Sabahleyin Buda “Tanrı yoktur” dedi, öğleden sonra, “Olan yalnız Tanrı'dır” dedi, akşam ise sessiz kaldı. O gece Ananda Buda’ya, “Uyumadan önce lütfen sorumu yanıtla” der, “Bütün huzurumu kaçırdın! Aklım o kadar karıştı ki, ne düşüneceğimi bilemez oldum! O saçma ve çelişkili yanıtların anlamı neydi?”

Buda, “O yanıtların hiç biri sana verilmedi. Neden onları dinledin?” der. “Onlar o soruları soranlara verildi. Ama yanıtların seni rahatsız etmesi iyi bir şey. Senin yanıtın da bu.” der.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Öyle Özledim ki Seni...





Ben ki alışkın değilim sensiz uyku tutturabildiğim gecelere,
Duymadan o güzel sesini, uyku girmiyor işte bu yorgun gözlerime.
Sabah gözümü ilk açtığımda elim hemen telefona gidiyor, acaba aradı mı? Diye.
Ama her defasında senin dışında onlarca kişi görüyorum telefonuma numaralarını cevapsız diye bırakan.

Öyle özledim ki, sesinin sesimdeki yankısını!
Çocuksu gülümsemene neden olan maymunluklarımı...
Beni sevme şeklini öyle özledim ki...

Bu lanet dünyada her geçen gün soğuyor insan hayattan, yaşamaktan.
Çünkü hiçbir şey istediğimiz gibi gitmiyor maalesef.
Dünyanın adil olmasını bekliyoruz, hani hiç değilse bize zarar vermemesini, huzurlu olmayı...
Ama sanırım sabır taşı misali, bizi tam ortamızdan çatlatmaya niyetli.

Öyle özledim ki, gözlerinin içine bakarken gözlerimden durduk yerde yaş gelmesini...
Neden ağlıyorsun derdin, deli misin sen?
Gözlerine bakınca neler gördüğümü bir bilsen,
Sen olsaydın benim yerimde,
mendil dayanmazdı gözyaşlarını silmene herhalde.

Öyle özledim ki seni aradığımda sesindeki neşeyi...
Kuşum derdin, özledin mi beni derdin.
Bende belki tam anlatamam sana olan hasretimi diye
Nasıl özlediğimi, seni nasıl sevdiğimi ispatlayayım diye hep yemin ederdim.

Güzel gözlüm, öyle özledim ki seni...
Yüreğim bir mecal kaldı şimdi.
Her gece yatağıma geçip çalmasını bekliyorum lanet telefonumun.
Her gece yalvarıyorum Allah ıma, bir an önce geçsin bu dertler bu sıkıntılar diye...
Ve her gece uykuyu haram ediyorum gözlerime.

A kadınım, öyle özledim ki seni...
Tıraş bile olmuyorum eskisi gibi.
Batıyor sakalların git kes öyle öp beni derdin.
Öptürmezdin gül yanaklarını sinek kaydı olmadan yüzüm.
Ama geri döndüğümde de kokumu içine çekerek öyle bir öperdin ki beni, hep öyle kalalım isterdim.

Sevdiğim, öyle özledim ki seni...
Sesini, nefesini, bana doğru kurduğun cümlelerin her bir kelimesini...
Şimdi bekliyorken senden gelecek tek bir seslenişi, nasıl zor bir bilsen,
Nefes alıp verdiğimde hasret ciğerlerime yakıyor, özlem saçlarımdan tutup çekiştiriyor.
Sensin onun dermanı diyor içimdeki ses her gece.




Canımın taaaa içi, öyle özledim ki seni...
Her derdini alırdım üstüme, sen üzülme sen yorulma sen düşünme isterdim, ben bakarım çaresine...
Yeter ki gülsün yüzün derdim, ben meydan okurum senin için bu alemin cümlesine...

Kurban olduğum, aşkların en güzeli, bir tanem, gül bakışlım, kalbimin birincisi...
Öyle özledim ki seni, sesini, nefesini...
Haydi geri dön artık ta, mutluluktan kes şu nefesimi...


Ömer Köroğlu

Popüler Yayınlar