27 Şubat 2010 Cumartesi

Bir Dinlesen Kalbimi



Yagmurlardan buluttan, ruzgarlardan gızlerım
Askımı ben kendımden, senden bıle gızledım
Kuruyan yaprak gıbı, dokulsede hıslerım
Askımı ben kendımden, senden bıle gızlerım

Bır dınlesen kalbımı
Bır dınlesen ne olur
Sen seversen sevgılım
Gecenler unutulur
Olanlar unutulur

Acı hasret ve keder, ayrılıgın arkası
Yıne falda sen cıktın, yokkı senden baskası
Senelerdır dılımde, senden hasret sarkısı
Yıne falda sen cıktın, yokkı senden baskası


Söyleyemedim




Düşlerde sevdim seni söyleyemedim
Sessiz öptüm nefesini söyleyemedim

Sana ben şiirler sözler büyüttüm
Sana ben baharlar yazlar büyüttüm
Sana ben hummalı gizler büyüttüm
Söyleyemedim

Şarkılar yazdım sana okuyamadım
Hep yanımdaydın oysa dokunamadım

Sana ben hayaller düşler büyüttüm
Sana ben gözümde yaşlar büyüttüm
Sana ben hummalı aşklar büyüttüm
Söyleyemedim


23 Şubat 2010 Salı

İyaz'ın marifeti





Bir gün vezirleri Sultan Mahmud’a:
“İyaz denilen kölenin ne marifeti var ki, sen ona otuz kişinin maaşı kadar maaş ödüyorsun?” dediler.
Sultan Mahmud bu soruya o anda karşılık vermedi. Birkaç gün sonra vezirlerini alarak ava çıktı. Giderlerken bir kervan gördüler.
Sultan Mahmud vezirlerden birine:
“Git, sor bakalım, bu kervan nereden geliyor?” dedi.
Vezir atına atlayıp gitti, birkaç dakika içinde geriye döndü.
“Sultanım, kervan Rey şehrinden geliyor” dedi.
Sultan Mahmud:
“Peki nereye gidiyormuş?” diye sorunca, vezir susup kaldı.
Bunun üzerine Sultan Mahmud başka bir vezirini gönderdi. O da gidip geldi.
“Sultanım, Yemen’e gidiyormuş” dedi.
Sultan:
“Yükü neymiş?” deyince, bu vezir de sustu kaldı.
Bu defa sultan başka bir vezire:
“Sen de git, yükünü öğren” dedi.
Vezir gitti geldi:
“Her cins mal var, fakat çoğu Rey işi toprak kâse” dedi.
Sultan:
“Peki, kervan Rey’den ne zaman çıkmış?” diye sorunca, bu vezir de susup kaldı. Cevap veremedi.
Sultan böylece tam otuz veziri gönderdi, otuzu da istenen bilgileri tam olarak getiremediler.
Sultan Mahmud son olarak İyaz’ı çağırdı.
“İyaz” dedi. “Git, bak bakalım; şu kervan nereden geliyor?” dedi.
Döndüğünde, İyaz, Sultanın huzurunda saygıyla eğilerek konuşmaya başladı:
“Sultanım, kervan Rey’den geliyor, Yemen’e gidiyor. Yükü şudur, şu kadar at, şu kadar deve, şu kadar katırdan oluşuyor. Kervanda şu kadar insan var, onlardan da şu kadarı silahlı…”
Bu şekilde, İyaz kervan hakkındaki gerekli her türlü malûmatı Sultan Mahmud’a anlattı. Tek başına, otuz vezirin edinemediği bilgiyi edinmiş durumdaydı.
Sultan Mahmud vezirlerine döndü:
“İyaz’a neden otuz kişinin ücretine denk ücret verdiğimi şimdi anladınız mı? Görüyorsunuz, bu bile onun hizmetine karşılık az geliyor.”

SENİ SAKLAYACAĞIM





Seni saklayacağım inan
Yazdıklarımda, çizdiklerimde
Şarkılarımda, sözlerimde.

Sen kalacaksın kimse bilmeyecek
Ve kimseler görmeyecek seni,
Yaşayacaksın gözlerimde.

Sen göreceksin duyacaksın
Parıldayan bir sevi sıcaklığı,
Uyuyacak, uyanacaksın.

Bakacaksın, benzemiyor
Gelen günler geçenlere,
Dalacaksın.

Bir seviyi anlamak
Bir yaşam harcamaktır,
Harcayacaksın.

Seni yaşayacağım, anlatılmaz,
Yaşayacağım gözlerimde;
Gözlerimde saklayacağım.

Bir gün, tam anlatmaya...
Bakacaksın,
Gözlerimi kapayacağım...
Anlayacaksın.


ÖZDEMİR ASAF

21 Şubat 2010 Pazar

Öğrendim



Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
Aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.


Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
Zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanın içinde,
İyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
Sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için,
Önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin,
Bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin,
Kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
Gerçek namusun, günah elinin altındayken,
Günaha el sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar,
Hayata da “lezzet” kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını,
Ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya...
Kalp durur...
Akıl unutur...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur...

MEVLANA

20 Şubat 2010 Cumartesi

Sen Hiç Doğmayacaksın Bebek



Kimbilir ne renk olacaktı saçların gözlerin.
Kime benzeyecektin ,kimbilir?
Belki,belli bile olmadan gözlerinin rengi.
Bitecek herşey...
Hiç görmeyeceksin kırmızı gülleri,
hiç duyamayacaksın kuş seslerini.
Güneş hiç değmeyecek yanaklarına.
Rüzgar hiç uçurmayacak saçlarını.
Yağmurdan sonra toprak nasıl kokar,
kelebekler martılar nasıl uçar,
deniz ne renk,nasıl bir şey?
Hiç bilemeyeceksin...
Hiç ağlamayacaksın ama hiç gülmeyeceksinde.
Hiç sevmeyeceksin.
En kötüsü hiç...
Nasıl desem,hiç yaşamayacaksın işte...
Çünkü karar verilmiş...
Çünkü...
Sen hiç doğmayacaksın bebek...

Son Gün



Bir sabah
Yağmur yağarken gökyüzünden
Yaşlar boşanmışsa gözlerimden
Ve sen yoksan, yalnızsam
İşte o gün ölmek isteyeceğim

Bir an
Seni görmüşsem rüyamda
İçime bir burukluk çökmüşse aniden
Açmışsam gözlerimi yeniden
Ve sen yoksan, yalnızsam
İşte o an gözlerimi son kez kapayacağım

Bir gece
seni görmüşsem rüyamda
Bana dönmüşsen
Sonsuz bir huzur
Bir sevinç varsa içimde
O sevinçle uyanmışsam
Ve sen yoksan, yalnızsam
İşte o gece son kez uyuyacağım

Bir gün
Beni unutursan birini bulursan
Pek sanmam ama mutlu olursan
İnan bende mutlu olacağım

Son gün
Seni görürsem
Bir an bile olsa beni sevmişsen
Ve ben bunu bakışlarından hissetmişsem
Ağlama lütfen, gülümse
İnan ben huzur içinde öleceğim
Derviş

Önemli Olan Vermektir



Yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız getirdiler.
Tek yaşam şansı beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi.
Küçük oğlan aynı hastalıktan mucizevi şekilde kurtulmuş ve
kanında o hastalığın mikroplarını yok eden bağışıklık oluşmuştu.
Doktor durumu beş yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu.
Küçük çocuk bir an duraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve
"Eğer kurtulacaksa, veririm kanımı" dedi.
Kan nakli olurken, ablasının gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyordu.
Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı,
ama küçük çocuğun yüzü de giderek soluyordu.
Gülümsemesi de yok oldu. Titreyen bir sesle doktora sordu:
"Hemen mi öleceğim?"
Küçük, doktoru yanlış anlamış, ablasına vücudundaki bütün kanı verip,
öleceğini sanmıştı.

19 Şubat 2010 Cuma

Akıllı Uşak



IV. Murat devrinde padişah rakı içilmesini yasak ettirmiştir ve içenler hakkında da çok sıkı kovuşturma yaptırmaktadır.

Zamanın Şeyhülislamını çekemeyen yüksek rütbeli bir zat, bir gün padişaha, Şeyhülislam efendinin bu yasağa uymadığını gammazlayıvermiş. IV.Murat da öfkelenerek güvendiği mabeyincilerinden birini akşama doğru ansızın şeyhülislamın evine yollamış.

Saraydan gelen bu misafire çubuk ve kahve ikram edildikten ve oradan buradan konuşulmaya başlandıktan sonra birdenbire misafir odasının kapısı açılmış ve elinde gümüşten rakı tepsisi ile Arap uşak görünmüş. Mabeyincinin Şeyhülislamla beraber olduğunun farkına varan uşak hiç bozmadan:

“Efendi hazretleri” demiş, “ben zat-ı alilerine bizim aşçıbaşının gizlice rakı içtiğini söylemiştim, ama siz inanmamıştınız. İşte tepsisini getirdim ki, sözlerimin doğru olduğunu göresiniz.”

Şeyhülislam Efendi tabii müthiş hiddetlenmiş! Hatta padişahın fermanını dinlemeyen böyle bir insanın kendi evinde bulunduğundan dolayı o kadar üzülmüş ki, neredeyse evini bile yakmaya kalkacakken mabeyinci teskin etmiş ve padişaha da olayı anlatarak Şeyhülislamı kurtarmış.

Ertesi sabah Şeyhülislam efendi Arap uşağı çağırmış, kendisine bir kese altın uzatarak :

“Oğlum “ demiş “ şunu al, ama bir taraftan da kendine başka bir kapı ara, ben kendimden daha zeki insanlarla aynı çatı altında oturmaya tahammül edemem.”

Gidene Kal Demeyeceksin



Gidene kal demeyeceksin. ..
Gidene kal demek zavallılara,
Kalana git demek terbiyesizlere,
Dönmeyene dön demek acizlere,
Hak edene git demek asillere yakışır.
Kimseye hak etmediğinden fazla değer verme, yoksa değersiz olan hep
sen olursun...
Düşün...
Kim üzebilir seni senden başka?
Kim doldurabilir içindeki boşluğu sen istemezsen?
Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen?
Kim yıkar, yıpratır sen izin vermezsen?
Kim sever seni, sen kendini sevmezsen?
Her şey sende başlar, sende biter...
Yeter ki yürekli ol, tükenme, tüketme, tükettirme içindeki yaşama
sevgisini...
Ya çare sizsiniz yada çaresizsiniz. ..
Öyle bir hayat yaşadım ki cenneti de gördüm cehennemi de.
Öyle bir aşk yaşadım ki tutkuyu da gördüm pes etmeyi de.
Bazıları seyrederken hayatı en önden, kendimi bir sahnede buldum,
Oynadım.
Öyle bir rol vermişlerdi ki okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde, hem kızdım hem güldüm halime.
Sonra dedim ki söz ver kendine
Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı biliyorsan düşmeyi de bileceksin,
Korkarak yaşıyorsan yalnızca hayatı seyredeceksin.
Öyle hayat yaşadım ki son yolculukları erken tanıdım.
Öyle değerliymiş ki zaman hep acele etmem bundan anladım.

NIETSZCHE

18 Şubat 2010 Perşembe

Yaşamam Artık



Sahibi olduğum dizim tutmuyor,
Dünyayı gösteren gözüm görmüyor,
Ömrümün baharı solmuş, gidiyor
Canıma kastım var yaşamam artık

Arayan dostlarım beni bulmasın
Doğmasın güneşim sabah olmasın
Kuytu bir köşede ömrüm son bulsun
Canıma kastım var yaşamam artık

Neşe’si olmayan ömrü neyleyim?
Rüzgârla savrulan yaprak gibiyim
Böylesi hayatı nasıl seveyim?
Canıma kastım var yaşamam artık

Arayan dostlarım beni bulmasın
Doğmasın güneşim sabah olmasın
Kuytu bir köşede ömrüm son olsun
Canıma kastım var yaşamam artık

Kıraç


Metrodaki Kemancı



Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC’de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider. Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC’de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider. Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder. Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider. Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder. En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar. Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz. Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell’in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston’da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı… Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell’in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? İdi… Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise, dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba?

Ayakkabı Teki



Bir bilge bir gün tam trene biniyordu ki, ayakkabılarından birisi ayağından çıktı ve yere düştü. Aşağıya inip alması imkansızdı; Çünkü tren çoktan harekete geçmişti. Yanındaki arkadaşları ne yapacağını merak ediyorlardı.
O gayet sakin bir biçimde, diğer ayağındaki ayakkabıyı çıkardı ve az önce düşürdüğü ayakkabıya yakın bir yere fırlattı.
Talebelerinden birisi dayanamayıp sordu: “Neden böyle yaptınız?” gülümseyen bilgenin cevabı gayet basit ama hakikat yüklüydü:
“Demiryolunun üzerinde ayakkabının tekini fakir birisi bulursa diğer tekini de bulup giyebilsin diye…”

En Değerli İnsan



İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar, ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç armağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı.
Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını yanına çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı.
Aralarında bir fark olacak ve bu farkı sadece ikisi bilecekti.
Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi.
Heykellerin yanına bir mektup konmuştu. Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar:
‘Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver.’
Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı.
Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler.
Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi. İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.
Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı.
Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.
Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.
İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.
Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu.
Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı:
‘Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir.
Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir.
En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.’

17 Şubat 2010 Çarşamba

Kardeşlik



İki erkek kardeş, babalarından kalma çiftlikte çalışırlardı. Kardeşlerden biri evliydi ve çok çocuğu vardı. Diğeri ise bekardı. Her günün sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve karlarını eşit olarak bölüşürlerdi. Günün birinde bekar kardeş kendi kendine:
“Ürünümüzü ve karımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil” dedi, “Ben yalnızım ve pek fazla gereksinimim yok.”
Böylelikle, her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye başladı. Bu arada evli olan kardeş, kendi kendine:
“Ürünümüzü ve karımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil, üstelik ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman onlar bana bakabilirler. Oysa kardeşimin kimsesi yok, yaşlandığı zaman hiç kimsesi yok bakacak” diyordu.
Böylece evli olan kardeş her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı. İki erkek de yıllarca ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar, çünkü her ikisinin de deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu.
Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken çarpışıverdiler. O anda olan biteni anladılar. Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar.

Adı Bende Saklı



Bölünür sancıyla uykular
Sığınak değil en kuytular
Gökte ay ondört ben dolunay
Son hatıramı sinene sar
Bu kadarına razıyım yar

Uzak diyarlarda evli barklı
Mutluluk en çok onun hakkı
Bu yorgun kırık dökük hikayenin de
Adı bende saklı

Uzak diyarlarda evli barklı
Mutluluk en çok onun hakkı
Bu yorgun kırık dökük hikayenin de
Adı bende saklı

Dalda muhabbette kumrular
Bana ayrılığı sordular
Dedim afet,yangın, dedim kar
Dedim adet aşkı vururlar
Dedim adet aşkı vururlar

Uzak diyarlarda evli barklı
Mutluluk en çok onun hakkı
Bu yorgun kırık dökük hikayenin de
Adı bende saklı

Uzak diyarlarda evli barklı
Mutluluk en çok onun hakkı
Bu yorgun kırık dökük hikayenin de
Adı bende saklı

Sezen Aksu

16 Şubat 2010 Salı

Bu da geçer ya Hû



Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini salık verirler.
Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir’in bölgenin en zengin kişilerinden birisi olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında bir başka çiftlik sahibidir.
Derviş, Şakir’in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer içer, dinlenir. Şakir de, ailesi de hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır…
Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir’e teşekkür ederken, “Böyle zengin olduğun için hep şükret.” der. Şakir ise şöyle cevap verir: “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen, gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer…” Derviş, Şakir’in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünü
Birkaç yıl sonra, Derviş’in yolu yine aynı bölgeye düşer. Şâkir’i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylülerle sohbet ederken Şakir’den söz eder.
“Ha, o Şakir mi?” der köylüler, “O iyice fakirleşti. Şimdi Haddad’ın yanında çalışıyor.”
Derviş hemen Haddad’ın çiftliğine gider, Şakir’i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felâketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da islenemez hale geldiği için tek çare olarak, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad’ın yanında çalışmak kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad’ın hizmetkârıdır.
Şakir, bu kez Derviş’i son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır… Derviş, vedalaşırken Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir’den şu cevabı alır: “Üzülme… Unutma, bu da geçer…”
Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olan biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştır. Şakir, Haddad’ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır. Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: “Bu da geçer…”
Bir zaman sonra Derviş yine Şakir’i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir’in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: “Bu da geçer.” Derviş, “Ölümün nesi geçecek?” diye düşünür ve gider.
Ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Şakir’den geriye bir iz dahi kalmamıştır…
O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda ümidini tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın…
Hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzüğü yapamaz. Sultanın adamları da bilge Derviş’i bulup yardım isterler. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: “Bu da geçer” yazmaktadır.

13 Şubat 2010 Cumartesi

Kendine İyi Bak Beni Düşünme



Yan yana geçen geceler unutulup gider mi?
Acılar birden biter mi?
Bir bebek özleminde seni aramak varya
Bu hep böyle böyle gider mi?

Suya hasret çöllerde beyaz güller biter mi?
Dikenler göğü deler mi?
Bir menekşe kokusunda seni aramak varya
Bu hep böyle böyle gider mi?

Kendine iyi bak beni düşünme
Su akar yatagını bulur.

İçimdeki fırtına kör kurşunla diner mi?
Kavgalar kansız biter mi?
Bir mavzer çığlığında seni aramak var ya
Bu hep böyle böyle gider mi?

Şu kahpe dünya seni bana düşman eder mi?
Dostluklar birden biter mi?
Bir kardeş selamında seni aramak var ya
Bu hep böyle böyle gider mi?

Kendine iyi bak beni düşünme
Su akar yatağını bulur.
Ahmet Kaya

10 Şubat 2010 Çarşamba

Geçmez Yara




Sevda rengi gözlerine
Derde derman gülüşüne
Biraz daha doyamadan
Aramıza giren hayat bana düşman sana düşman

Yalnız ve paramparça aşktan hasarlı
Zormuş unutmak bu geçmez yarayı
Sevdan içimde bir kurşun misali
Kanar durur gönlüm gittin gideli
Ah birgün olur, unutulur demiştin ya…
Söyle bana nasıl olur unutlur, unutulur, unutulur

Akıp gider deli zaman
Ömrün eski neşesi yok
Senden sonra yaşadığım senelerin
Güneşi yok baharı yok siyahı çok

Yalnız ve paramparça aşktan hasarlı
Zormuş unutmak bu geçmez yarayı
Sevdan içimde bir kurşun misali
Kanar durur gönlüm gittin gideli
Ah birgün olur, unutulur demiştin ya…
Söyle bana nasıl olur unutulur, unutulur, unutulur

Funda Arar

8 Şubat 2010 Pazartesi

Evrenin Işığı



19. yüzyılın büyük İngiliz ressamlarından William Holman Hunt’ın, bir bahçeyi anlatan tablosu Londra Kraliyet Akademisi’nde sergileniyordu.

Hunt’ın “Evrenin Işığı” adını verdiği bu tabloda gece elinde bir fenerle bahçede duran filozof görünüşlü bir adam vardı. Adam, öteki eliyle bir kapıyı vuruyor ve içeriden sanki bir yanıt bekliyormuşçasına duruyordu. Tabloyu inceleyen bir sanat eleştirmeni Hunt’a döndü “Güzel bir tablo doğrusu, ama anlamını bir türlü kavrayamadım” dedi.” “Adamın vurduğu kapı hiç açılmayacak mı? Ona kapı kolu çizmeyi unutmuşsunuz da…”

Hunt gülümsedi. “Adam sıradan bir kapıya vurmuyor ki…”dedi ve tablosunun anlamını açıkladı. “Bu kapı, insan kalbini simgeliyor. Ancak içeriden açılabildiği için dışında kola gereksinim yoktur…”

O kapı size içerden açılmamışsa giremezsiniz… "

6 Şubat 2010 Cumartesi

Gül Bahçesinde Yalnızım




Hasret imiş derd i dilim

Gülşende yoktur sevgilim

Bir gönlü aşık cariye

Esbab ı halim bu benim



Gül bahçesinde yalnızım

Bülbüldedir derin sızım

Susadım aşk ummanından

Kanmak dileğimdir nazım

Can Atilla

5 Şubat 2010 Cuma

Benim Adım Aşk



Var mı beni içinizde tanıyan?
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim.
Kalmasa da şöhretimi duymayan,
Kimliğimi tarif etmek zor benim...

Bülbül benim lisanımla ötüştü.
Bir gül için can evinden tutuştu.
Yüreğine Toroslar'dan çığ düştü.
Yangınımı söndürmedi kar benim...

Niceler sultandı, kraldı, şahtı.
Benimle değişti talihi bahtı,
Yerle bir eylerim tac ile tahtı,
Akıl almaz hünerlerim var benim...

Kamil iken cahil ettim alimi,
Vahşi iken yahşi ettim zalimi,
Yavuz iken zebun ettim Selim'i,
Her oyunu bozan gizli zor benim...

Yeryüzünde ben ürettim veremi.
Lokman hekim bulamadı çaremi.
Aslı için kül eyledim Kerem'i.
İbrahim'in atıldığı kor benim...

Sebep bazı Leyla, bazı Şirin'di.
Hatrım için yüce dağlar delindi.
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi.
Kuvvet benim, kudret benim, fer benim...

İlâhimle Mevlânâ'yı döndürdüm.
Yunus'umla öfkeleri dindirdim.
Günahımla çok ocaklar söndürdüm.
Mevlâ'danım, hayır benim, şer benim...

Kimsesizim hısmım da yok, hasmım da
Görünmezim cismim de yok, resmim de
Dil üzmezim, tek hece var ismimde
Barınağım gönül denen yer benim.
Cemal Safi

4 Şubat 2010 Perşembe

Paramız Yoksa da Haysiyetimiz Var




Dünya dediğiniz abiler
Aha benim şu yüreğim kadar
Abiler hayat dediğiniz
Ne kadar gülebiliyorsak o kadar
Boş verin ötesini
Sallayın gitsin dünyayı
Paramız yoksa da haysiyetimiz var

Ey gözünü seviyim zeytinin, taze ekmeğin, çayın
Bakmayın, benim de canım elbet çeker
Şöyle tereyağlı bir buçuk iskender
Yine de olsun
Kesmedikten sonra selamı Bakkal Ender
Bir de bizim takıma gol olmadıktan sonra
Ve de en kıyağından
Ve de en ağırından bir şarkı patlatınca Müslüm bana
Ne gam, ne tasa, ne fırtına, ne kar
Boş verin abiler
Paramız yoksa da haysiyetimiz var

Şimdi beni iyi dinleyin
Canımdan öte ve de
En kıymetli sevdiğim muhterem arkadaşlar
Durumum ortadadır
Hayat bana da sağlamına harbi bir çelme takmıştır
Nevrim dönmüş, midem bulanmış gözlerim kararmıştır
Cümlenize olan bil cümle borç edavatım
Üç vakte kadar askıya alınmıştır
Ha biraz idare edebilirseniz eğer
Bi de kahveci Nuri'den rica edebilirseniz
Kesmezse tavşan kanı günde üç bardak çayı
Elbet bu feleğin paslı çarkı
Bi gün benim için de döner ve düşeş gelmese de
Gelirse eğer zarımız mesela bir dubara ve hele dört cahar
İşi kolayladık sayın
Ve de inanın ki abilir
Paramız yoksa da haysiyetimiz var

Dalgalan bakalım kız kulesi önündeki dalgalar gibi kalbim
Hayıflan bakalım hiç kimselere belli etmeden geceleri yorganın altında
Yazıklan bakalım bu da revamıdır hayatının baharında bi delikanlıya
Hep kısa çöpü ben mi çekeceğim
Hep bana mı denk düşecek çarkı feleğin iflası
Hep ben bileceğim başkalarımı kapacak beşyüz milyarı
Hep ben sevip eller mi alacak Aslıyı, Leylayı
Batsın bu dünya, sende mi Leyla, itirazım var yalana dolana
Ve ben böyle dolana dolana
Ellerim cebimde dudağımda ıslığım başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Orhan Veli tadında basıp voleyi yürüyeceğim hayatın sonuna kadar
Hiç tasalanmayın abiler
Paramız yoksa da haysiyetimiz var

Son bi kere öpmek isterim gözlerinizden
Son bi kere sarılıp ağlamak geçer içimden
Ama vicdan yapıyorum sanırsınız diye korkuyorum
Vallahi içimden öpmek geliyor en kral arkadaşlarımı
Ayhan Işığı, Sadri Alışığı, Erol Taşı
Adamın gönlü şarkılar söyleyip unutmak istiyor garibanlığı
Adamın canı hesapsız dostlarını çekiyor
Dalgasız dümensiz yoldaşlığı
Mahalle arasında gazozuna maç yapıp yenilmek çekiyor
Komşunun kızına mektup yazıp
Çarşamba pazarında el altından vermek geçiyor
Bazen sıcak ekmek
Bazen seyyardan sabah poğaçası çekiyor
Adamın canı bağıra bağıra ağlamak çekiyor gece mehtabına karşı
Langa dan hıyar, Beyoğlu'ndan adam çekiyor
Ne yalan söyleyim biraz kırgınlık da var
Yine de boşverin abiler
Paramız yoksa da haysiyetimiz var

Dünya dediğiniz abiler
Aha benim şu yüreğim kadar
Abiler hayat dediğiniz
Ne kadar gülebiliyorsak o kadar
Boş verin ötesini
Sallayın gitsin dünyayı
Paramız yoksa da haysiyetimiz var

3 Şubat 2010 Çarşamba

Mutluluğun Sırrı



Geçmiş zamanlarda bir ülkede büyük, şatafatlı bir sarayda çok meşhur bir bilge yaşarmış. Herkes üstesinden gelemediği sorunların çözümünde onun yardımına başvururmuş. Bilge çok tecrübeli, bilgili ve insanlara yardım etmeyi çok seven bir insanmış. Günün birinde bir genç gelmiş saraya. Bilge ile görüşmek istediğini, ona soracağı çok önemli bir soru olduğunu söylemiş. Kendisinden önce gelen insanları bir süre bekledikten sonra alınmış huzura. O çok meşhur bilge insan bütün heybetiyle karşısındadır artık. Saygıyla selamlamış önce, sonra titrek bir sesle sormuş; Bana mutluluğun sırrını anlatabilir misiniz?

Bilge dikkatle süzmüş adamı.



-- "Demek mutluluğun sırrını merak ediyorsun. Peki anlatacağım fakat şimdi değil, şu an çok meşgulüm istersen sen sarayımı gez sonra gel sana sorunun cevabını vereyim." demiş. Ayrıca ona bir kaşık vermiş ve içine de iki damla yağ damlatmış. Sarayı gezerken bu kaşık da yanında olacak, ama dikkat et sakın içindeki yağı dökme demiş. İki saat sonra dönmek üzere ayrılmış adam.


Saray inanılmaz derecede güzelmiş, fakat adam kaşıktaki yağı dökmemek için hep kaşığına bakarak yürüyormuş. Dolayısıyla saray gezintisinden fazla bir keyif alamamış. Hiç bir ayrıntıya dikkat edememiş. Zaman dolunca tekrar çıkmış bilge adamın huzuruna. Yüzünde bir tebessüm ve içinde yağı dökmemiş olmanın verdiği rahatlıkla "Bakın efendim yağı dökmeden döndüm" demiş. Bilge gülümseyerek sormuş "Anlat bakalım nasıl buldun sarayımı?" adam birden afallamış, yağa dikkat etmekten sarayı unutmuş hiçbir şeye dikkat etmemiş. Bilge adam durumu anlamış ve ona tekrar giderek her yere iyice bakmasını söylemiş. Adam elinde kaşığı tekrar çıkmış sarayı gezmeye...
Bu sefer her şeye daha dikkatli bakmış. Hayatında görmediği güzelliklere şahit olmuş. Kolonlar, işlemeler, altın yaldızlar, mücevherler, parşömenler, kütüphanedeki el yazması eserler ve işlemeli kapakları, birbirinden güzel süs eşyaları... Her şey mükemmelmiş. İki saat sonra saraya hayran kalmış olarak dönmüş bilgenin huzuruna.


Anlat bakalım demiş bilge. Adam başlamış heyecanlı heyecanlı anlatmaya. Hayran kaldığı her halinden belliymiş. Daha sonra bilgenin gülümsediğini fark etmiş. Kısa bir sessizliğin ardından elindeki kaşığa baktığını fark etmiş...



Bir de baksın ki ne görsün. Kaşıktaki yağ tamamen dökülmüş. Etrafa bakmakta onu tamamen unutmuş. Mahcup gözlerle bakmış bilge adamın yüzüne.


İşte evlat demiş bilge adam gülümseyerek. Mutluluğun sırrını merak ediyordun. Söyleyeyim;



"Mutluluğun sırrı dünyadaki bütün güzellikleri yaşamak fakat kaşığındaki iki damla yağı da dökmemektir."

2 Şubat 2010 Salı

Sevgiliye




Bir arada olabilmek ne mümkün
Bir arada kalabilmek imkansız
Seneler alıp gitmiş ne var ne yoksa
Herseyi

İnanılmaz değişen ben miyim
İnanılmaz bu yabancı da kim
Sen misin böyle uzak
Veda sözleri söyleyen

Geri dönmek inan işten değil
Hani var ya tutamazsin kendini
Bir ümitle,ya olursa dersin hep
Bile bile herşeyin bittiğini

Sonradan kor,sonradan kor
Ayrılıklar, an be an
Akıp gider akıp gider
Zaman sana aldırmadan..

1 Şubat 2010 Pazartesi

Arzu ve Esaret




Asya'da maymun yakalamak icin kullanilan bir cesit tuzak vardir. Bir
Hindistan cevizi oyulur ve iple bir agaca veya yerdeki bir kaziga baglanir.
Hindistan cevizinin altina ince bir yarik acilir ve oradan icine tatli bir
yiyecek konur.. Bu yarik sadece maymunun elini acikken sokacagi
buyukluktedir. Yumruk yaptiginda elini disari cikaramaz. Maymun tatlinin
kokusunu alir,yiyecegi yakalamak icin elini iceri sokar, ama yiyecek
elindeyken elini disari cikarmasi olanaksizdir. Sıkıca yumruk yapmis el, bu
yariktan disari cikmaz. Avcilar geldiginde maymun cilgina doner ama,
kacamaz Aslinda bu maymunun tutsak eden hicbir sey yoktur onu sadece, Onun
kendi bagimliliginin gucu tutsak etmistir. Yapmasi gereken tek sey elini
acip yiyecegi birakmaktir. Ama zihninde acgozlulugu o kadar gucludur ki Bu
tuzaktan kurtulan maymun cok nadir gorulur.

Bizleri de tuzaga dusuren ve orada kalmamiza neden olan sey, arzularimiz ve
zihnimizde onlara bagimli olusumuzdur. Tum yapmamiz gereken elimizi acip
benligimizi, bagimli oldugumuz seyleri serbest birakmak ve dolayisiyla ozgur
olmaktir !!!


Ben, maymuna benzer yanimiz olarak sahip oldugumuzu dusundugumuz her seyin
bizim icin birer tuzak oldugunu fark etmiyor olusumuz oldugunu dusunuyorum:

-Cogunlukla konusmaktan fazla bir ozelligini kullanmadigimiz son model cep
telefonlarina sahip olmak,

-Ortalama 15 m2´sini kullandigimiz ama kullandigimiz alandan 20-30 kat buyuk
evlere sahip olmak,

-Belki bir kez giydikten sonra cok uzun sure dolabimizin bir kosesinde
unuttugumuz gunun modasina uygun giysilere sahip olmak,

-Okumadigimiz kitaplara sahip olmak,

-Asla kadranin gosterdigi surate ulasamayacagimiz en suratli arabaya sahip
olmak,

-Bize gunde 35 kez zamani, baskalarina surekli zenginligimizi gosteren kol
saatlerine sahip olmak,

-Vakit bulup gidilemeyen, gidilse bile dinlendirmekten cok uzak tabiri
caizse yorgunluktan hasatimizi cikaracak deniz kenarina yakin bir yazlik,
bir dinlence evine sahip olmak,

-Faizi, getirisi zarara ugramasin diye kiyip harcanamasa bile bol sifirli
bir banka defterine sahip olmak,

-Dunyalarina ve guzelliklerine katilamadigimiz, asla yeterli vakit
ayiramadigimiz basarili ve digerlerininkinden daha guzel cocuklara sahip
olmak,

-Vaktimize, nakdimize, aklimiza, cenemize zarar verse bile bir futbol takimi
taraftarligina sahip olmak,

-Sagligimiza, duzenimize, beynimize korkunc zararlar verse bile envai cesit
ickilerin bulundugu gosterisli, dekoratif bir mini bara sahip olmak,

-Oturmadigimiz koltuk takimlari,

-Izlemedigimiz dev ekran televizyonlar,

Kullanmadigimiz, faydalanmadigimiz daha neler nelere sahip olmak... Ya da
sahip oldugumuzu sanmak...

O maymun gibi avucumuzda tuttugunuz surece (faydalanamasak bile) sahip
oldugumuzu sanmiyor muyuz? Ve ancak parmaklarimizi gevsetip bunlardan vaz
gectigimiz zaman gercekten ozgur olup tum yeteneklerimizi kullanabilir hale
gelmeyecek miyiz?


Aslinda biz bu dunyaya sahip olmaya degil, sahit olmaya gelmisiz. Ah bunu
bir anlayabilsek. ..

27 Şubat 2010 Cumartesi

Bir Dinlesen Kalbimi



Yagmurlardan buluttan, ruzgarlardan gızlerım
Askımı ben kendımden, senden bıle gızledım
Kuruyan yaprak gıbı, dokulsede hıslerım
Askımı ben kendımden, senden bıle gızlerım

Bır dınlesen kalbımı
Bır dınlesen ne olur
Sen seversen sevgılım
Gecenler unutulur
Olanlar unutulur

Acı hasret ve keder, ayrılıgın arkası
Yıne falda sen cıktın, yokkı senden baskası
Senelerdır dılımde, senden hasret sarkısı
Yıne falda sen cıktın, yokkı senden baskası


Söyleyemedim




Düşlerde sevdim seni söyleyemedim
Sessiz öptüm nefesini söyleyemedim

Sana ben şiirler sözler büyüttüm
Sana ben baharlar yazlar büyüttüm
Sana ben hummalı gizler büyüttüm
Söyleyemedim

Şarkılar yazdım sana okuyamadım
Hep yanımdaydın oysa dokunamadım

Sana ben hayaller düşler büyüttüm
Sana ben gözümde yaşlar büyüttüm
Sana ben hummalı aşklar büyüttüm
Söyleyemedim


23 Şubat 2010 Salı

İyaz'ın marifeti





Bir gün vezirleri Sultan Mahmud’a:
“İyaz denilen kölenin ne marifeti var ki, sen ona otuz kişinin maaşı kadar maaş ödüyorsun?” dediler.
Sultan Mahmud bu soruya o anda karşılık vermedi. Birkaç gün sonra vezirlerini alarak ava çıktı. Giderlerken bir kervan gördüler.
Sultan Mahmud vezirlerden birine:
“Git, sor bakalım, bu kervan nereden geliyor?” dedi.
Vezir atına atlayıp gitti, birkaç dakika içinde geriye döndü.
“Sultanım, kervan Rey şehrinden geliyor” dedi.
Sultan Mahmud:
“Peki nereye gidiyormuş?” diye sorunca, vezir susup kaldı.
Bunun üzerine Sultan Mahmud başka bir vezirini gönderdi. O da gidip geldi.
“Sultanım, Yemen’e gidiyormuş” dedi.
Sultan:
“Yükü neymiş?” deyince, bu vezir de sustu kaldı.
Bu defa sultan başka bir vezire:
“Sen de git, yükünü öğren” dedi.
Vezir gitti geldi:
“Her cins mal var, fakat çoğu Rey işi toprak kâse” dedi.
Sultan:
“Peki, kervan Rey’den ne zaman çıkmış?” diye sorunca, bu vezir de susup kaldı. Cevap veremedi.
Sultan böylece tam otuz veziri gönderdi, otuzu da istenen bilgileri tam olarak getiremediler.
Sultan Mahmud son olarak İyaz’ı çağırdı.
“İyaz” dedi. “Git, bak bakalım; şu kervan nereden geliyor?” dedi.
Döndüğünde, İyaz, Sultanın huzurunda saygıyla eğilerek konuşmaya başladı:
“Sultanım, kervan Rey’den geliyor, Yemen’e gidiyor. Yükü şudur, şu kadar at, şu kadar deve, şu kadar katırdan oluşuyor. Kervanda şu kadar insan var, onlardan da şu kadarı silahlı…”
Bu şekilde, İyaz kervan hakkındaki gerekli her türlü malûmatı Sultan Mahmud’a anlattı. Tek başına, otuz vezirin edinemediği bilgiyi edinmiş durumdaydı.
Sultan Mahmud vezirlerine döndü:
“İyaz’a neden otuz kişinin ücretine denk ücret verdiğimi şimdi anladınız mı? Görüyorsunuz, bu bile onun hizmetine karşılık az geliyor.”

SENİ SAKLAYACAĞIM





Seni saklayacağım inan
Yazdıklarımda, çizdiklerimde
Şarkılarımda, sözlerimde.

Sen kalacaksın kimse bilmeyecek
Ve kimseler görmeyecek seni,
Yaşayacaksın gözlerimde.

Sen göreceksin duyacaksın
Parıldayan bir sevi sıcaklığı,
Uyuyacak, uyanacaksın.

Bakacaksın, benzemiyor
Gelen günler geçenlere,
Dalacaksın.

Bir seviyi anlamak
Bir yaşam harcamaktır,
Harcayacaksın.

Seni yaşayacağım, anlatılmaz,
Yaşayacağım gözlerimde;
Gözlerimde saklayacağım.

Bir gün, tam anlatmaya...
Bakacaksın,
Gözlerimi kapayacağım...
Anlayacaksın.


ÖZDEMİR ASAF

21 Şubat 2010 Pazar

Öğrendim



Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
Aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.


Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
Zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanın içinde,
İyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
Sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için,
Önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin,
Bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin,
Kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
Gerçek namusun, günah elinin altındayken,
Günaha el sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar,
Hayata da “lezzet” kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını,
Ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya...
Kalp durur...
Akıl unutur...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur...

MEVLANA

20 Şubat 2010 Cumartesi

Sen Hiç Doğmayacaksın Bebek



Kimbilir ne renk olacaktı saçların gözlerin.
Kime benzeyecektin ,kimbilir?
Belki,belli bile olmadan gözlerinin rengi.
Bitecek herşey...
Hiç görmeyeceksin kırmızı gülleri,
hiç duyamayacaksın kuş seslerini.
Güneş hiç değmeyecek yanaklarına.
Rüzgar hiç uçurmayacak saçlarını.
Yağmurdan sonra toprak nasıl kokar,
kelebekler martılar nasıl uçar,
deniz ne renk,nasıl bir şey?
Hiç bilemeyeceksin...
Hiç ağlamayacaksın ama hiç gülmeyeceksinde.
Hiç sevmeyeceksin.
En kötüsü hiç...
Nasıl desem,hiç yaşamayacaksın işte...
Çünkü karar verilmiş...
Çünkü...
Sen hiç doğmayacaksın bebek...

Son Gün



Bir sabah
Yağmur yağarken gökyüzünden
Yaşlar boşanmışsa gözlerimden
Ve sen yoksan, yalnızsam
İşte o gün ölmek isteyeceğim

Bir an
Seni görmüşsem rüyamda
İçime bir burukluk çökmüşse aniden
Açmışsam gözlerimi yeniden
Ve sen yoksan, yalnızsam
İşte o an gözlerimi son kez kapayacağım

Bir gece
seni görmüşsem rüyamda
Bana dönmüşsen
Sonsuz bir huzur
Bir sevinç varsa içimde
O sevinçle uyanmışsam
Ve sen yoksan, yalnızsam
İşte o gece son kez uyuyacağım

Bir gün
Beni unutursan birini bulursan
Pek sanmam ama mutlu olursan
İnan bende mutlu olacağım

Son gün
Seni görürsem
Bir an bile olsa beni sevmişsen
Ve ben bunu bakışlarından hissetmişsem
Ağlama lütfen, gülümse
İnan ben huzur içinde öleceğim
Derviş

Önemli Olan Vermektir



Yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız getirdiler.
Tek yaşam şansı beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi.
Küçük oğlan aynı hastalıktan mucizevi şekilde kurtulmuş ve
kanında o hastalığın mikroplarını yok eden bağışıklık oluşmuştu.
Doktor durumu beş yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu.
Küçük çocuk bir an duraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve
"Eğer kurtulacaksa, veririm kanımı" dedi.
Kan nakli olurken, ablasının gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyordu.
Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı,
ama küçük çocuğun yüzü de giderek soluyordu.
Gülümsemesi de yok oldu. Titreyen bir sesle doktora sordu:
"Hemen mi öleceğim?"
Küçük, doktoru yanlış anlamış, ablasına vücudundaki bütün kanı verip,
öleceğini sanmıştı.

19 Şubat 2010 Cuma

Akıllı Uşak



IV. Murat devrinde padişah rakı içilmesini yasak ettirmiştir ve içenler hakkında da çok sıkı kovuşturma yaptırmaktadır.

Zamanın Şeyhülislamını çekemeyen yüksek rütbeli bir zat, bir gün padişaha, Şeyhülislam efendinin bu yasağa uymadığını gammazlayıvermiş. IV.Murat da öfkelenerek güvendiği mabeyincilerinden birini akşama doğru ansızın şeyhülislamın evine yollamış.

Saraydan gelen bu misafire çubuk ve kahve ikram edildikten ve oradan buradan konuşulmaya başlandıktan sonra birdenbire misafir odasının kapısı açılmış ve elinde gümüşten rakı tepsisi ile Arap uşak görünmüş. Mabeyincinin Şeyhülislamla beraber olduğunun farkına varan uşak hiç bozmadan:

“Efendi hazretleri” demiş, “ben zat-ı alilerine bizim aşçıbaşının gizlice rakı içtiğini söylemiştim, ama siz inanmamıştınız. İşte tepsisini getirdim ki, sözlerimin doğru olduğunu göresiniz.”

Şeyhülislam Efendi tabii müthiş hiddetlenmiş! Hatta padişahın fermanını dinlemeyen böyle bir insanın kendi evinde bulunduğundan dolayı o kadar üzülmüş ki, neredeyse evini bile yakmaya kalkacakken mabeyinci teskin etmiş ve padişaha da olayı anlatarak Şeyhülislamı kurtarmış.

Ertesi sabah Şeyhülislam efendi Arap uşağı çağırmış, kendisine bir kese altın uzatarak :

“Oğlum “ demiş “ şunu al, ama bir taraftan da kendine başka bir kapı ara, ben kendimden daha zeki insanlarla aynı çatı altında oturmaya tahammül edemem.”

Gidene Kal Demeyeceksin



Gidene kal demeyeceksin. ..
Gidene kal demek zavallılara,
Kalana git demek terbiyesizlere,
Dönmeyene dön demek acizlere,
Hak edene git demek asillere yakışır.
Kimseye hak etmediğinden fazla değer verme, yoksa değersiz olan hep
sen olursun...
Düşün...
Kim üzebilir seni senden başka?
Kim doldurabilir içindeki boşluğu sen istemezsen?
Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen?
Kim yıkar, yıpratır sen izin vermezsen?
Kim sever seni, sen kendini sevmezsen?
Her şey sende başlar, sende biter...
Yeter ki yürekli ol, tükenme, tüketme, tükettirme içindeki yaşama
sevgisini...
Ya çare sizsiniz yada çaresizsiniz. ..
Öyle bir hayat yaşadım ki cenneti de gördüm cehennemi de.
Öyle bir aşk yaşadım ki tutkuyu da gördüm pes etmeyi de.
Bazıları seyrederken hayatı en önden, kendimi bir sahnede buldum,
Oynadım.
Öyle bir rol vermişlerdi ki okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde, hem kızdım hem güldüm halime.
Sonra dedim ki söz ver kendine
Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı biliyorsan düşmeyi de bileceksin,
Korkarak yaşıyorsan yalnızca hayatı seyredeceksin.
Öyle hayat yaşadım ki son yolculukları erken tanıdım.
Öyle değerliymiş ki zaman hep acele etmem bundan anladım.

NIETSZCHE

18 Şubat 2010 Perşembe

Yaşamam Artık



Sahibi olduğum dizim tutmuyor,
Dünyayı gösteren gözüm görmüyor,
Ömrümün baharı solmuş, gidiyor
Canıma kastım var yaşamam artık

Arayan dostlarım beni bulmasın
Doğmasın güneşim sabah olmasın
Kuytu bir köşede ömrüm son bulsun
Canıma kastım var yaşamam artık

Neşe’si olmayan ömrü neyleyim?
Rüzgârla savrulan yaprak gibiyim
Böylesi hayatı nasıl seveyim?
Canıma kastım var yaşamam artık

Arayan dostlarım beni bulmasın
Doğmasın güneşim sabah olmasın
Kuytu bir köşede ömrüm son olsun
Canıma kastım var yaşamam artık

Kıraç


Metrodaki Kemancı



Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC’de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider. Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC’de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider. Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder. Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider. Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder. En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar. Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz. Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell’in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston’da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı… Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell’in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? İdi… Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise, dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba?

Ayakkabı Teki



Bir bilge bir gün tam trene biniyordu ki, ayakkabılarından birisi ayağından çıktı ve yere düştü. Aşağıya inip alması imkansızdı; Çünkü tren çoktan harekete geçmişti. Yanındaki arkadaşları ne yapacağını merak ediyorlardı.
O gayet sakin bir biçimde, diğer ayağındaki ayakkabıyı çıkardı ve az önce düşürdüğü ayakkabıya yakın bir yere fırlattı.
Talebelerinden birisi dayanamayıp sordu: “Neden böyle yaptınız?” gülümseyen bilgenin cevabı gayet basit ama hakikat yüklüydü:
“Demiryolunun üzerinde ayakkabının tekini fakir birisi bulursa diğer tekini de bulup giyebilsin diye…”

En Değerli İnsan



İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar, ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç armağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı.
Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını yanına çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı.
Aralarında bir fark olacak ve bu farkı sadece ikisi bilecekti.
Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi.
Heykellerin yanına bir mektup konmuştu. Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar:
‘Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver.’
Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı.
Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler.
Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi. İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.
Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı.
Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.
Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.
İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.
Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu.
Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı:
‘Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir.
Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir.
En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.’

17 Şubat 2010 Çarşamba

Kardeşlik



İki erkek kardeş, babalarından kalma çiftlikte çalışırlardı. Kardeşlerden biri evliydi ve çok çocuğu vardı. Diğeri ise bekardı. Her günün sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve karlarını eşit olarak bölüşürlerdi. Günün birinde bekar kardeş kendi kendine:
“Ürünümüzü ve karımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil” dedi, “Ben yalnızım ve pek fazla gereksinimim yok.”
Böylelikle, her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye başladı. Bu arada evli olan kardeş, kendi kendine:
“Ürünümüzü ve karımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil, üstelik ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman onlar bana bakabilirler. Oysa kardeşimin kimsesi yok, yaşlandığı zaman hiç kimsesi yok bakacak” diyordu.
Böylece evli olan kardeş her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı. İki erkek de yıllarca ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar, çünkü her ikisinin de deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu.
Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken çarpışıverdiler. O anda olan biteni anladılar. Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar.

Adı Bende Saklı



Bölünür sancıyla uykular
Sığınak değil en kuytular
Gökte ay ondört ben dolunay
Son hatıramı sinene sar
Bu kadarına razıyım yar

Uzak diyarlarda evli barklı
Mutluluk en çok onun hakkı
Bu yorgun kırık dökük hikayenin de
Adı bende saklı

Uzak diyarlarda evli barklı
Mutluluk en çok onun hakkı
Bu yorgun kırık dökük hikayenin de
Adı bende saklı

Dalda muhabbette kumrular
Bana ayrılığı sordular
Dedim afet,yangın, dedim kar
Dedim adet aşkı vururlar
Dedim adet aşkı vururlar

Uzak diyarlarda evli barklı
Mutluluk en çok onun hakkı
Bu yorgun kırık dökük hikayenin de
Adı bende saklı

Uzak diyarlarda evli barklı
Mutluluk en çok onun hakkı
Bu yorgun kırık dökük hikayenin de
Adı bende saklı

Sezen Aksu

16 Şubat 2010 Salı

Bu da geçer ya Hû



Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini salık verirler.
Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir’in bölgenin en zengin kişilerinden birisi olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında bir başka çiftlik sahibidir.
Derviş, Şakir’in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer içer, dinlenir. Şakir de, ailesi de hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır…
Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir’e teşekkür ederken, “Böyle zengin olduğun için hep şükret.” der. Şakir ise şöyle cevap verir: “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen, gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer…” Derviş, Şakir’in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünü
Birkaç yıl sonra, Derviş’in yolu yine aynı bölgeye düşer. Şâkir’i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylülerle sohbet ederken Şakir’den söz eder.
“Ha, o Şakir mi?” der köylüler, “O iyice fakirleşti. Şimdi Haddad’ın yanında çalışıyor.”
Derviş hemen Haddad’ın çiftliğine gider, Şakir’i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felâketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da islenemez hale geldiği için tek çare olarak, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad’ın yanında çalışmak kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad’ın hizmetkârıdır.
Şakir, bu kez Derviş’i son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır… Derviş, vedalaşırken Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir’den şu cevabı alır: “Üzülme… Unutma, bu da geçer…”
Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olan biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştır. Şakir, Haddad’ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır. Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: “Bu da geçer…”
Bir zaman sonra Derviş yine Şakir’i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir’in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: “Bu da geçer.” Derviş, “Ölümün nesi geçecek?” diye düşünür ve gider.
Ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Şakir’den geriye bir iz dahi kalmamıştır…
O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda ümidini tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın…
Hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzüğü yapamaz. Sultanın adamları da bilge Derviş’i bulup yardım isterler. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: “Bu da geçer” yazmaktadır.

13 Şubat 2010 Cumartesi

Kendine İyi Bak Beni Düşünme



Yan yana geçen geceler unutulup gider mi?
Acılar birden biter mi?
Bir bebek özleminde seni aramak varya
Bu hep böyle böyle gider mi?

Suya hasret çöllerde beyaz güller biter mi?
Dikenler göğü deler mi?
Bir menekşe kokusunda seni aramak varya
Bu hep böyle böyle gider mi?

Kendine iyi bak beni düşünme
Su akar yatagını bulur.

İçimdeki fırtına kör kurşunla diner mi?
Kavgalar kansız biter mi?
Bir mavzer çığlığında seni aramak var ya
Bu hep böyle böyle gider mi?

Şu kahpe dünya seni bana düşman eder mi?
Dostluklar birden biter mi?
Bir kardeş selamında seni aramak var ya
Bu hep böyle böyle gider mi?

Kendine iyi bak beni düşünme
Su akar yatağını bulur.
Ahmet Kaya

10 Şubat 2010 Çarşamba

Geçmez Yara




Sevda rengi gözlerine
Derde derman gülüşüne
Biraz daha doyamadan
Aramıza giren hayat bana düşman sana düşman

Yalnız ve paramparça aşktan hasarlı
Zormuş unutmak bu geçmez yarayı
Sevdan içimde bir kurşun misali
Kanar durur gönlüm gittin gideli
Ah birgün olur, unutulur demiştin ya…
Söyle bana nasıl olur unutlur, unutulur, unutulur

Akıp gider deli zaman
Ömrün eski neşesi yok
Senden sonra yaşadığım senelerin
Güneşi yok baharı yok siyahı çok

Yalnız ve paramparça aşktan hasarlı
Zormuş unutmak bu geçmez yarayı
Sevdan içimde bir kurşun misali
Kanar durur gönlüm gittin gideli
Ah birgün olur, unutulur demiştin ya…
Söyle bana nasıl olur unutulur, unutulur, unutulur

Funda Arar

8 Şubat 2010 Pazartesi

Evrenin Işığı



19. yüzyılın büyük İngiliz ressamlarından William Holman Hunt’ın, bir bahçeyi anlatan tablosu Londra Kraliyet Akademisi’nde sergileniyordu.

Hunt’ın “Evrenin Işığı” adını verdiği bu tabloda gece elinde bir fenerle bahçede duran filozof görünüşlü bir adam vardı. Adam, öteki eliyle bir kapıyı vuruyor ve içeriden sanki bir yanıt bekliyormuşçasına duruyordu. Tabloyu inceleyen bir sanat eleştirmeni Hunt’a döndü “Güzel bir tablo doğrusu, ama anlamını bir türlü kavrayamadım” dedi.” “Adamın vurduğu kapı hiç açılmayacak mı? Ona kapı kolu çizmeyi unutmuşsunuz da…”

Hunt gülümsedi. “Adam sıradan bir kapıya vurmuyor ki…”dedi ve tablosunun anlamını açıkladı. “Bu kapı, insan kalbini simgeliyor. Ancak içeriden açılabildiği için dışında kola gereksinim yoktur…”

O kapı size içerden açılmamışsa giremezsiniz… "

6 Şubat 2010 Cumartesi

Gül Bahçesinde Yalnızım




Hasret imiş derd i dilim

Gülşende yoktur sevgilim

Bir gönlü aşık cariye

Esbab ı halim bu benim



Gül bahçesinde yalnızım

Bülbüldedir derin sızım

Susadım aşk ummanından

Kanmak dileğimdir nazım

Can Atilla

5 Şubat 2010 Cuma

Benim Adım Aşk



Var mı beni içinizde tanıyan?
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim.
Kalmasa da şöhretimi duymayan,
Kimliğimi tarif etmek zor benim...

Bülbül benim lisanımla ötüştü.
Bir gül için can evinden tutuştu.
Yüreğine Toroslar'dan çığ düştü.
Yangınımı söndürmedi kar benim...

Niceler sultandı, kraldı, şahtı.
Benimle değişti talihi bahtı,
Yerle bir eylerim tac ile tahtı,
Akıl almaz hünerlerim var benim...

Kamil iken cahil ettim alimi,
Vahşi iken yahşi ettim zalimi,
Yavuz iken zebun ettim Selim'i,
Her oyunu bozan gizli zor benim...

Yeryüzünde ben ürettim veremi.
Lokman hekim bulamadı çaremi.
Aslı için kül eyledim Kerem'i.
İbrahim'in atıldığı kor benim...

Sebep bazı Leyla, bazı Şirin'di.
Hatrım için yüce dağlar delindi.
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi.
Kuvvet benim, kudret benim, fer benim...

İlâhimle Mevlânâ'yı döndürdüm.
Yunus'umla öfkeleri dindirdim.
Günahımla çok ocaklar söndürdüm.
Mevlâ'danım, hayır benim, şer benim...

Kimsesizim hısmım da yok, hasmım da
Görünmezim cismim de yok, resmim de
Dil üzmezim, tek hece var ismimde
Barınağım gönül denen yer benim.
Cemal Safi

4 Şubat 2010 Perşembe

Paramız Yoksa da Haysiyetimiz Var




Dünya dediğiniz abiler
Aha benim şu yüreğim kadar
Abiler hayat dediğiniz
Ne kadar gülebiliyorsak o kadar
Boş verin ötesini
Sallayın gitsin dünyayı
Paramız yoksa da haysiyetimiz var

Ey gözünü seviyim zeytinin, taze ekmeğin, çayın
Bakmayın, benim de canım elbet çeker
Şöyle tereyağlı bir buçuk iskender
Yine de olsun
Kesmedikten sonra selamı Bakkal Ender
Bir de bizim takıma gol olmadıktan sonra
Ve de en kıyağından
Ve de en ağırından bir şarkı patlatınca Müslüm bana
Ne gam, ne tasa, ne fırtına, ne kar
Boş verin abiler
Paramız yoksa da haysiyetimiz var

Şimdi beni iyi dinleyin
Canımdan öte ve de
En kıymetli sevdiğim muhterem arkadaşlar
Durumum ortadadır
Hayat bana da sağlamına harbi bir çelme takmıştır
Nevrim dönmüş, midem bulanmış gözlerim kararmıştır
Cümlenize olan bil cümle borç edavatım
Üç vakte kadar askıya alınmıştır
Ha biraz idare edebilirseniz eğer
Bi de kahveci Nuri'den rica edebilirseniz
Kesmezse tavşan kanı günde üç bardak çayı
Elbet bu feleğin paslı çarkı
Bi gün benim için de döner ve düşeş gelmese de
Gelirse eğer zarımız mesela bir dubara ve hele dört cahar
İşi kolayladık sayın
Ve de inanın ki abilir
Paramız yoksa da haysiyetimiz var

Dalgalan bakalım kız kulesi önündeki dalgalar gibi kalbim
Hayıflan bakalım hiç kimselere belli etmeden geceleri yorganın altında
Yazıklan bakalım bu da revamıdır hayatının baharında bi delikanlıya
Hep kısa çöpü ben mi çekeceğim
Hep bana mı denk düşecek çarkı feleğin iflası
Hep ben bileceğim başkalarımı kapacak beşyüz milyarı
Hep ben sevip eller mi alacak Aslıyı, Leylayı
Batsın bu dünya, sende mi Leyla, itirazım var yalana dolana
Ve ben böyle dolana dolana
Ellerim cebimde dudağımda ıslığım başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Orhan Veli tadında basıp voleyi yürüyeceğim hayatın sonuna kadar
Hiç tasalanmayın abiler
Paramız yoksa da haysiyetimiz var

Son bi kere öpmek isterim gözlerinizden
Son bi kere sarılıp ağlamak geçer içimden
Ama vicdan yapıyorum sanırsınız diye korkuyorum
Vallahi içimden öpmek geliyor en kral arkadaşlarımı
Ayhan Işığı, Sadri Alışığı, Erol Taşı
Adamın gönlü şarkılar söyleyip unutmak istiyor garibanlığı
Adamın canı hesapsız dostlarını çekiyor
Dalgasız dümensiz yoldaşlığı
Mahalle arasında gazozuna maç yapıp yenilmek çekiyor
Komşunun kızına mektup yazıp
Çarşamba pazarında el altından vermek geçiyor
Bazen sıcak ekmek
Bazen seyyardan sabah poğaçası çekiyor
Adamın canı bağıra bağıra ağlamak çekiyor gece mehtabına karşı
Langa dan hıyar, Beyoğlu'ndan adam çekiyor
Ne yalan söyleyim biraz kırgınlık da var
Yine de boşverin abiler
Paramız yoksa da haysiyetimiz var

Dünya dediğiniz abiler
Aha benim şu yüreğim kadar
Abiler hayat dediğiniz
Ne kadar gülebiliyorsak o kadar
Boş verin ötesini
Sallayın gitsin dünyayı
Paramız yoksa da haysiyetimiz var

3 Şubat 2010 Çarşamba

Mutluluğun Sırrı



Geçmiş zamanlarda bir ülkede büyük, şatafatlı bir sarayda çok meşhur bir bilge yaşarmış. Herkes üstesinden gelemediği sorunların çözümünde onun yardımına başvururmuş. Bilge çok tecrübeli, bilgili ve insanlara yardım etmeyi çok seven bir insanmış. Günün birinde bir genç gelmiş saraya. Bilge ile görüşmek istediğini, ona soracağı çok önemli bir soru olduğunu söylemiş. Kendisinden önce gelen insanları bir süre bekledikten sonra alınmış huzura. O çok meşhur bilge insan bütün heybetiyle karşısındadır artık. Saygıyla selamlamış önce, sonra titrek bir sesle sormuş; Bana mutluluğun sırrını anlatabilir misiniz?

Bilge dikkatle süzmüş adamı.



-- "Demek mutluluğun sırrını merak ediyorsun. Peki anlatacağım fakat şimdi değil, şu an çok meşgulüm istersen sen sarayımı gez sonra gel sana sorunun cevabını vereyim." demiş. Ayrıca ona bir kaşık vermiş ve içine de iki damla yağ damlatmış. Sarayı gezerken bu kaşık da yanında olacak, ama dikkat et sakın içindeki yağı dökme demiş. İki saat sonra dönmek üzere ayrılmış adam.


Saray inanılmaz derecede güzelmiş, fakat adam kaşıktaki yağı dökmemek için hep kaşığına bakarak yürüyormuş. Dolayısıyla saray gezintisinden fazla bir keyif alamamış. Hiç bir ayrıntıya dikkat edememiş. Zaman dolunca tekrar çıkmış bilge adamın huzuruna. Yüzünde bir tebessüm ve içinde yağı dökmemiş olmanın verdiği rahatlıkla "Bakın efendim yağı dökmeden döndüm" demiş. Bilge gülümseyerek sormuş "Anlat bakalım nasıl buldun sarayımı?" adam birden afallamış, yağa dikkat etmekten sarayı unutmuş hiçbir şeye dikkat etmemiş. Bilge adam durumu anlamış ve ona tekrar giderek her yere iyice bakmasını söylemiş. Adam elinde kaşığı tekrar çıkmış sarayı gezmeye...
Bu sefer her şeye daha dikkatli bakmış. Hayatında görmediği güzelliklere şahit olmuş. Kolonlar, işlemeler, altın yaldızlar, mücevherler, parşömenler, kütüphanedeki el yazması eserler ve işlemeli kapakları, birbirinden güzel süs eşyaları... Her şey mükemmelmiş. İki saat sonra saraya hayran kalmış olarak dönmüş bilgenin huzuruna.


Anlat bakalım demiş bilge. Adam başlamış heyecanlı heyecanlı anlatmaya. Hayran kaldığı her halinden belliymiş. Daha sonra bilgenin gülümsediğini fark etmiş. Kısa bir sessizliğin ardından elindeki kaşığa baktığını fark etmiş...



Bir de baksın ki ne görsün. Kaşıktaki yağ tamamen dökülmüş. Etrafa bakmakta onu tamamen unutmuş. Mahcup gözlerle bakmış bilge adamın yüzüne.


İşte evlat demiş bilge adam gülümseyerek. Mutluluğun sırrını merak ediyordun. Söyleyeyim;



"Mutluluğun sırrı dünyadaki bütün güzellikleri yaşamak fakat kaşığındaki iki damla yağı da dökmemektir."

2 Şubat 2010 Salı

Sevgiliye




Bir arada olabilmek ne mümkün
Bir arada kalabilmek imkansız
Seneler alıp gitmiş ne var ne yoksa
Herseyi

İnanılmaz değişen ben miyim
İnanılmaz bu yabancı da kim
Sen misin böyle uzak
Veda sözleri söyleyen

Geri dönmek inan işten değil
Hani var ya tutamazsin kendini
Bir ümitle,ya olursa dersin hep
Bile bile herşeyin bittiğini

Sonradan kor,sonradan kor
Ayrılıklar, an be an
Akıp gider akıp gider
Zaman sana aldırmadan..

1 Şubat 2010 Pazartesi

Arzu ve Esaret




Asya'da maymun yakalamak icin kullanilan bir cesit tuzak vardir. Bir
Hindistan cevizi oyulur ve iple bir agaca veya yerdeki bir kaziga baglanir.
Hindistan cevizinin altina ince bir yarik acilir ve oradan icine tatli bir
yiyecek konur.. Bu yarik sadece maymunun elini acikken sokacagi
buyukluktedir. Yumruk yaptiginda elini disari cikaramaz. Maymun tatlinin
kokusunu alir,yiyecegi yakalamak icin elini iceri sokar, ama yiyecek
elindeyken elini disari cikarmasi olanaksizdir. Sıkıca yumruk yapmis el, bu
yariktan disari cikmaz. Avcilar geldiginde maymun cilgina doner ama,
kacamaz Aslinda bu maymunun tutsak eden hicbir sey yoktur onu sadece, Onun
kendi bagimliliginin gucu tutsak etmistir. Yapmasi gereken tek sey elini
acip yiyecegi birakmaktir. Ama zihninde acgozlulugu o kadar gucludur ki Bu
tuzaktan kurtulan maymun cok nadir gorulur.

Bizleri de tuzaga dusuren ve orada kalmamiza neden olan sey, arzularimiz ve
zihnimizde onlara bagimli olusumuzdur. Tum yapmamiz gereken elimizi acip
benligimizi, bagimli oldugumuz seyleri serbest birakmak ve dolayisiyla ozgur
olmaktir !!!


Ben, maymuna benzer yanimiz olarak sahip oldugumuzu dusundugumuz her seyin
bizim icin birer tuzak oldugunu fark etmiyor olusumuz oldugunu dusunuyorum:

-Cogunlukla konusmaktan fazla bir ozelligini kullanmadigimiz son model cep
telefonlarina sahip olmak,

-Ortalama 15 m2´sini kullandigimiz ama kullandigimiz alandan 20-30 kat buyuk
evlere sahip olmak,

-Belki bir kez giydikten sonra cok uzun sure dolabimizin bir kosesinde
unuttugumuz gunun modasina uygun giysilere sahip olmak,

-Okumadigimiz kitaplara sahip olmak,

-Asla kadranin gosterdigi surate ulasamayacagimiz en suratli arabaya sahip
olmak,

-Bize gunde 35 kez zamani, baskalarina surekli zenginligimizi gosteren kol
saatlerine sahip olmak,

-Vakit bulup gidilemeyen, gidilse bile dinlendirmekten cok uzak tabiri
caizse yorgunluktan hasatimizi cikaracak deniz kenarina yakin bir yazlik,
bir dinlence evine sahip olmak,

-Faizi, getirisi zarara ugramasin diye kiyip harcanamasa bile bol sifirli
bir banka defterine sahip olmak,

-Dunyalarina ve guzelliklerine katilamadigimiz, asla yeterli vakit
ayiramadigimiz basarili ve digerlerininkinden daha guzel cocuklara sahip
olmak,

-Vaktimize, nakdimize, aklimiza, cenemize zarar verse bile bir futbol takimi
taraftarligina sahip olmak,

-Sagligimiza, duzenimize, beynimize korkunc zararlar verse bile envai cesit
ickilerin bulundugu gosterisli, dekoratif bir mini bara sahip olmak,

-Oturmadigimiz koltuk takimlari,

-Izlemedigimiz dev ekran televizyonlar,

Kullanmadigimiz, faydalanmadigimiz daha neler nelere sahip olmak... Ya da
sahip oldugumuzu sanmak...

O maymun gibi avucumuzda tuttugunuz surece (faydalanamasak bile) sahip
oldugumuzu sanmiyor muyuz? Ve ancak parmaklarimizi gevsetip bunlardan vaz
gectigimiz zaman gercekten ozgur olup tum yeteneklerimizi kullanabilir hale
gelmeyecek miyiz?


Aslinda biz bu dunyaya sahip olmaya degil, sahit olmaya gelmisiz. Ah bunu
bir anlayabilsek. ..

Popüler Yayınlar