31 Temmuz 2010 Cumartesi

En Güzel Kalp





Genç bir adam kendi kalbinin yörenin en güzel kalbi olduğunu ilan etmişti. Onu görenler de bunu onaylamıştı. Birden kalabalığı tam ortadan yaran yaşlı bir adam genç adama doğru yürüdü ve :"Senin kalbin benim ki kadar güzel değil "dedi.İşte tam o anda kalabalık ve genç adam yaşlı adamın kalbine doğru baktılar. Çok hızlı çarpıyordu, fakat içinde çok fazla yara ve zaten çok az kalan boşluklarda çentikler vardı, onların da üzeri keskin çentiklerle dolu idi. Yaşlı adamın yaşlı kalbinin çok acı çektiği belli oluyorduİnsanlar şaşırmıştı, yaşlı adam nasıl bu kalbin en güzel kalp olduğunu söyleyebilirdi.Genç adam gülerek "şaka ediyor olmalısın" dedi yaşlı adama, "benim kalbim pürüzsüz mükemmellikte iken seninki gözyaşları ve acılardan oluşmuş yara izleri ile dolu""Doğru" diye yanıt verdi yaşlı adam"Senin kalbin mükemmel gözüküyor fakat ben asla yaşlı kalbimi senle değişmem. O gördüğün her yara benim sevgimi verdiğim bir kişiyi gösteriyor. Onlara kalbimin bir parçasını seve seve verdim, onlar da kendilerinden bir parçayı bana verdiler. Bu yüzden bu parçalar benim verdiğim parçalara bazen tam uymadılar ve üstünde ya da köşelerinde pürüzler oldu. Fakat ben onların her parçasını tek tek seviyorum, çünkü onların her biri paylaşılan sevgileri, dostlukları bana hatırlatıyor. Bazen de sevgimin ve dostluklarımın karşılığını alamadım. O kalbimin içindeki yara dolu boşluklar da bu yüzden, ucu kıvrık bıçak gibi ve oldukça da acı verir. Fakat hala boşturlar ve başka kalplerin de bana sevgi ve dostluklarını verebileceklerini, böylece de bu boşlukları doldurabileceklerini gösterir ve benim hala o umutla yaşamamı sağlar.Şimdi söyle genç adam, sence hangi kalp daha güzel ?"Genç adamın gözleri sevgi gözyaşlarıyla dolmuştu. Yaşlı adama doğru yürüdü ve kalbinden genç ve güzel bir parçayı dostça ona doğru verdi. Yaşlı adamın kalbinde hala birçok boşluk vardı. Yaşlı adam genç adamın cömertçe verdiği kalbi dostlarının olduğu bölüme yerleştirdi, üzerine çentikler attı ve yerine bir güzel oturturdu. Genç adam kendi kalbine doğru baktı, artık eskisi kadar mükemmel ve pürüzsüz değildi. Tâki yaşlı adam ona kendi kalbinden eski fakat güzel bir parça verene kadar.Sonunda genç adam ve oradaki kalabalık gerçek kalbin güzelliğini anlamıştı.Kalbi güzelleştiren onunla paylaşılan sevgi ve dostluktu. İçinde sevgi barındırmayan ve taşımayan hiç bir kalp gerçekten güzel olamazdı.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Arkadaşlık




Beş yaşında yetim kalan bir çeçen çocuk annesiyle yalnız yaşamaktadır. Fakirdirler, ekilecek biçilecek çok fazla arazileri de yoktur. Belli bir zamana kadar eş dost, hısım akarabının yardımlarıyla geçinmeğe çalışırlar.

Zaman ilerledikçe çocuk büyür gelişir ve de büyüyüp geliştikçe olgunlaşır, olgunlaştıkça da yiğitleşir. Yaşından beklenmeyen tavır ve davranışları vardır. Yiğitliğinden, dürüstlüğünden ve yardım severliğinden ötürü köyde yaşayanlar ona "MAKKIL" (KARTAL) Adını koymuşlar.

Köyün bütün çocukları ona benzemeye gayret ederlermiş. Makkıl ın kendisi gibi özü sözü bir, yiğit mi yiğit beş arkadaşı varmış. Makkıl la birlikte bu altı arkadaş, adeta bir babadan olma, bir anne den doğma kardeş gibilermiş. Zaman geçer Makkıl büyür ve serpilir. İçerisine babasının katilini bulma ve öcünü alma ateşi düşer. Yıllarca babasının katilini ara durur. Bu arada da köyün en güzel kızına gönlünü kaptırır. Kaptırır ama fakir Makkıl'a kızı vermek istemezler.

Beş on yıl bu sevda devam eder ama, bu arada Makkıl halen baba katilini aramaktadır. Makkıl, artık dayanamaz ve kızı kaçırmaya karar verir. Kız da razıdır. Bir kış gecesi kavli kara kılarlar kaçmaya. Akşam olmuş bizim makkıl da bir telaş. Annesi meraklanır ve nedenini sorar Makkıl'a. Makkıl da doğrusunu anlatır. Artık annesinde de bir heyacan ve bir telaş başlar. Gece ilerleyen saatlerde Makkıl, kızı kaçırmak için dışarı çıkacağı anda çok gürültülü bir şekilde kapı çalınır. Gelen kişi; Makkıl'a müjde getirmiştir. "Makkıl, yıllarca aradığın babanın katilini gördüm. Köyün alt başında atıyla tarlalardan ilerliyor. Hemen çıkarsan yetişirsin." Der. Makkıl şaşkınlık içindedir.

Bir tarafta kaçırmak için söz verdiği kız, diğer tarafta yıllarca izini takip ettiği baba katili. O arada annesi yanına gelir. Hayırdır oğlum ne bu telaş? Der. Makkıl durumu izah eder ve annesinden akıl danışır. Annesi: Ey oğul! Babanın katilini 20 yıldır arıyorsun bu gün denk geldi. Bir 20 yıl daha beklesen de olur. O zaten yaşamıyor, sadece nefes alıyor ve kendi nefesi bile azap veriyor. Bu nedenle sevdiğin kızın itimadını yitirme, var git, gelinimi getir der. Makkıl annesinin sözünü tutar ve kızı kaçırmağa kara verir. kara verir ama, yine kapı gürültüyle çalınır. Gelen yine bir tanıdık arkadaş tır. Makkıl'a şöyle der.

Köylerinden 15 km uzakta bir köyde,arkadaşların seni bekliyor. Acele yetişsin dediler. der ve uzaklaşır. Makkıl' yine bir telaş sarar. Annesi yanına gelir ve "ne oldu yine. Ne bu telaş" diye sorar. Makkıl, durumu izah eder ve akıl danışır. Annesi: Oğlum der. Kız seni seviyor ve güveniyorsa, durumu izah edersen mutlaka anlayacaktır. Ama, sana ihtiyaç duyduklarında, bir kız için kendilerinin yanında olamadığını arkadaşlarına izah edemezsin. Arkadaşlık ve güven kolay kazanılmaz. Onun için var, arkadaşlarının yanına git. Sana ihtiyaçları var ki, gecenin bu saatinde haber göndermişler der.

Makkıl, Giyinir üzerini, kuşanır silahlarını ve atını dört nala sürer. Giderken de neyle karşılaşacağını bilemediğinden, kafasında bin bir türlü sorular vardır. Söylenen köye ve tarif edilen evin kapısına vardığında sinirlenir. çünkü evin içerisinden mızıka sesi gelmektedir. Kapıyı çalıp içeri girdiğinde de, görür ki, arkadaşları eğlenmektedir. makkıl, oturmadan arkadaşlarına şöyle seslenir.

Arkadaşlar; Bu akşam yıllarca sevip te kavuşamadığım kızı kaçıracaktım, ondan vaz geçtim. 20 yıldır aryıpta bulamadığım baba katilini bulmuşken, ondan da vazgeçtim ve siz çağırınca size koştum. Benim arkadaşlığımdan memnunmusunuz? diye seslenir. Arkadaşların en büyüğü cevap verir. Yıllarca arkadaşız. Biribirimiz için gözümüzü kırpmadan canımızı veririz ama; Der ve sonra, yanındaki arkadaşa seslenir. Aç şu kapıyı (kapalı olan bir oda). Kapı açılınca Makkıl'ın gözleri de fal taşı gibi açılır. Oda da bürünceğin altında sevdiği kız durur. Yine,arkadaşı yanındaki diğer arkadaşa seslenir.

Şu oda daki torbayı getir. Torba getirilir ve ağzı açılarak, içindekini Makkıl'ın önüne atarlar. Torbanın içindeki, babasının katilinin "kafası" dır. Arkadaşların hepisi bir ağızdan Makkıl'seslenir. Madem bu kadar yıllık arkadaşız, kız kaçırmaya gidiyorsun da neden bize haber etmiyorsun? Sen haber etmediysen de, biz haberini alınca ne olur ne olmaz diye seni kollamak için kızın evinin yanında nöbet tutuyorduk. Kız evden çıkmıştı ama, sen gecikince alıp getirmek zorunda kaldık ve yolda gelirken de babanın katiline rastladık. Hem kızı, hemde babanın katilinin kafasını sana hediye ediyoruz. Sen söyle bakalım: senin bizim arkadaşlığımızdan şüphen varmı?

Makkıl: hem mahcubiyeti, hem de sevinci bir arada yaşayarak şöyle der. Hakkınızı helal edin arkadaşlar. ben kendimi yetişmiş biri olarak görüyordum ama, anladım ki ANNEM den öğreneceğim daha çok şey varmış meğer..."

23 Temmuz 2010 Cuma

Seni sevmek diye.




Seni sevmek diye buna derim ben
Sensiz sabahlara ermek
Gülmek
Seninleyken gülmek
Sensiz ne ağlamak ne de ölmek
Seni sevmek diye buna derim ben
Sevdan kucağımda üç günlük bebek
Seni sevmek yaşamak demek

Seni sevmek
Yanımdan geçerken kuru bir merhabayla
Başımı öne eğmek
Korkum
Senden aşk dilemek
Sevdamı bilmeyip yanımdan geçip giderken
Dönüp, rüzgarda uçuşan sarı saçlarını
Uzun uzun izlemek

Seni sevmek diye buna derim ben
Her yeni gün, yeni bir yangın
Her yeni gün yeni bir vurgun yerim
Seni sevmek diye buna derim ben
Güzel gözlerin ömre ömür katar
Bunu bir tek ben bilirim

Sen bu deli aşka kulak asma
Olsun
Ben sensiz gecelerde ölür ölür dirilirim
Her sabah sevginle hayata sarılır
Ve her sensiz akşamın sonunda yıkılır giderim

Uğur Arslan


17 Temmuz 2010 Cumartesi

SIRR-I AŞK




Salt sırdır aşk.
Aşk bir kişilik sırdır,
İki kişiye müsaadesi yoktur.
Zaten aşk tekildir.
Sevilen hiçbir zaman aşkın içinde değildir.
Aşkın içinde seven vardır o kadar.
Sevilenin haberi bile olmayabilir aşktan,
Olması önemli de değildir üstelik.
Aşk tekil olduğu için sırları da,
Kederleri de,
Acıları da,
Firkati de,
Hicranı da,
Ggözyaşı da,
Ateşi de tekildir.

Yani içinde bulunduğu ateş sadece bir kişiyi yakar,
Gözyaşı da bir kişiden akar,
Ayrılığı bir kişi çeker.
Aşkı bunlar çoğaltır,
Aşkın "eksilmeyen fakat artan" özelliği aynı zamanda buradan beslenir.

Gözyaşı aşkı artırır,
Hicran, hasret bu duygular aşkı devamlı büyütür,
Katmerler, yuvarlar bir çığ gibi.
Yani aşk, acı çekmeyi bastan göze almayı gerektiriyor.
Aşkın bir tarifi de acı ve bütün bu acılardan duyulan mutluluk.
Onun ötesinde de insanın kabiliyeti.
Aşk her gönülde ayni kıvamda varolamaz.
Gönül medeniyetindeki gönüllerimiz aşkı değişik boyutlarda alacaktır,
O zaman işin içine sırrı da girer.
Yani benim sırrım benim kalbime sığacak olan kadardır,
Daha ötesini kaldıramaz.
Sır, acı ve hasret varsa aşk vardır ve o aşk tekildir bir kişiyi ilgilendirir.

Biz aşkı genel kabulümüzde "beşeri aşk" derken bir zaaf olarak algıladık
"İlahi aşk"ı da bir hedef olarak gördük.
Beşeri aşkın ve İlahi aşkın ikisinin de ayni anda ve ayni bünyede tezahürü bir geçiş itibarıyla mümkündür.

İskender Pala

15 Temmuz 2010 Perşembe

Baba, Anneme İyi Bak




Baba,
Anneme iyi bak olur mu?

Benden sana evlat vasiyetidir
Baba, anneme iyi bak! ...

Akşam en heyecanıyla televizyon izlerken,
Sen anneme bak.
Yaşanmışlıklarını göreceksin çocuksu bakışlarında;
Yaşattıklarını, yaşatamadıklarını,
Sana adanmış koskocaman bir ömrü göreceksin bakışlarında

Akşamları geç geldiğinde
Yiyemediği lokmaları göreceksin,
Boğazına dizilen...

Sen kızmayasın diye,
Uyurken komşulara gidişlerini,
Bizim ağzımızı kapatmalarını,
Yüreğinin ağzına geldiği zamanları göreceksin.

Baba, anneme iyi bak!...

-‘'Hanım ben gidiyorum ‘' dediğinde,

Sen merdivenleri inene kadar
Ardından bakan insana bir kez durup,
Merdivenin 5. ci basamağında,
Sen bak!

Gözlerinde sen daha gitmeden
Seni özleyen bir kadın göreceksin.

Sokakta gördüğün arkadaşının sıktığın eli gibi bir kez olsun sarıl ona.

Sıkıca!

Sevgiyle!

Saatlerini harcadığın kahve sandalyesinde,
Yudumlarken bardağından çayını;
Hiç birinin tadının
Annemin çayının tadına benzemediğini fark ederek;
Evde, senin için yemek yapmanın telaşında olan
O kadını düşün.

Koyarak üç beş kuruş
Yarım bıraktığın bardağın yanına, En hızlı adımlarınla koş baba.

Seni terk eden annen gibi,
Ardından bıçaklayan dostların gibi,
Senin kıymetini bilmeyen evlatların gibi değil...

Ne zaman düşsen,
Canın acımasın diye düştüğün yere çimen olan,
Her bayramda senin elini
‘'evimin direği ‘' diyerek öpen o kadına iyi bak baba...

Ne kadar usulca çıksan da merdivenleri
Senin geldiğini daha ilk basamakta anlayan kadına,
Yüzün asıksa, Mutfağında sessizce ağlayan
Ama sana soğanın ne kadar acı olduğunu söyleyen kadına,

Sen hastaneye yattığında;
Ağlarken uyuyan, uyanınca ağlayan;
‘'bu ev çok büyük geldi bana ‘' diyen
Anama iyi bak baba.

Sarıl bu anneler gününde boynuna.
Tut ellerinden, öpüver.

Ve deki ona;

‘'Siyah saçlarımın terk ettiği yıllarımdan geriye,
Bir sen kaldın ve ben
Bir tek sana kaldım.!''

Anama iyi bak baba
Onun gözlerinde sana adanmış

Koskocaman bir ömür göreceksin !!!!

Ersin Hoşgenç


ersin hoşgenç - baba; anneme iyi bak | izlesene.com

10 Temmuz 2010 Cumartesi

SEVGİSİZ İNSAN





Sevgisiz insan, bir gün şans eseri bir çiçek
bahçesinde bulmuş kendini, bahçedeki
çiçekleri hiç düşünmeden ilerlemiş bir süre.
Bir düzlüğün ortasında mola vermiş bir ara.
Etrafına bakmış bir süre, hiç bir çiçek
...bir şey ifade etmemiş ona. Sonradan yıkılan
bir ağaç görmüş ve onun yanında bir papatya.
Papatya kendinden emin, o köşede yıkılan
ağacın yanında çıkan rüzgara göğüs geriyormuş.
Papatya o kadar güzelmiş ki...Sevgisiz insan
sevgiyi tanımış. Buna şaşırmış. Alışamamış,
ne yapması gerektiğini bilememiş. Pek tabii
bildiğini sanmış... Papatyayı sevmiş, okşamış,
rüzgar ona zarar vermesin diye araya girmiş
oturmuş... Papatya bir süre tekrar dikleşmiş.
Papatyanın zarar görmesinden öylesine
korkuyormuş ki, böylesi bir güzelliğin sonsuza
dek sürmesini, o kadar çok istiyormuş ki...
Papatyanın, ellerine dokunduğu her an, onu
hissettiği her an kendini dünyanın en mutlu
insanı hissediyormuş... Sevgiyi öğrenen adam,
gerek papatyayı korumak için gerekse ona olan
doyumsuzluğundan dolayı papatyayı koparmayı
ve yanına almayı istemiş. Onu bu bahçeden
koparmak ona çok doğru gelmiş çünkü, onu
yanında hep koruyabilecek, sevebilecekmiş.
Papatyayı hiç düşünmeden çekmiş,
koparmaya çalışmış, papatya buna direnmiş,
direnmiş. Seven adam anlayamamış
bu direnci, daha da güçle yüklenmiş papatyaya.
Aklı o zaman neredeymiş, kim bilir...
Papatya gün geçtikçe solmuş, solmuş...
Adamın gölgesi onu öyle bir kapıyormuş ki,
soluk almasını engelliyormuş. İşin garibi
adam bunu görsede anlayamıyormuş,
papatya soldukça üzerine daha çok titriyor,
iyice kapıyormuş güneşini. Sevmeyi yanlış
öğrenen adam, en sonunda dayanamamış
ve papatyayı tüm gücüyle kendine çekmiş.
Tüm dünyaya ne mutlu.. Ve o salak adama
ne mutlu ki, papatya herşeye rağmen
direnebilmiş gücü kalmasa da. Ama bu
direniş o kadar büyük bir güç gerektirmiş ki,
o herşeyden çok sevdiği papatya boynu bükük
kalmış... Seven adam işte o noktada her şeyi
görmüş ve anlamış, yaptığının acısı ona
öyle bir koymuş ki, sendeleyip yere düşmüş.
Hayatında tanımadığı acıyı çekmiş adam.
Hayatta kendini ilk defa haksız, ilk defa
bencil, ilk defa küçük hissetmiş. Ağlamak
para etmezmiş, üzülmekte. Güneş de
hemen fayda etmezmiş papatyaya.
Sevmiş adam, bir çiçeğe nasıl davranması
gerektiğini görmüş gözündeki perdeler
kalkınca... Ağlayarak çiçeğin yanında durmuş,
rüzgara karşı kendini siper etmiş yine ama
çiçeği ne koparmaya çalışmış bir daha, ne de
üzerinde gölge etmeye... Papatya, tekrar mutlu
bir şekilde bütün asilliğiyle ve gücüyle dimdik
ayakta durana kadar bekleyecekmiş öylece,
yakınında olacakmış çünkü, çiçeğin ona ihtiyacı
olacağı bir zaman olursa o da o anda çiçeğinin,
papatyasının yanında olacakmış. Seven adam,
papatya onu bir daha hiç sevmese bile, onu
sonsuza dek sevecekmiş, çiçek isterse uzakta,
çiçek isterse yakında... Çünkü seven adam için
değerli olan tek şey varmış, o da çayırda
tek başına ayakta durmaya çalışan eşi benzeri
olmayan güzellikteki o tek papatya...
Alıntı

9 Temmuz 2010 Cuma

Gülü Terk






Karga bülbülü fena kıskanırmış. Ne zaman bülbül şakımaya başlasa bed sesiyle onu bastırmak için bağırmaya başlarmış. Bülbül arada kızsa da en iyi bildiği işi yapmaya devam eder, daha büyük aşkla şakıyıp dururmuş.
Karga bakmış ki bu yolla bülbülü susturamayacak kurnazlık düşünmüş. Her zamanki gibi seher vakti şakımaya başlayan bülbülün yanına sokulmuş. “Bülbül kardeş boşuna ötüp durma” demiş. “Neden?” diye sormuş bülbül. Karga kıskançlığının zehrini dostça sunmuş. “Bak” demiş, “Sen her seher vakti gül için şakıyor onun için göz yaşı döküyorsun. Ama gülyağını eller sürünüyor. Gül sana yar olmuyor.”
Bülbül şöyle bir duraksamış, karganın sözleriyle içindeki vesvese örtüşmüş. Doğru diye düşünmüş. “Peki sence ne yapmalıyım?”
Karga en doğrucu sesiyle cevap vermiş, “Gülü bırak dostum insanlar için ötmeye başla. O zaman gül de senin olur, gülü koklayan da, gül yağını sürünende.” Karganın öğüdünü tutan bülbül insanların arasına karışmaya karar vermiş. O gün bu gündür insan oğlu seherde bülbül ile değil, kuşlukta karga sesiyle uyanırlarmış…

6 Temmuz 2010 Salı

EVLİYA






Yaşlı adamın hastalığına çare bulunamayınca,
kendisine evliya denilen birinin adresini vermişler.
Söylenenlere göre en ağır hastalar o zatın duasıyla
iyileşebiliyormuş. İhtiyar adam verilen adresi
çaresizlik içinde cebine atıp doktorun yanından
ayrıldığında, sokağın köşesinde simit satan 6 - 7
yaşlarındaki bir çocuğa rastladı. Çocuk son
derece masum gözlerle kendisine bakıyor
ve onu tanıyormuş gibi gülümsüyordu.

Adam, o yaştaki çocukların tamamen günahsız
olduğunu düşünerek yoluna devam ederken,
aniden duruverdi. Simitçinin üzerindeki eski
tişörtün üzerinde bir "E" harfi yazılıydı. Ve bu
"E" mutlaka evilyanın "E" si olmalıydı...
Aradığı evliyaya bu kadar çabuk ulaşmanın
heyecanıyla yanına gidip bir simit aldıktan sonra;

- "Doktorlar benim hasta olduğumu söylediler,"
dedi. "İyileşmem için bana dua eder misin?"

Çocuk bu teklif karşısında şaşırmışa benziyordu.
Kafasını olur der gibi sallarken;

- "Bende sık sık hastalanıyorum," diye karşılık verdi.
"Ama dedem, Allaha inananların ölünce yıldızlara
uçtuklarını ve orada cenneti seyrettiklerini söylüyor.
Bu yüzden korkmuyorum hastalıklardan."

Adam içinin bir anda ferahladığını hissetti. Onun
soğuktan moraran yanaklarına bir öpücük kondururken ;

- "Deden çok doğru söylemiş," dedi.
"Ama ben yine de yardım istiyorum senden."

Çocuk, duasının kıymetini anlamış gibiydi. Karşı
kaldırımdan geçmekte olan baloncuyu gösterek ;

- "Size dua edeceğim" diye cevap verdi. "Ama eğer
iyileşirseniz, bana 10 tane balon alacaksınız , tamam mı?"

Bu sefer adam başını salladı. Fakat çocuk bu kadar
büyük bir hazineyi istemekle haksızlık yaptığına
hükmetmişti. Mahcubiyetten kızaran yanaklarını
elleriyle örtmeye çalışırken ;

- "Uçan balon almanıza gerek yok," diye devam etti.
"Normalinden 10 tane istemiştim. "

Adam elini uzatarak çocukla tokalaştı. Anlaşma
nihayet yapılmış, ayrıntılara geçilmişti. Buna göre
hastalıktan kurtulması halinde 6 ay sonraki ramazan
bayramında çocukla buluşacak ve her hangi bir sebeple
gelemediği takdirde, önceden hazırlanan balonların
ona ulaşmasını veya postalanmasını sağlayacaktı.

Adam küçük çocuğun adını ve adresini bir kâğıda
yazdıktan sonra, başını okşayarak onunla vedalaştı.

Aradan soğuk bir kış geçip ramazana ulaşıldığında ,
adamın hastalığından eser bile kalmamıştı. Hayata
tekrar dönmenin sevinciyle en güzel balonlardan
bir paket hazırladı ve bayramın ilk gününü iple
çekerek randevü yerine gitti. küçüklerin cıvıl cıvıl
kaynaştığı bayram yerindeki diğer simitçiler,
çocuğu tanımıyordu. Adam onu biraz ilerdeki
bakkala sorduğunda , dükkân sahibi ;

- "Ciğerleri hastaydı yavrucağın," dedi.
"Geçen hafta aniden ölüverdi."

Adam bir anda beyninden vurulmuşa döndü.
Ve koşar adımlarla orayı terkederken , önüne
çıkan ilk baloncuya bir tomar para uzatıp;

- "Şu uçan balonlardan 10 tane istiyorum," dedi.
"Çabuk ol, gecikmeden ulaşmalı yerine."

Adam, satıcının aceleyle uzattığı balonların iplerini
birbirine düğümledikten sonra, onları besmeleyle
gökyüzüne bıraktı. Bayram yerindeki herkes gibi
baloncu da şaşkındı. Sonunda dayanamayıp ;

- "Ne yaptığınızı anlayamadım." dedi.
"Neden bıraktınız onları öyle?"

Adam, nazlı nazlı yükselmekte olan balonları
buğulu gözlerle takip ederken ;

- "Onları bekleyen küçücük bir dostum var,"
diye mırıldandı. "Hemde evliya gibi bir dost.
Balonları adresine postaladım sadece."

Cüneyd SUAVİ

3 Temmuz 2010 Cumartesi

İki Balık




Bir Rus köyünde iki balık yaşarmış. Biri turuncu ve
iri, öbürü korkak ve ince. Bütün çiftler de böyledir
biraz düşününce.

İri sormuş birgün. ’Madem bütün bu denizler birbirine
bağlı, niye biz seninle sadece bu kıyıdan ötekine
yüzüp duruyoruz? Kendimizi bir akıntıya bıraksak, yeni
sularda yüzsek, başka balıklar yesek daha mutlu olmaz
mıydık?’ Hak verdi ince. İnceliğinden sırf. Çünkü onun
mutluluğu için, iri ve o kıyı yeterlidir. Gerisi hava
su değişikliğidir ki, insan bundan beslenemez.
Balıklar hiç...

Katıldı yine de, düştü iri’nin peşine. Akıntıya
bıraktı kendini. Bunlar beraberce, İstanbul ve
Çanakkale boğazlarını geçtiler. Geçerken eğlendiler.
Fakat bir balıkçı akşam yavrularına balık götürmek
için suya ağ atmıştı. Ve bizimkiler farkına varmadan
bu ağa takıldılar. Daha doğrusu iri takıldı. İri ya.
İnce de sıyrılıp çıktı. ince ya, bırakıp gitmedi. Hem
inceydi hem aşık Kemirip ağları, kurtardı iri’yi. ’E,
tabi, ben bu ağlara takılacak kadar güçlü kuvvetli
değilim, eriyip gidecek gibiyim’ diyerek, onun
gururunu da okşadı. Aşkta, en yanlış şeyler bile
mantıklı gelir insana. Tabi balıklara da... Çünkü aşk,
suyun içinde de aşktır.

Derken, bizimkiler soğuk denizlere kavuştular. Fakat
ince, alışık değildi bu serin sulara ve hastalandı.
Pulları dökülüyordu hergün ve gün geçtikçe daha da
yavaşladı. Hatta durdu birgün. Atlantiğin ortasında.
Ya döneceklerdi ve ince kurtulacaktı. Ya da tek bedene
düşeceklerdi. Çünkü herkesin Küba’ya kadar yüzecek
nefesi kalmayabilir. Hele hastaysa. iri, Küba’ya
gitmeyi seçmeden önce, biraz düşündü. O düşündüğü süre
kadardı sevgisi, ki o da çok sayılmazdı. En başta
sıkılan oydu köyün kıyısından. Demek aslında gitmek
istiyordu ince’sinin yanından. Ama bizimki bu durumu
anlamadı. Ve onunla Küba’ya varmak için son çabalarla
yüzdü. İnsan, sevdiğiyle geçen zamana doyamadığı kadar
aşıktır. Balıklar da...

İki dakika daha beraber yüzmek, tek başına sağlığına
kavuşmaktan iyidir’ bile dedirtir aşk insana.
Dedirttiği gibi ince’ye. İki dakika kadar yüzdü ve
öldü. Yukarı doğru çıkarken zayıf gövdesi,
kılçıklarına kadar mutluydu ve gülüyordu. Koca bir
balina onu yuttu, bunu da biliyordu. İri, tek kaldı
ama, suyun ucunda Küba vardı. Var gücüyle yüzdü.
İnce’yi unuttu. İnce’yi unuttuğu kötü oldu. Çünkü
onlar birbirlerine 5 saniyede bir, nereye gittiklerini
hatırlatıyorlardı ve şimdi 10 saniye geçmişti ve
katiyen hatırlamıyordu. Ne ince’yi, ne Küba’yı ne de
adının iri olduğunu. İnsana adını başkaları
hatırlatır, balıklara da...

O yüzden kayboldu derin sularında Atlantiğin. Ve koca
bir balina onu da yuttu. Fakat mucize bu ya, balinanın
midesinde ince’yi buldu. Meğer onları yutan aynı
balinaymış ince ölmemişmiş, tam tersi midenin
sıcaklığında dirilmişmiş Ama oradan çıkarsa ölecek.
İri de oradan giderse, nereye gittiğini ve adını
unutucak. O yüzden, artık ikisi de buradalar. Ne fark
eder.İnsana sevdiğinin yanı cennettir. Sevmeden
hiçbir şeyin tadı olmadığını , bu hikayeyi bilen bütün
balıklar bilir.

Ya insanlar?

2 Temmuz 2010 Cuma

İyilik




Philadelphia'da bundan yıllarca önce çok yağmurlu bir günde ve saatler gece yarısını biraz geçe bir otelin önünde duran arabadan inen orta yaşın üzerindeki karı-koca içeri girerler.. Resepsiyonda genç bir adam durmaktadır..
Çift oda ister. Resepsiyon görevlisi "Burası küçük bir yer. Ve tam 3 tane toplantı yapılıyor.. Hiç boş yerimiz yok maalesef. Ama sizin gibi bir çifti bu yağmurda sokağa bırakamam. Buyurun benim odamda kalın. Bir süit değil ama rahat edersiniz" der..
Karı-koca çok sevinir ve adama teşekkür ederler.. Ertesi sabah ayrılırken adam genç resepsiyon görevlisine şöyle der: "Siz burayı değil Amerika'nın en iyi otelini yönetmelisiniz. Kim bilir belki bir gün size bir otel yapabilirim.." Gülüşürler ve karşılıklı sıcak ifadelerden sonra karı-koca otelden ayrılırlar..
Aradan yıllar geçer. Resepsiyon görevlisi olayı unutmuştur bile.. Bir gün bir mektup alır. Mektupta o adam o geceyi hatırlatmakta ve kendisini New York'ta 5'inci cadde ile 34'ün kesiştiği noktada beklediğini söylemektedir. Mektubun içinde bir de New York'a uçak bileti vardır.
Genç resepsiyon görevlisi New York'a gider.. Adam onu verdiği adreste beklemektedir. El sıkıştıktan sonra köşedeki kırmızı binayı gösterip şöyle der: "Bak.. İşte otelin..."
Bunu söyleyen adamın adı William Waldorf Astor'dur..
Ve bu ülkenin en iyi otellerinden biri olan Waldorf Astoria'nın ilk Genel Müdürlüğü teklifini alıp bu görevi yapan genç resepsiyon görevlisinin adı da George C. Boldt'tur...

31 Temmuz 2010 Cumartesi

En Güzel Kalp





Genç bir adam kendi kalbinin yörenin en güzel kalbi olduğunu ilan etmişti. Onu görenler de bunu onaylamıştı. Birden kalabalığı tam ortadan yaran yaşlı bir adam genç adama doğru yürüdü ve :"Senin kalbin benim ki kadar güzel değil "dedi.İşte tam o anda kalabalık ve genç adam yaşlı adamın kalbine doğru baktılar. Çok hızlı çarpıyordu, fakat içinde çok fazla yara ve zaten çok az kalan boşluklarda çentikler vardı, onların da üzeri keskin çentiklerle dolu idi. Yaşlı adamın yaşlı kalbinin çok acı çektiği belli oluyorduİnsanlar şaşırmıştı, yaşlı adam nasıl bu kalbin en güzel kalp olduğunu söyleyebilirdi.Genç adam gülerek "şaka ediyor olmalısın" dedi yaşlı adama, "benim kalbim pürüzsüz mükemmellikte iken seninki gözyaşları ve acılardan oluşmuş yara izleri ile dolu""Doğru" diye yanıt verdi yaşlı adam"Senin kalbin mükemmel gözüküyor fakat ben asla yaşlı kalbimi senle değişmem. O gördüğün her yara benim sevgimi verdiğim bir kişiyi gösteriyor. Onlara kalbimin bir parçasını seve seve verdim, onlar da kendilerinden bir parçayı bana verdiler. Bu yüzden bu parçalar benim verdiğim parçalara bazen tam uymadılar ve üstünde ya da köşelerinde pürüzler oldu. Fakat ben onların her parçasını tek tek seviyorum, çünkü onların her biri paylaşılan sevgileri, dostlukları bana hatırlatıyor. Bazen de sevgimin ve dostluklarımın karşılığını alamadım. O kalbimin içindeki yara dolu boşluklar da bu yüzden, ucu kıvrık bıçak gibi ve oldukça da acı verir. Fakat hala boşturlar ve başka kalplerin de bana sevgi ve dostluklarını verebileceklerini, böylece de bu boşlukları doldurabileceklerini gösterir ve benim hala o umutla yaşamamı sağlar.Şimdi söyle genç adam, sence hangi kalp daha güzel ?"Genç adamın gözleri sevgi gözyaşlarıyla dolmuştu. Yaşlı adama doğru yürüdü ve kalbinden genç ve güzel bir parçayı dostça ona doğru verdi. Yaşlı adamın kalbinde hala birçok boşluk vardı. Yaşlı adam genç adamın cömertçe verdiği kalbi dostlarının olduğu bölüme yerleştirdi, üzerine çentikler attı ve yerine bir güzel oturturdu. Genç adam kendi kalbine doğru baktı, artık eskisi kadar mükemmel ve pürüzsüz değildi. Tâki yaşlı adam ona kendi kalbinden eski fakat güzel bir parça verene kadar.Sonunda genç adam ve oradaki kalabalık gerçek kalbin güzelliğini anlamıştı.Kalbi güzelleştiren onunla paylaşılan sevgi ve dostluktu. İçinde sevgi barındırmayan ve taşımayan hiç bir kalp gerçekten güzel olamazdı.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Arkadaşlık




Beş yaşında yetim kalan bir çeçen çocuk annesiyle yalnız yaşamaktadır. Fakirdirler, ekilecek biçilecek çok fazla arazileri de yoktur. Belli bir zamana kadar eş dost, hısım akarabının yardımlarıyla geçinmeğe çalışırlar.

Zaman ilerledikçe çocuk büyür gelişir ve de büyüyüp geliştikçe olgunlaşır, olgunlaştıkça da yiğitleşir. Yaşından beklenmeyen tavır ve davranışları vardır. Yiğitliğinden, dürüstlüğünden ve yardım severliğinden ötürü köyde yaşayanlar ona "MAKKIL" (KARTAL) Adını koymuşlar.

Köyün bütün çocukları ona benzemeye gayret ederlermiş. Makkıl ın kendisi gibi özü sözü bir, yiğit mi yiğit beş arkadaşı varmış. Makkıl la birlikte bu altı arkadaş, adeta bir babadan olma, bir anne den doğma kardeş gibilermiş. Zaman geçer Makkıl büyür ve serpilir. İçerisine babasının katilini bulma ve öcünü alma ateşi düşer. Yıllarca babasının katilini ara durur. Bu arada da köyün en güzel kızına gönlünü kaptırır. Kaptırır ama fakir Makkıl'a kızı vermek istemezler.

Beş on yıl bu sevda devam eder ama, bu arada Makkıl halen baba katilini aramaktadır. Makkıl, artık dayanamaz ve kızı kaçırmaya karar verir. Kız da razıdır. Bir kış gecesi kavli kara kılarlar kaçmaya. Akşam olmuş bizim makkıl da bir telaş. Annesi meraklanır ve nedenini sorar Makkıl'a. Makkıl da doğrusunu anlatır. Artık annesinde de bir heyacan ve bir telaş başlar. Gece ilerleyen saatlerde Makkıl, kızı kaçırmak için dışarı çıkacağı anda çok gürültülü bir şekilde kapı çalınır. Gelen kişi; Makkıl'a müjde getirmiştir. "Makkıl, yıllarca aradığın babanın katilini gördüm. Köyün alt başında atıyla tarlalardan ilerliyor. Hemen çıkarsan yetişirsin." Der. Makkıl şaşkınlık içindedir.

Bir tarafta kaçırmak için söz verdiği kız, diğer tarafta yıllarca izini takip ettiği baba katili. O arada annesi yanına gelir. Hayırdır oğlum ne bu telaş? Der. Makkıl durumu izah eder ve annesinden akıl danışır. Annesi: Ey oğul! Babanın katilini 20 yıldır arıyorsun bu gün denk geldi. Bir 20 yıl daha beklesen de olur. O zaten yaşamıyor, sadece nefes alıyor ve kendi nefesi bile azap veriyor. Bu nedenle sevdiğin kızın itimadını yitirme, var git, gelinimi getir der. Makkıl annesinin sözünü tutar ve kızı kaçırmağa kara verir. kara verir ama, yine kapı gürültüyle çalınır. Gelen yine bir tanıdık arkadaş tır. Makkıl'a şöyle der.

Köylerinden 15 km uzakta bir köyde,arkadaşların seni bekliyor. Acele yetişsin dediler. der ve uzaklaşır. Makkıl' yine bir telaş sarar. Annesi yanına gelir ve "ne oldu yine. Ne bu telaş" diye sorar. Makkıl, durumu izah eder ve akıl danışır. Annesi: Oğlum der. Kız seni seviyor ve güveniyorsa, durumu izah edersen mutlaka anlayacaktır. Ama, sana ihtiyaç duyduklarında, bir kız için kendilerinin yanında olamadığını arkadaşlarına izah edemezsin. Arkadaşlık ve güven kolay kazanılmaz. Onun için var, arkadaşlarının yanına git. Sana ihtiyaçları var ki, gecenin bu saatinde haber göndermişler der.

Makkıl, Giyinir üzerini, kuşanır silahlarını ve atını dört nala sürer. Giderken de neyle karşılaşacağını bilemediğinden, kafasında bin bir türlü sorular vardır. Söylenen köye ve tarif edilen evin kapısına vardığında sinirlenir. çünkü evin içerisinden mızıka sesi gelmektedir. Kapıyı çalıp içeri girdiğinde de, görür ki, arkadaşları eğlenmektedir. makkıl, oturmadan arkadaşlarına şöyle seslenir.

Arkadaşlar; Bu akşam yıllarca sevip te kavuşamadığım kızı kaçıracaktım, ondan vaz geçtim. 20 yıldır aryıpta bulamadığım baba katilini bulmuşken, ondan da vazgeçtim ve siz çağırınca size koştum. Benim arkadaşlığımdan memnunmusunuz? diye seslenir. Arkadaşların en büyüğü cevap verir. Yıllarca arkadaşız. Biribirimiz için gözümüzü kırpmadan canımızı veririz ama; Der ve sonra, yanındaki arkadaşa seslenir. Aç şu kapıyı (kapalı olan bir oda). Kapı açılınca Makkıl'ın gözleri de fal taşı gibi açılır. Oda da bürünceğin altında sevdiği kız durur. Yine,arkadaşı yanındaki diğer arkadaşa seslenir.

Şu oda daki torbayı getir. Torba getirilir ve ağzı açılarak, içindekini Makkıl'ın önüne atarlar. Torbanın içindeki, babasının katilinin "kafası" dır. Arkadaşların hepisi bir ağızdan Makkıl'seslenir. Madem bu kadar yıllık arkadaşız, kız kaçırmaya gidiyorsun da neden bize haber etmiyorsun? Sen haber etmediysen de, biz haberini alınca ne olur ne olmaz diye seni kollamak için kızın evinin yanında nöbet tutuyorduk. Kız evden çıkmıştı ama, sen gecikince alıp getirmek zorunda kaldık ve yolda gelirken de babanın katiline rastladık. Hem kızı, hemde babanın katilinin kafasını sana hediye ediyoruz. Sen söyle bakalım: senin bizim arkadaşlığımızdan şüphen varmı?

Makkıl: hem mahcubiyeti, hem de sevinci bir arada yaşayarak şöyle der. Hakkınızı helal edin arkadaşlar. ben kendimi yetişmiş biri olarak görüyordum ama, anladım ki ANNEM den öğreneceğim daha çok şey varmış meğer..."

23 Temmuz 2010 Cuma

Seni sevmek diye.




Seni sevmek diye buna derim ben
Sensiz sabahlara ermek
Gülmek
Seninleyken gülmek
Sensiz ne ağlamak ne de ölmek
Seni sevmek diye buna derim ben
Sevdan kucağımda üç günlük bebek
Seni sevmek yaşamak demek

Seni sevmek
Yanımdan geçerken kuru bir merhabayla
Başımı öne eğmek
Korkum
Senden aşk dilemek
Sevdamı bilmeyip yanımdan geçip giderken
Dönüp, rüzgarda uçuşan sarı saçlarını
Uzun uzun izlemek

Seni sevmek diye buna derim ben
Her yeni gün, yeni bir yangın
Her yeni gün yeni bir vurgun yerim
Seni sevmek diye buna derim ben
Güzel gözlerin ömre ömür katar
Bunu bir tek ben bilirim

Sen bu deli aşka kulak asma
Olsun
Ben sensiz gecelerde ölür ölür dirilirim
Her sabah sevginle hayata sarılır
Ve her sensiz akşamın sonunda yıkılır giderim

Uğur Arslan


17 Temmuz 2010 Cumartesi

SIRR-I AŞK




Salt sırdır aşk.
Aşk bir kişilik sırdır,
İki kişiye müsaadesi yoktur.
Zaten aşk tekildir.
Sevilen hiçbir zaman aşkın içinde değildir.
Aşkın içinde seven vardır o kadar.
Sevilenin haberi bile olmayabilir aşktan,
Olması önemli de değildir üstelik.
Aşk tekil olduğu için sırları da,
Kederleri de,
Acıları da,
Firkati de,
Hicranı da,
Ggözyaşı da,
Ateşi de tekildir.

Yani içinde bulunduğu ateş sadece bir kişiyi yakar,
Gözyaşı da bir kişiden akar,
Ayrılığı bir kişi çeker.
Aşkı bunlar çoğaltır,
Aşkın "eksilmeyen fakat artan" özelliği aynı zamanda buradan beslenir.

Gözyaşı aşkı artırır,
Hicran, hasret bu duygular aşkı devamlı büyütür,
Katmerler, yuvarlar bir çığ gibi.
Yani aşk, acı çekmeyi bastan göze almayı gerektiriyor.
Aşkın bir tarifi de acı ve bütün bu acılardan duyulan mutluluk.
Onun ötesinde de insanın kabiliyeti.
Aşk her gönülde ayni kıvamda varolamaz.
Gönül medeniyetindeki gönüllerimiz aşkı değişik boyutlarda alacaktır,
O zaman işin içine sırrı da girer.
Yani benim sırrım benim kalbime sığacak olan kadardır,
Daha ötesini kaldıramaz.
Sır, acı ve hasret varsa aşk vardır ve o aşk tekildir bir kişiyi ilgilendirir.

Biz aşkı genel kabulümüzde "beşeri aşk" derken bir zaaf olarak algıladık
"İlahi aşk"ı da bir hedef olarak gördük.
Beşeri aşkın ve İlahi aşkın ikisinin de ayni anda ve ayni bünyede tezahürü bir geçiş itibarıyla mümkündür.

İskender Pala

15 Temmuz 2010 Perşembe

Baba, Anneme İyi Bak




Baba,
Anneme iyi bak olur mu?

Benden sana evlat vasiyetidir
Baba, anneme iyi bak! ...

Akşam en heyecanıyla televizyon izlerken,
Sen anneme bak.
Yaşanmışlıklarını göreceksin çocuksu bakışlarında;
Yaşattıklarını, yaşatamadıklarını,
Sana adanmış koskocaman bir ömrü göreceksin bakışlarında

Akşamları geç geldiğinde
Yiyemediği lokmaları göreceksin,
Boğazına dizilen...

Sen kızmayasın diye,
Uyurken komşulara gidişlerini,
Bizim ağzımızı kapatmalarını,
Yüreğinin ağzına geldiği zamanları göreceksin.

Baba, anneme iyi bak!...

-‘'Hanım ben gidiyorum ‘' dediğinde,

Sen merdivenleri inene kadar
Ardından bakan insana bir kez durup,
Merdivenin 5. ci basamağında,
Sen bak!

Gözlerinde sen daha gitmeden
Seni özleyen bir kadın göreceksin.

Sokakta gördüğün arkadaşının sıktığın eli gibi bir kez olsun sarıl ona.

Sıkıca!

Sevgiyle!

Saatlerini harcadığın kahve sandalyesinde,
Yudumlarken bardağından çayını;
Hiç birinin tadının
Annemin çayının tadına benzemediğini fark ederek;
Evde, senin için yemek yapmanın telaşında olan
O kadını düşün.

Koyarak üç beş kuruş
Yarım bıraktığın bardağın yanına, En hızlı adımlarınla koş baba.

Seni terk eden annen gibi,
Ardından bıçaklayan dostların gibi,
Senin kıymetini bilmeyen evlatların gibi değil...

Ne zaman düşsen,
Canın acımasın diye düştüğün yere çimen olan,
Her bayramda senin elini
‘'evimin direği ‘' diyerek öpen o kadına iyi bak baba...

Ne kadar usulca çıksan da merdivenleri
Senin geldiğini daha ilk basamakta anlayan kadına,
Yüzün asıksa, Mutfağında sessizce ağlayan
Ama sana soğanın ne kadar acı olduğunu söyleyen kadına,

Sen hastaneye yattığında;
Ağlarken uyuyan, uyanınca ağlayan;
‘'bu ev çok büyük geldi bana ‘' diyen
Anama iyi bak baba.

Sarıl bu anneler gününde boynuna.
Tut ellerinden, öpüver.

Ve deki ona;

‘'Siyah saçlarımın terk ettiği yıllarımdan geriye,
Bir sen kaldın ve ben
Bir tek sana kaldım.!''

Anama iyi bak baba
Onun gözlerinde sana adanmış

Koskocaman bir ömür göreceksin !!!!

Ersin Hoşgenç


ersin hoşgenç - baba; anneme iyi bak | izlesene.com

10 Temmuz 2010 Cumartesi

SEVGİSİZ İNSAN





Sevgisiz insan, bir gün şans eseri bir çiçek
bahçesinde bulmuş kendini, bahçedeki
çiçekleri hiç düşünmeden ilerlemiş bir süre.
Bir düzlüğün ortasında mola vermiş bir ara.
Etrafına bakmış bir süre, hiç bir çiçek
...bir şey ifade etmemiş ona. Sonradan yıkılan
bir ağaç görmüş ve onun yanında bir papatya.
Papatya kendinden emin, o köşede yıkılan
ağacın yanında çıkan rüzgara göğüs geriyormuş.
Papatya o kadar güzelmiş ki...Sevgisiz insan
sevgiyi tanımış. Buna şaşırmış. Alışamamış,
ne yapması gerektiğini bilememiş. Pek tabii
bildiğini sanmış... Papatyayı sevmiş, okşamış,
rüzgar ona zarar vermesin diye araya girmiş
oturmuş... Papatya bir süre tekrar dikleşmiş.
Papatyanın zarar görmesinden öylesine
korkuyormuş ki, böylesi bir güzelliğin sonsuza
dek sürmesini, o kadar çok istiyormuş ki...
Papatyanın, ellerine dokunduğu her an, onu
hissettiği her an kendini dünyanın en mutlu
insanı hissediyormuş... Sevgiyi öğrenen adam,
gerek papatyayı korumak için gerekse ona olan
doyumsuzluğundan dolayı papatyayı koparmayı
ve yanına almayı istemiş. Onu bu bahçeden
koparmak ona çok doğru gelmiş çünkü, onu
yanında hep koruyabilecek, sevebilecekmiş.
Papatyayı hiç düşünmeden çekmiş,
koparmaya çalışmış, papatya buna direnmiş,
direnmiş. Seven adam anlayamamış
bu direnci, daha da güçle yüklenmiş papatyaya.
Aklı o zaman neredeymiş, kim bilir...
Papatya gün geçtikçe solmuş, solmuş...
Adamın gölgesi onu öyle bir kapıyormuş ki,
soluk almasını engelliyormuş. İşin garibi
adam bunu görsede anlayamıyormuş,
papatya soldukça üzerine daha çok titriyor,
iyice kapıyormuş güneşini. Sevmeyi yanlış
öğrenen adam, en sonunda dayanamamış
ve papatyayı tüm gücüyle kendine çekmiş.
Tüm dünyaya ne mutlu.. Ve o salak adama
ne mutlu ki, papatya herşeye rağmen
direnebilmiş gücü kalmasa da. Ama bu
direniş o kadar büyük bir güç gerektirmiş ki,
o herşeyden çok sevdiği papatya boynu bükük
kalmış... Seven adam işte o noktada her şeyi
görmüş ve anlamış, yaptığının acısı ona
öyle bir koymuş ki, sendeleyip yere düşmüş.
Hayatında tanımadığı acıyı çekmiş adam.
Hayatta kendini ilk defa haksız, ilk defa
bencil, ilk defa küçük hissetmiş. Ağlamak
para etmezmiş, üzülmekte. Güneş de
hemen fayda etmezmiş papatyaya.
Sevmiş adam, bir çiçeğe nasıl davranması
gerektiğini görmüş gözündeki perdeler
kalkınca... Ağlayarak çiçeğin yanında durmuş,
rüzgara karşı kendini siper etmiş yine ama
çiçeği ne koparmaya çalışmış bir daha, ne de
üzerinde gölge etmeye... Papatya, tekrar mutlu
bir şekilde bütün asilliğiyle ve gücüyle dimdik
ayakta durana kadar bekleyecekmiş öylece,
yakınında olacakmış çünkü, çiçeğin ona ihtiyacı
olacağı bir zaman olursa o da o anda çiçeğinin,
papatyasının yanında olacakmış. Seven adam,
papatya onu bir daha hiç sevmese bile, onu
sonsuza dek sevecekmiş, çiçek isterse uzakta,
çiçek isterse yakında... Çünkü seven adam için
değerli olan tek şey varmış, o da çayırda
tek başına ayakta durmaya çalışan eşi benzeri
olmayan güzellikteki o tek papatya...
Alıntı

9 Temmuz 2010 Cuma

Gülü Terk






Karga bülbülü fena kıskanırmış. Ne zaman bülbül şakımaya başlasa bed sesiyle onu bastırmak için bağırmaya başlarmış. Bülbül arada kızsa da en iyi bildiği işi yapmaya devam eder, daha büyük aşkla şakıyıp dururmuş.
Karga bakmış ki bu yolla bülbülü susturamayacak kurnazlık düşünmüş. Her zamanki gibi seher vakti şakımaya başlayan bülbülün yanına sokulmuş. “Bülbül kardeş boşuna ötüp durma” demiş. “Neden?” diye sormuş bülbül. Karga kıskançlığının zehrini dostça sunmuş. “Bak” demiş, “Sen her seher vakti gül için şakıyor onun için göz yaşı döküyorsun. Ama gülyağını eller sürünüyor. Gül sana yar olmuyor.”
Bülbül şöyle bir duraksamış, karganın sözleriyle içindeki vesvese örtüşmüş. Doğru diye düşünmüş. “Peki sence ne yapmalıyım?”
Karga en doğrucu sesiyle cevap vermiş, “Gülü bırak dostum insanlar için ötmeye başla. O zaman gül de senin olur, gülü koklayan da, gül yağını sürünende.” Karganın öğüdünü tutan bülbül insanların arasına karışmaya karar vermiş. O gün bu gündür insan oğlu seherde bülbül ile değil, kuşlukta karga sesiyle uyanırlarmış…

6 Temmuz 2010 Salı

EVLİYA






Yaşlı adamın hastalığına çare bulunamayınca,
kendisine evliya denilen birinin adresini vermişler.
Söylenenlere göre en ağır hastalar o zatın duasıyla
iyileşebiliyormuş. İhtiyar adam verilen adresi
çaresizlik içinde cebine atıp doktorun yanından
ayrıldığında, sokağın köşesinde simit satan 6 - 7
yaşlarındaki bir çocuğa rastladı. Çocuk son
derece masum gözlerle kendisine bakıyor
ve onu tanıyormuş gibi gülümsüyordu.

Adam, o yaştaki çocukların tamamen günahsız
olduğunu düşünerek yoluna devam ederken,
aniden duruverdi. Simitçinin üzerindeki eski
tişörtün üzerinde bir "E" harfi yazılıydı. Ve bu
"E" mutlaka evilyanın "E" si olmalıydı...
Aradığı evliyaya bu kadar çabuk ulaşmanın
heyecanıyla yanına gidip bir simit aldıktan sonra;

- "Doktorlar benim hasta olduğumu söylediler,"
dedi. "İyileşmem için bana dua eder misin?"

Çocuk bu teklif karşısında şaşırmışa benziyordu.
Kafasını olur der gibi sallarken;

- "Bende sık sık hastalanıyorum," diye karşılık verdi.
"Ama dedem, Allaha inananların ölünce yıldızlara
uçtuklarını ve orada cenneti seyrettiklerini söylüyor.
Bu yüzden korkmuyorum hastalıklardan."

Adam içinin bir anda ferahladığını hissetti. Onun
soğuktan moraran yanaklarına bir öpücük kondururken ;

- "Deden çok doğru söylemiş," dedi.
"Ama ben yine de yardım istiyorum senden."

Çocuk, duasının kıymetini anlamış gibiydi. Karşı
kaldırımdan geçmekte olan baloncuyu gösterek ;

- "Size dua edeceğim" diye cevap verdi. "Ama eğer
iyileşirseniz, bana 10 tane balon alacaksınız , tamam mı?"

Bu sefer adam başını salladı. Fakat çocuk bu kadar
büyük bir hazineyi istemekle haksızlık yaptığına
hükmetmişti. Mahcubiyetten kızaran yanaklarını
elleriyle örtmeye çalışırken ;

- "Uçan balon almanıza gerek yok," diye devam etti.
"Normalinden 10 tane istemiştim. "

Adam elini uzatarak çocukla tokalaştı. Anlaşma
nihayet yapılmış, ayrıntılara geçilmişti. Buna göre
hastalıktan kurtulması halinde 6 ay sonraki ramazan
bayramında çocukla buluşacak ve her hangi bir sebeple
gelemediği takdirde, önceden hazırlanan balonların
ona ulaşmasını veya postalanmasını sağlayacaktı.

Adam küçük çocuğun adını ve adresini bir kâğıda
yazdıktan sonra, başını okşayarak onunla vedalaştı.

Aradan soğuk bir kış geçip ramazana ulaşıldığında ,
adamın hastalığından eser bile kalmamıştı. Hayata
tekrar dönmenin sevinciyle en güzel balonlardan
bir paket hazırladı ve bayramın ilk gününü iple
çekerek randevü yerine gitti. küçüklerin cıvıl cıvıl
kaynaştığı bayram yerindeki diğer simitçiler,
çocuğu tanımıyordu. Adam onu biraz ilerdeki
bakkala sorduğunda , dükkân sahibi ;

- "Ciğerleri hastaydı yavrucağın," dedi.
"Geçen hafta aniden ölüverdi."

Adam bir anda beyninden vurulmuşa döndü.
Ve koşar adımlarla orayı terkederken , önüne
çıkan ilk baloncuya bir tomar para uzatıp;

- "Şu uçan balonlardan 10 tane istiyorum," dedi.
"Çabuk ol, gecikmeden ulaşmalı yerine."

Adam, satıcının aceleyle uzattığı balonların iplerini
birbirine düğümledikten sonra, onları besmeleyle
gökyüzüne bıraktı. Bayram yerindeki herkes gibi
baloncu da şaşkındı. Sonunda dayanamayıp ;

- "Ne yaptığınızı anlayamadım." dedi.
"Neden bıraktınız onları öyle?"

Adam, nazlı nazlı yükselmekte olan balonları
buğulu gözlerle takip ederken ;

- "Onları bekleyen küçücük bir dostum var,"
diye mırıldandı. "Hemde evliya gibi bir dost.
Balonları adresine postaladım sadece."

Cüneyd SUAVİ

3 Temmuz 2010 Cumartesi

İki Balık




Bir Rus köyünde iki balık yaşarmış. Biri turuncu ve
iri, öbürü korkak ve ince. Bütün çiftler de böyledir
biraz düşününce.

İri sormuş birgün. ’Madem bütün bu denizler birbirine
bağlı, niye biz seninle sadece bu kıyıdan ötekine
yüzüp duruyoruz? Kendimizi bir akıntıya bıraksak, yeni
sularda yüzsek, başka balıklar yesek daha mutlu olmaz
mıydık?’ Hak verdi ince. İnceliğinden sırf. Çünkü onun
mutluluğu için, iri ve o kıyı yeterlidir. Gerisi hava
su değişikliğidir ki, insan bundan beslenemez.
Balıklar hiç...

Katıldı yine de, düştü iri’nin peşine. Akıntıya
bıraktı kendini. Bunlar beraberce, İstanbul ve
Çanakkale boğazlarını geçtiler. Geçerken eğlendiler.
Fakat bir balıkçı akşam yavrularına balık götürmek
için suya ağ atmıştı. Ve bizimkiler farkına varmadan
bu ağa takıldılar. Daha doğrusu iri takıldı. İri ya.
İnce de sıyrılıp çıktı. ince ya, bırakıp gitmedi. Hem
inceydi hem aşık Kemirip ağları, kurtardı iri’yi. ’E,
tabi, ben bu ağlara takılacak kadar güçlü kuvvetli
değilim, eriyip gidecek gibiyim’ diyerek, onun
gururunu da okşadı. Aşkta, en yanlış şeyler bile
mantıklı gelir insana. Tabi balıklara da... Çünkü aşk,
suyun içinde de aşktır.

Derken, bizimkiler soğuk denizlere kavuştular. Fakat
ince, alışık değildi bu serin sulara ve hastalandı.
Pulları dökülüyordu hergün ve gün geçtikçe daha da
yavaşladı. Hatta durdu birgün. Atlantiğin ortasında.
Ya döneceklerdi ve ince kurtulacaktı. Ya da tek bedene
düşeceklerdi. Çünkü herkesin Küba’ya kadar yüzecek
nefesi kalmayabilir. Hele hastaysa. iri, Küba’ya
gitmeyi seçmeden önce, biraz düşündü. O düşündüğü süre
kadardı sevgisi, ki o da çok sayılmazdı. En başta
sıkılan oydu köyün kıyısından. Demek aslında gitmek
istiyordu ince’sinin yanından. Ama bizimki bu durumu
anlamadı. Ve onunla Küba’ya varmak için son çabalarla
yüzdü. İnsan, sevdiğiyle geçen zamana doyamadığı kadar
aşıktır. Balıklar da...

İki dakika daha beraber yüzmek, tek başına sağlığına
kavuşmaktan iyidir’ bile dedirtir aşk insana.
Dedirttiği gibi ince’ye. İki dakika kadar yüzdü ve
öldü. Yukarı doğru çıkarken zayıf gövdesi,
kılçıklarına kadar mutluydu ve gülüyordu. Koca bir
balina onu yuttu, bunu da biliyordu. İri, tek kaldı
ama, suyun ucunda Küba vardı. Var gücüyle yüzdü.
İnce’yi unuttu. İnce’yi unuttuğu kötü oldu. Çünkü
onlar birbirlerine 5 saniyede bir, nereye gittiklerini
hatırlatıyorlardı ve şimdi 10 saniye geçmişti ve
katiyen hatırlamıyordu. Ne ince’yi, ne Küba’yı ne de
adının iri olduğunu. İnsana adını başkaları
hatırlatır, balıklara da...

O yüzden kayboldu derin sularında Atlantiğin. Ve koca
bir balina onu da yuttu. Fakat mucize bu ya, balinanın
midesinde ince’yi buldu. Meğer onları yutan aynı
balinaymış ince ölmemişmiş, tam tersi midenin
sıcaklığında dirilmişmiş Ama oradan çıkarsa ölecek.
İri de oradan giderse, nereye gittiğini ve adını
unutucak. O yüzden, artık ikisi de buradalar. Ne fark
eder.İnsana sevdiğinin yanı cennettir. Sevmeden
hiçbir şeyin tadı olmadığını , bu hikayeyi bilen bütün
balıklar bilir.

Ya insanlar?

2 Temmuz 2010 Cuma

İyilik




Philadelphia'da bundan yıllarca önce çok yağmurlu bir günde ve saatler gece yarısını biraz geçe bir otelin önünde duran arabadan inen orta yaşın üzerindeki karı-koca içeri girerler.. Resepsiyonda genç bir adam durmaktadır..
Çift oda ister. Resepsiyon görevlisi "Burası küçük bir yer. Ve tam 3 tane toplantı yapılıyor.. Hiç boş yerimiz yok maalesef. Ama sizin gibi bir çifti bu yağmurda sokağa bırakamam. Buyurun benim odamda kalın. Bir süit değil ama rahat edersiniz" der..
Karı-koca çok sevinir ve adama teşekkür ederler.. Ertesi sabah ayrılırken adam genç resepsiyon görevlisine şöyle der: "Siz burayı değil Amerika'nın en iyi otelini yönetmelisiniz. Kim bilir belki bir gün size bir otel yapabilirim.." Gülüşürler ve karşılıklı sıcak ifadelerden sonra karı-koca otelden ayrılırlar..
Aradan yıllar geçer. Resepsiyon görevlisi olayı unutmuştur bile.. Bir gün bir mektup alır. Mektupta o adam o geceyi hatırlatmakta ve kendisini New York'ta 5'inci cadde ile 34'ün kesiştiği noktada beklediğini söylemektedir. Mektubun içinde bir de New York'a uçak bileti vardır.
Genç resepsiyon görevlisi New York'a gider.. Adam onu verdiği adreste beklemektedir. El sıkıştıktan sonra köşedeki kırmızı binayı gösterip şöyle der: "Bak.. İşte otelin..."
Bunu söyleyen adamın adı William Waldorf Astor'dur..
Ve bu ülkenin en iyi otellerinden biri olan Waldorf Astoria'nın ilk Genel Müdürlüğü teklifini alıp bu görevi yapan genç resepsiyon görevlisinin adı da George C. Boldt'tur...

Popüler Yayınlar