29 Nisan 2010 Perşembe

Derviş ve Para




Padişahın biri, adamlarından birine bir miktar para verip şehir içindeki dervişlere dağıtmasını söyledi. Adamcağız bir çok dervişin yanına gidip geldi ve ancak parayı olduğu gibi geri getirip padişaha iade etti.

Padişah, (Niçin dağıtmadın?) diye sordu.

Adam, (Padişahım verecek derviş bulamadım) dedi.

Padişah, (Nasıl olur, şehirde yüzlerce derviş vardır) deyince adam, (Efendim, dervişler para kabul etmiyorlar. Para alanlar ise zaten derviş değil ki) diye cevap verdi.

28 Nisan 2010 Çarşamba

Keskin Bıçak




Geldim yarım, kaldım yarım
Neydi, ne oldu şu tez canım
Ertelendim hayattan, sevdim yarım
Derken bugün olmazsa, olur yarın

Kendimden kaçak
Yarim keskin bıçak
Nerde bende o yürek
Yardan cayacak

Kendimden kaçak
Yarim keskin bıçak
Nerde bende o yürek
Yardan cayacak
Hep köşe bucak

Geldim yarım, kaldım yarım
Neydi, ne oldu şu tez canım
Ertelendim hayattan, sevdim yarım
Derken bugün olmazsa, olur yarın

Kendimden kaçak
Yarim keskin bıçak
Nerde bende o yürek
Yardan cayacak

Kendimden kaçak
Yarim keskin bıçak
Nerde bende o yürek
Yardan cayacak
Hep köşe bucak

Ben bu dünyayı anlayamadım
Niyetlendim de altından kalkamadım

Kendimden kaçak
Yarim keskin bıçak
Nerde bende o yürek
Yardan cayacak

Kendimden kaçak
Yarim keskin bıçak
Nerde bende o yürek
Yardan cayacak
Hep köşe bucak

Sezen Aksu

|

27 Nisan 2010 Salı

İyi Haber




Arjantinli ünlü golfçü Robert de Vincenzo, yine bir turnuvayı kazanmış, ödülünü alıp kameralara poz vermiş ve kulüp binasına gidip oradan ayrılmak üzere hazırlanmıştı.

Bir süre sonra binadan çıkıp otoparktaki arabasına yürürken yanına bir kadın yaklaştı. Kadın, başarısını kutladıktan sonra ona çocuğunun çok hasta ve ölmek üzere olduğunu anlattı. Zavallı kadının hastane masraflarını ödemesi olanaksızdı.

Kadının anlattığı öykü de Vincenzo’yu çok etkilemişti, hemen cebinden bir kalem çıkarttı ve turnuvadan kazandığı paranın bir miktarını yazdı çek defterine. Çeki kadının eline sıkıştırırken de ona; "Umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın" dedi.

Ertesi hafta kulüpte öğle yemeği yerken, profesyonel golf derneğinin bir görevlisi yanına gelerek; "Otoparktaki görevli çocuklar geçen hafta turnuvayı kazandıktan sonra yanınıza bir kadının geldiğini ve onunla konuştuğunuzu söylediler bana" dedi. De Vincenzo, evet anlamında başını salladı. "evet" dedi.

Görevli, "Size bir haberim var. O kadın bir sahtekardır. Üstelik hasta bir çocuğu da yok. Sizi fena halde kandırmış arkadaşım."De vincenzo; "Yani ortada ölümü bekleyen bir bebek yok mu?" Dedi. "Hayır, yok" dedi görevli. "İşte bu, bu hafta duyduğum en iyi haber" dedi, de Vincenzo.

26 Nisan 2010 Pazartesi

Hayat ve Ben




Otuzbeşime bastım geçen hafta... İlk yan bitti: Hayat: 1... Ben: 0... Ama belliydi böyle olacağı... Nicedir başlamıştı belirtiler:
Yolda çocuklar "Amca şu to pu atıversene" diye seslendik lerinde kuşkulanmıştım ilkin...
Sonra saçlarımdaki beyaz tel ler tescilledi yarı yolun ufukta göründüğünü...
Baktım, lise fotoğraflarım sa rarmış, sınıf arkadaşlarım yaş lanmış. Eş dost sohbetlerinde sağlık ve çocuk konuşulur ol muş... seyahat ve aşk yerine...
Gök gibi gürlemeye alışkın müzik setimin ses düğmesini kısar olmuşum, içindeki uçurt­manın ipini cekercesine...
"Bizim zamanımızda" diye başlayan nu tuklar atmaya başlamışım mezuniyet törenle rinde -hayret! daha dün değil miydi benimkisi?
Yıllar yılı dudak büktüğüm 'ölümden son ra hayat masalları' na kulak kabartmaya baş­lamışım gizliden gizliye...
İple çektiğim haziranlara sırt çevirmişim.
Yaşamın orta sahasına girmişim... irkilmişim...

* * *

Ruhumun ikizleri yine çekiştiriyorlar kol larımdan.
Biri, "Daha ne gördün ki" diyor yüzünde papatyalarla; "Asıl şimdi başlıyor hayat,..! Bundan sonrası rahat!"
Lakin, "Buydu işte görüp göreceğim" diye efkarlanıyor öteki... "2. yarı geçer hızla/yaşla­nırsın zamanla..."
Yaşı genç olanlar 35'e uzak durduklarını sanarak, "sahi oldu mu o kadar? Hiç göstermiyorsun" tesellisindeler...
35'le çoktan tanış olanlarsa "hayata hoşgeldin" pankartıyla karşılamadalar... ilk yan sa­dece bir ısınmaymış meğer: Asıl ikinci yarıda anlaşılırmış tadı, hayatın... kavganın... aşkın...
Bense şaşkın... devre arası bilancolarındayım:
Son dönemde, kimbilir kaç eski anıyı yaralı ele geçirdim, belleğimin derinliklerinde..?
Kimbilir kaç kez kendime yakalandım, kendimden kaçarken... ve sustum vicdan sor­gularında... Aksisedamla bile dertleşmedim.
Meğer ne yaman serüvenmiş hayat?
Bazen yediveren gülleri gibi bereketli... Sanki hayat değil, Körfez Krizi mübarek: Bir koyup, beş alıyorsun... Yaşıyor, seviyor ve se viliyorsun...
Bazense kıtlıktan kırılıyor ortalık...şaşıp kalıyorsun...
Oysa -herkes bilmezden gelse de-skoru belli oyunun:
30'larda dedeni ve nineni kaybe diyorsun. 40'lannda anneni ve ba bam... ve 70'inde kendini...

* * *

Şimdi devre arası/yolun yarısı...
Bugüne dek ancak tanıştık hayat la...
Ben O'na kendimi tanıttım... O bana kendimi...
Göğsüme madalya gibi dizdim hatalarımı... (Zaferlerim onlar be nim... Olgunluğumun yapıtaşları...)
...Ve derin bir yara gibi sakladım başarılarımı... Asansör çıkarken yukarı, dönüp bakmadım aşağı... Dönmesin diye başım...
Ben istikballe arkadaşım...

* * *

Ne var ki yarım her şey... Hayat da yarım, sevdalar da... Daha diyeti ödenmedi sevinçle­rin... ihanetlerin hesabı sorulamadı... Nazım'ın dediği gibi "kopardım portakalı dalın dan/ Ama kabuğu soyulamadı/ Sevdalara do yulamadı..."
"Doydum" diyen görmedim ki zaten ben...
Hiç doyulmaz ki zaten...
Lakin gel de zamana anlat bunu...
Sahi nedir bu telaş, bu kin? Sanki ölüye can yetiştireceksin..

* * *

Baktım ki ikinci yan kapıda... ve hayatın ceza sahası yakın...
Doldurdum bir kara kutuya 35 yılın hesabını. Acılar, sancılar bir çekmecede, sevdalar diğerinde... Bir yerde hüzünler ve korkular, bir üstte sevinçler ve zaferler... Kat kat, dizi dizi dizdim kullanılmış takvimlerimi...
Sabırla kapattım kutuyu, sevgiyle mühürledim ağzını...
İlk yarı bilançom o benim:
Yangında ilk kurtarılacak... kazada ilk açı lacak...
Yarımlar tam olduğunda kara kutuyu açıp bakanlar teşhis, koyacaklar halime... "Çok mutlu olmuş, fazla yüksekten uçmuş zavallı" diyecekler, ya da "sebepsiz alçalmış... Bile bi le vurmuş kendini dağlara..."
Fakat kara kutu ancak bir kısmını söyleye cek hikayenin...
Kalanı benimle gelecek...
Dağların yamaçlarına savuracağım en mahrem hatıralarımı...
Reyhanlar saklayacak sırlarımı..
Skoru bir tek Ege'nin sulan bilecek... Deni ze kavuşabilirse eğer içimdeki nehir... Hayat: 0... Ben: 1

Can Dündar

En güzel aşk zor olandır





Haber saldım dört bir yana
Karanfiller susuz kalmış
Muhabbete dost aradım
Bu şehri periler sarmış

Bitip tükenmez sigaram
Ciğerim nefessiz kalmış
Her şey yalan olsa bile
En güzel aşk zor olandır

Söyle bana güzel kadın
Her şey yerli yerinde mi?
Bırakıp gittiğim gibi
Deniz mavi gök yeşil mi?
Haluk Levent


haluk levent en güzel aşk zor olandır.ekoç | izlesene.com

24 Nisan 2010 Cumartesi

İyilik Eden İyilik Bulur




İskoçya’da yoksul mu yoksul Fleming adında bir çiftçi yaşardı. Bir gün tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Sesin geldiği yere koştuğunda, bataklığa beline kadar batmış bir çocuğun, kurtulmak için çırpındığını gördü. Çocuk, bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çiftçi çocuğu bataklıktan çıkararak ölümden kurtardı. Ertesi gün Fleming’in evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık giyimli bir aristokrat indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendini.

- Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum, dedi. Yoksul ve onurlu Fleming :

- Kabul edemem, diyerek ödülü geri çevirdi. Tam bu sırada kapıdan çiftçinin küçük oğlu göründü.

- Bu senin oğlun mu?, diye sordu aristokrat.

- Evet, dedi çiftçi gururla. Aristokrat devam etti:

- Gel seninle bir anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver, iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur.

Bu konuşmalar sonunda Fleming’in oğlu aristokratın desteğinde eğitim gördü. Aradan yıllar geçti. Çiftçi Fleming’in oğlu Londra’daki St. Mary’s Hospital Tıp Fakültesinden mezun oldu ve tüm dünyaya adını “Penisilin”i bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurdu. Bir süre sonra aristokratın oğlu zatürreeye yakalandı. Onu Penisilin kurtardı ! Aristokratın adı Lord Randolp Churchill’di.... Oğlunun adı ise Sir Winston Churchill. Kurtaran doktor, çiftçinin oğlu Sir Alexander Fleming’di.

Fotoğraf: www.netfotograf.com

23 Nisan 2010 Cuma

Ahde Vefa




Sevgili Sufi Dostun Bloğundaki bugünkü yazısını okuyunca aklıma hemen bu hikaye geldi ve paylaşmak istedim. Umarım beğenirsiniz.

Hz.Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girerler, derlerki
-Ey halife bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.
Bu söz üzerine Hz.Ömer suçlanan gence dönerek:
-Söyledikleri doğrumu diye sorar.
Suçlanan genç derki evet doğru bu söz üzerine Hz Ömer:
-Anlat bakalım nasıl oldu diye sorar.
Bunun üzerine genç anlatmaya başlar,derki :
-Ben bulunduğum kasaba hali vakti yerinde olan bir insanım ailemle beraber gezmeye çıktık kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Hayvanlarımın arasında bir güzel atım varki dönen bir defa daha bakıyor hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyva koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş attı atım oracıkta öldü, nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş attım babası öldü, kaçmak istedim, fakat arkadşlar beni yakaladı,durum bundan ibaret,dedi.
Bu söz üzerine Hz Ömer söyleyecek bir şey yok bu suçun cezası idam, madem suçunu da kabul ettin...
Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:
-Efendim bir özrüm var, ben memleketinde zengin bir insanım babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı, gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım şimdi siz bu cezayı ifnaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettğiniz için Allah indin'de sorumlu olursunuz, bana üç gün izin veriseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün için de yerime birini bulurum der.
Hz Ömer dayanamaz derki:
-Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalırki? der,
Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar derki,
-Bu zat benim yerime kalır, o zat Hz peygamber (s.a.v) efendimizin en iyi arkadaşlarından, daha yaşarken cennetle müjdelen Amr ibni Asr' dan başkası değildir. Hz Ömer Amr 'a dönerek
-Ey amr delikanlıyı duydun, der.
O yüce sahabi:
-Evet, ben kefili, der ve genç adam serbest bırakılır.

Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur, Medinenin ileri gelenleri Hz Ömere çıkarak gencin gelmeyeceğini, dolayısıyla Amr ibni Asr'a verilecek idamın yerine, maktülün diyetinin verilmesini teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz, derler.
Hz Ömer kendinden beklenen cevabı verir, derki,
-Bu kefil babam olsa farketmez, cezayı infaz ederim.
Hz Amr ibni Asr ise tam bir teslimiyet içerisinde derki,
-Biz de sözümüzün arkasındayız.
Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür.
Hz Ömer gence dönerek derki,
-Evladım gelmeme gibi önemli bir fırsatın vardı neden geldin.
Genç vakurla başını kaldırır ve:
-Ahde vefasızlık etti demeyesiniz diye geldim, der.
Hz Ömer başını bu defa çevirir ve Amr ibni Asr'a derki,
-Ey amr sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasıl oldu da onun yerine kefil oldun?
Amr ibni Asr :
-Bu kadar insanın içerisinden beni seçti, insanlık öldü dedirtmemek için kabul ettim der.
Sıra gençlere gelir derlerki,
-Biz bu davadan vazgeçiyoruz, bu sözün üzerine Hz Ömer :
-Ne oldu biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da vazgeçiyorsunuz?
Gençlerin cevabı dehşetlidir :
- Merhametsiz insan kalmadı deneyesiniz diye.

22 Nisan 2010 Perşembe

Sevgi Başarı ve Zenginlik




Bir kadın, evinden dışarı çıkar ve uzun beyaz sakallı üç yaşlı
adamın evinin önünde oturduklarını görür. Onları tanımaz.

- "Ben sizi tanımıyorum ama aç olmalısınız" der.
"Lütfen içeriye gelin ve bir şeyler yiyin."

- "Evin erkeği içerde mi?" diye sorarlar adamlar.

- "Hayır" der kadın. "O dışarıda."

- "Öyleyse içeri gelemeyiz" diye cevap verirler.

Akşam olup kadının kocası eve geldiğinde,
kadın başından geçenleri kocasına anlatır.

- "Git onlara söyle ben evdeyim içeri gelebilirler" der.

Kadın dışarı çıkar ve onları içeri davet eder.

- "Hepimiz aynı anda içeri girmeyiz." der ya lı adamlar.

Kadın öğrenmek ister ;

- "Niye giremezsiniz?"

Yaşlı adamlardan bir tanesi açıklar :

- "Onun adı ZENGİNLİK" der ve bir arkadaşını gösterir,
bir diğerini işaret eder,"O BAŞARI",
ben de SEVGİ." Sonra ekler ; "Şimdi içeri gir ve
kocanla konuş, hangimizi evinizde istersiniz?"

Kadin içeri girip söylenenleri kocasına anlatır.
Adam duyunca neşelenir.

- "Ne güzel!" der, "madem öyle, Zenginliği içeri
çağıralım ve evimizi zenginlikle doldursun."

Karısı itiraz eder ;

- "Canım, niçin başarıyı çağırmıyoruz?"

Bu sırada konuştuklarını evin diğer köşesinde bulunan
gelinleri duyar. Zıplayarak gelir ve kendi fikrini söyler.

-"Sevg'yi çağırsak daha iyi olmaz mı?
Evimiz sevgiyle dolar!"

- "Gelinimizin önerisini dikkate alalım" der adam karısına.
"Dışarı çık ve Sevgiyi bizim misafirimiz olması için davet et."

Kadın dışarı çıkar ve üç yaşlı adama sorar ;

- "Hanginiz Sevgi? Lütfen içeri gel ve misafirimiz ol".

Sevgi ayağa kalkar ve eve doğru yürümeye başlar.
Diğer iki yaşlı adam da onu takip ederler. Kadın şaşırmış
bir şekilde Zenginlik ve Başarıya sorar :

- "Ben sadece Sevgiyi davet ettim, siz niye geliyorsunuz?"

Zenginlik ve Başarı bir ağızdan cevap verirler :

- "Eğer Zenginlik ya da Başarıyı davet etmiş olsaydın
diğer ikisi dışarıda kalırdı ama sen Sevgiyi davet ettin.
O nereye giderse biz de oraya gideriz.
Nerede Sevgi varsa,
orada Başarı ve Zenginlik de vardır!"

Bazen








































20 Nisan 2010 Salı

Böyledir bizim sevdamız




Yüce dağlar başında mı
Zemherinin kışında mı
Şu gönlümün bir umudu
Gözlerimin yaşında mı

Kırılsa da kanadımız
Asiye çıksa adımız
Duyan duysun bilen bilsin
Böyledir bizim sevdamız

Zülfü Livaneli

böyledİr bİzİm sevdamiz-zülfü lİvanelİ | izlesene.com

17 Nisan 2010 Cumartesi

Sakat Arkadaş





Vietnam Savaşı sonrası... Evine dönmekte olan bir asker San Francisco'dan ailesini aradı: "Anne, baba eve dönüyorum, ama sizden bir şey rica ediyorum. Yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum."

"Memnuniyetle, O'nunla tanışmak isteriz", diye cevapladılar. Oğulları "Bilmeniz gereken bir şey daha var." diye devam etti.

"Arkadaşım savaşta ağır yaralandı, bir mayına bastı ve bir koluyla ayağını kaybetti. Gidecek hiçbir yeri yok ve O'nun gelip bizimle kalmasını istiyorum."

"Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum. Belki O'nun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz."

"Hayır. Anne, baba O'nun bizimle kalmasını istiyorum."

"Oğlum." dedi babası. "Bizden ne istediğini bilmiyorsun. O'nun gibi özürlü biri bize korkunç yük olur. Bizim kendi hayatımız var ve bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz. Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin. O kendi başının çaresine bakacaktır."

Oğlu o anda telefonu kapattı.

Ailesi O'ndan bir süre haber alamadı. Ama birkaç gün sonra, San Francisco polisinden bir telefon geldi. Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler. Polis bunun intihar olduğuna inanıyordu. Üzüntü dolu anne-baba hemen San Francisco'ya uçtular ve oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler.

Anne-baba oğullarını hemen tanıdılar yalnız bilmedikleri bir şeyi de öğrenince dehşete düştüler:

Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı...

Büyük İnsan




At, savur at sevdayı bir yere fırlat
Bitti sayıp acıyı kaldır öyle yat
Sor, herkese sor acılar unutuluyor
Ağlayınca gözlerinden silinmiyor
Aşk her defasında bak bulunuyor
Bırakırım zamanı öyle biraz da
Sen olmadan da yine geçer nasılsa
Hatırla bunları sakın unutma
Diyordun ama o zaman gülüyordun
Yanımdaydın, canımdaydın
Şimdi nasıl geçer bu ömür?

Susma söyle nasıl yaşar böyle insan!
Susma konuş, hadi anlat büyük insan!
Söyle bir aşk mı çare olurdu zaman mı ?
Böyle kaldırıp atardık ya sevdayı!

Susma söyle nasıl yapar bunu insan?
Susma nasıldı anlat hadi ayrılırsam!
Söyle hayat mı çare bulurdu kendin mi?
Böyle büyük aşklar böyle mi biterdi?

At, silip at aşkları bir yere fırlat
Bitti say ki derdini kaldır öyle yat
Sor, ne olur sor sen benden ayrılırsan
Ne olur düşümde bir ömrü durdursan
Aşk her defasında bende ararsam
Bırakırım kendimi öyle biraz da
Sen olmadan da ben yaşarım nasılsa
Hatırla bunları sakın unutma
Diyordun ama o zaman gülüyordun
Yanımdaydın, canımdaydın
Şimdi nasıl geçer bu ömür?

Susma söyle nasıl yaşar böyle insan!
Susma konuş hadi anlat büyük insan!
Söyle bir aşk mı çare olurdu zaman mı böyle?
Kaldırıp atardık ya sevdayı!

Susma söyle nasıl yapar bunu insan
Susma nasıldır anlat hadi ayrılırsam
Söyle hayat mı çare bulurdu kendin mi böyle
Büyük aşklar böyle mi biterdi

Susma hani aşk insanı zaten bulurdu?
Susma hani yıllar aşka çare olurdu?
Söyle yıllar mı daha hızlı bir kurşun mu?
Böyle sensiz her gün biraz yok oluşum mu?


gökhan türkmen - büyük İnsan | izlesene.com

16 Nisan 2010 Cuma

İki Bardak Su




Çok eski zamanda, bir hükümdar varmış. Zenginliği tüm dünyaca bilinirmiş. Hükümdar her gittiği yere hazinesinin bir bölümünü götürür ve bunları sergilemekten büyük onur duyarmış.

Hükümdarın yaşamda en çok güvendiği, tek akıl hocası bir bilge kişiymiş.

Günlerden bir gün bu bilge kişiyle otururken hükümdar şöyle bir soru sormuş:

"Sen ki göğün gizemine ermiş, bilime yön vermiş bir adamsın.

İnsanlar, ister hükümdar denli güçlü, ister savasçılar denli onurlu olsun ayağına kapanır ağzından çıkacak bir sözü beklerler. Şimdi senin gibi bilge bir adamın fikrini merak etmekteyim,

"Benim hükümdarlığım ve servetim hakkında ne düşünüyorsun?"

Bilge bu soru karşısında hükümdarın gözlerine bakarak şu sözleri söylemiş:

"Diyelim ki hükümdarım, kızgın ve uçsuz bir çöldesiniz.

Ölmemek için, size uzatacağım bir bardak suya servetinizin yarısını verir miydiniz?"

"Verirdim tabii."

"Zaman geçti diyelim susuzluğunuz arttı,

size uzatacağım bir sonraki bardağa servetinizin öteki yarısını da verir miydiniz?"

Hükümdar biraz düşünür ve ardından " Ölmemek için evet" der.

Bunun üzerine bilge kişi gülerek şu sözleri söylemiş:

"Madem öyle, o zaman övünmeyin fazlaca.

Çünkü haşmetlim, sizin servetiniz yalnızca; iki bardak sudur."

15 Nisan 2010 Perşembe

Kadınlar Ne İster




Harun Resit, savasta esir aldigi dusman generale

-Hayatını bağışlarım, der, ama bir şartım var:
Kadinlar hayatta en cok ne ister, budur bilmek istedigim. Bu
sorunun
yanıtını getir; kurtar kelleni.' der.

General sorar sorusturur, bu çetin sorunun yanitini arar ve
Kafdagi'ndaki
bir cadinin bunu bildigini ogrenir. Gunlerce gecelerce at kosturur,
cadiyi
arar bulur ve sorar

- Kadinlar hayatta en cok ne ister?'
Korkunc cadinin, yanit icin oyle bir sart ileri surer ki yenilir
yutulur
degil.

'-Evlen benimle, o zaman öğrenirsin istedigini.'
Bu ölümcül teklifi, kabul eder General ve dogru yanıtı alır almaz
koşar
Harun Reşid'e:

'-Kadınlar, en çok kendi özgür iradeleriyle hareket etmek ister.'
Harun Resit bizimkinin hayatini bagislar ya; cadiyla evlenmek icin
de soz
verilmistir. Evlenirler.

O ilk gece; general bir bakar ki o korkunc cadi, dunyalar guzeli
bir afete
donusmus, karanlik odada.Konusur cadi:

'-Benim kaderim boyle; gunun sadece yarisi guzel olabilirim, diger
yarisi
ise cirkinim. Ne dersin geceleri seninleyken mi, yoksa gunduzleri
disaridayken mi guzel olayim?

General dusunur ve
'-Sen bilirsin, kararini kendin ver' der; iste o andan itibaren
korkunc cadi
sonsuza dek cok güzel bir kadin olarak kalir.'

Fotoğraf: www.netfotograf.com

14 Nisan 2010 Çarşamba

Anne Sevgisi





Bebeğimi görebilir miyim?" dedi yeni anne...

Kucağına yumuşak bir bohça verildi ve mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağı açtı ve şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu! Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan bakmaya başladı. Bebeğin kulakları yoktu...

Muayenelerde, bebeğin duyma yetisinin etkilenmediği, sadece görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı.

Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu...

Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığı idi;

Ağlayarak: "Büyük bir çocuk bana ucube dedi..."

Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça da başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi; eğer insanların arasına karışmıl olsaydı.

Annesi, her zaman ona "Genç insanların arasına karışmalısın" diyordu, ancak aynı zamanda yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu...

Delikanlının babası, aile doktoruyla oğlunun sorunu ile ilgili görüştü;

- "Hiçbir şey yapılamaz mı?" diye sordu.

Doktor : - "Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir" dedi.

Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı. İki yıl geçti bir gün babası :

- "Hastaneye gidiyorsun oğlum, annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk ancak unutma bu bir sır..." dedi.

Operasyon çok başarılı geçti ve adeta yeni bir insan yaratıldı. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat oldu. Yıllar geçti, bir gün babasına gidip sordu:

- "Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım..."

Bir şey yapabileceğini sanmıyorum" dedi babası, "Fakat anlaşma kesin, şu anda öğrenemezsin, henüz değil..."

Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi...

Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesı başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavasça annesinin başına elini uzattı; kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru itti; annesinin kulakları yoktu...

- "Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu" diye fısıldadı babası...

- "..ve hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?"

Fotoğraf: www.netfotoğraf.com'dan alınmıştır

13 Nisan 2010 Salı

Son Ders




İki ay ömrü kaldığı söylenen profesörün son dersi

amatör - 2 ay ömrü kalan profesörün son dersi | izlesene.com

10 Nisan 2010 Cumartesi

Mükemmel




Hikayesini çoğu kişi duymuştur belki ama videosunu yeni gördüm ve paylaşmak istedim.Umarım beğenirsiniz.


salyangoz- Duygusal kısa film
Yükleyen hatira18. - Filmler ve diziler Dailymotion'da

BİLGE ile KÖPEK





Bir bilge, bir göletin başında oturmaktadır. Susuzluktan kırılan bir köpeğin devamlı olarak gölete kadar gelip, tam su içecekken kaçması dikkatini çeker. Dikkatle izler olayı. Köpek susamıştır ama gölete geldiğinde sudaki yansımasını görüp korkmaktadır. Bu yüzden de suyu içmeden kaçmaktadır. Sonunda köpek susuzluğa dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi yansımasını görmediği için suyu içer. O anda bilge düşünür:
-Benim bundan öğrendiğimm şu oldu,der.
-Bir insanın istekleri ile aras೩ndaki engel, çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır. Kendi içinde büyüttüğü engellerdir. İnsan bunu aşarsa, istediklerini elde edebilir.
Ama biraz daha düşününce aslında gerçek öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür. Asıl öğrendiği şey, insanın bir bilge bile olsa bir köpekten öğrenebileceği bilginin var olduğudur. Bu yüzden ne varsa paylaş, senden de öğrenilecek bir şeyler vardır diğer insanlar için…
Her insanın bir hikâyesi ve söyleyecek bir sözü mutlaka vardır.

Kadınlar Anlar




Karımı 1998'in sonbaharında kaybettim... Yedi senelik evliliğimizin iki senesini kanser tedavisi için hastanelerde geçirmiştik. Karim, her evlilik yıldönümümüzde ikimizin fotoğrafını çerçeveler, "Bunlar bizim hayatimizin gölgeleri" derdi.. Öldüğünde, yedi tane resmimiz vardı. 97'in bir gecesinde onu aldattım. Oysa ona sürekli onu ne kadar çok sevdiğimi ve sonsuza kadar sadık alacağımı söylerdim. Ölmeden iki hafta önce yine aynı şeyi tekrarladım. Tuhaf bir gülümsemeyle baktı bana ve sadece: "Biliyorum" dedi. İzmir’e kar yağdığı gün, yani bir ay önce,evdeydim. Fotoğraflarımıza bakıyordum yine... Her çerçevenin altında bir harf olduğunu ilk kez o gün fark ettim.
- A.
- R.
- K.
- A.
- S.
- I.
- N.
Gerisi için yılları yetmemişti. Ama sanırım "Arkasına bak" yazmaya filan niyetlenmişti. Hemen çerçevelerin arkasına baktım. Hiçbir şey yoktu. Sonra bir şey dürttü beni, hepsini teker teker söktüm. inanabiliyor musunuz, her birinin arkasından bir mektup çıktı! Geçirdiğimiz her sene için sevgi dolu sözler yazmıştı. 1997'deki resmimizin içinden çıkan zarf ise simsiyahtı. Ve içinden su sözler çıktı: "14 Mart 1997/Gözlerin bana başka birine dokunmuş gibi baktı/ Söylemene gerek yok, biliyorum..." 2002'deyiz. Onu kaybedeli 4, aldatalı 5 yıl oluyor. İçim acıyor simdi. Çünkü kadınlar biliyor, hissediyor... Seni seviyorum diyenin sevgisinden şüphe et, çünkü; aşk sessiz, sevgi dilsizdir...

9 Nisan 2010 Cuma

Yağmur




Yağmur yağıyor. Mutfak camındayım. Nasıl üşüdüğümü
bilemezsin. Menekşelerim çiçek vermiyor artık anne.
Söylediğin gibi hep dibinden su verdim ama…

Şimdi telefon açsam sana, sesini duymak da yetmiyor ki.
Hep aynı cümleler; “Babamlar nasıl, ilacını aldın mı?”
Nedenini bilmediğim bir ağlamak var içimde.
Bir yerlere sığdıramıyorum yüreğimi. Bazen mutfakta
dalıp giderdin yemek yaparken, tahta kaşıkla
tencerenin başında öylece ne düşünürdün acaba?
Özlemek çok fena anne. Anlamak seni; daha da fena…

Omuzlarım ağrıyarak uyanıyorum sabahları.
Benim kızımın omuzlarımı ovmasına daha çok var.
Gittikçe sana mı benziyorum ben, ya da
“Annenin kaderi kıza” dedikleri doğru mu?
“Baban eskitir her şeyi kızım” demiştin bir kez,
anlamamışım meğer, eskiyormuş anneciğim.
Omzunu ovacak kalmıyormuş meğer aynı evin içinde.
Şimdi duysan bunları ne üzülürsün; mutsuz mu kızım diye,
çoktan kendinden vazgeçmiş bir sesle. Mutsuz değilim de anne,
yağmura ve mutfağımdaki kedere çare bulamıyorum.

Evimi topluyor, toz alıyor, patlıcan kızartıyor,
televizyon seyrediyor, akşam çalan kapıyı açıyorum,
açtığımı gören olmuyor.
Pişirdiğim yeniyor da, güzel olmuş denmiyor.
Çay demleniyor, demleniyor, demleniyor…

Kederim mutfağımın her yerine yerleşiyor.
Ah nasıl eskiyor her şey anne, nasıl eskiyor.
Eskilerimi de atmaya kıyamıyorum. Seni çok özlüyorum.
Bana yasakladığın bahçeler, sana da mı uzaktı hep?
Gidemeyişine ağladın mı sende? Ne zaman eskiyor sevgiler?
Ödenen bedellerin acısı geçince mi? İşte böyle,
kalbimde bir acı. Şarkılar seni söyler.

İclal Aydın

müzik - iclal aydın - yağmur | izlesene.com

8 Nisan 2010 Perşembe

Babama Sarılırdım




Küçük kız, annesiyle yürürken birden durdu.Yağmur damlacıklarıya ıslanan gözlüğünü çıkartarak baktığı şey, babasıyla birlikte bisiklette giden bir başka kız çocuğuydu. Bisikletin arka tarafındaki minder üzerine oturan kız, düşmemek için babasına sıkı sıkı sarılmış ve soğuktan pembeleşen yanaklarını onun sırtına dayamıştı.Adamın ara sıra dönerek söylediği sözler, küçük kızı kıkır kıkır güldürüyordu.
Kaldırımdaki kız bisikletin arkasından bakarken, annesi durumu fark edip:
-Evdekiler yetmiyormuş gibi gözün hala bisikletlerde, diye çıkıştı.Ama eğer beğendiysen, baban onan da alır.
Küçük kız, yumuşak bir sesle:
-Bisiklet değil kıza bakmıştım, dedi. Babası o vaziyette bile kendisiyle sohbet ediyor da...
Annesi, küçük kızı duymamış gibiydi. Onun kürklerle çevrili şapkasını düzeltirken:
-Arkadaşların, bu havada bile okula yürüyerek geliyor,dedi. Halbuki baban, işe giderken de olsa, birkaç dakikasını ayırıp seni mersedesiyle getiriyor.
Kızın gözü yine bisikletteydi.Kadın alaycı bir ifadeyle:
-İstersen baban da seni bisikletle getirsin, diye devam etti. Ne de güzel yakışır, öyle değil mi?
Küçük kız, inci taneleri gibi süzülen gözyaşlarını annesinden saklamaya çalışırken:
-Çok isterdim,diye cevap verdi. Belki de öylelikle, babama sarılırdım.......

7 Nisan 2010 Çarşamba

Sevginizi Söyleyin





Öğretmen, yetişkin sınıflardan birisine şöyle bir ödev verir:

- "Sevdiğiniz birine gidin ve ona kendisini sevdiğinizi söyleyin."

Bir sonraki dersin başında ise öğrencilerden birisi söze şöyle başlar:

- Geçen hafta bize bu ödevi verdiğinizde size sinirlenmiştim. Bu sözleri söyleyebileceğim hiç kimsenin olmadığını düşünüyordum. Eve giderken bir anda yüreğimin sesine kulak verdim. İşte o zaman kime "Seni Seviyorum" diyeceğimi anladım.

Bundan beş yıl önce babamla aramızda bir tartışma geçmişti ve o günden bu yana bu sorunu çözememiştik. Önemli aile toplantılarının dışında birbirimizi görmemeye çalışıyorduk ve hemen hemen hiç konuşmuyorduk. Eve vardığımda babama kendisini çok sevdiğimi söylemeye hazırdım. Bu kararı almak bile üzerimden büyük bir yük kaldırmıştı. Saat 5:30'da annemle babamın evinin kapısını çaldığımda kapıyı babamın açması için dua ettim. Çünkü kapıyı annem açarsa kendimi tutamayıp, ona kendisini sevdiğimi söylemekten korkuyordum. Fakat Allah yardım etti ve kapıyı babam açtı. Hiç zaman kaybetmeden eşikten adımımı attım ve :

- "Baba, buraya seni sevdiğimi söylemeye geldim" dedim. Babam sanki bir anda başka bir adam olmuştu. Yüzündeki ifade yumuşadı, kırışıklıklar yok oldu ve ağlamaya başladı. Kollarını açtı, beni kucakladı ve bana :

- "Ben de seni seviyorum oğlum, ama bunu hiçbir zaman dile getirmedim" dedi.

Fakat sizlere asıl anlatmak istediğim esas nokta bu değil. Babamı ziyaretimden iki gün sonra babam bir kalp krizi geçirdi ve hala hastanede. Şimdi yaşam savaşı veriyor. Şimdi sizlere şu mesajı vermek istiyorum:

- "Yapmanız gerektiğine inandığınız hiçbir şeyi ertelemeyin. Ya babama olan sevgimi ifade etmek için hala bekliyor olsaydım? Yapmanız gerekeni hemen yapın, hiç beklemeden...

Gitme, kal bu şehirde




Güz yaprakları düştü
Gazeller oldu
Bulut indi yeryüzüne
Sevdalı oldu
Bir avuntu biraz keder
Böyle bize neler oldu
Bu ayrılık bir de hasret
Çekilmez oldu
Ay karanlık hep karanlık
Yüzün bize döner oldu
Bir ihtimal daha vardı
Felaket oldu
Gitme gitme gitme kal bu şehirde
Gitme gitme yazık olur bize
Geceler kör dilsiz sanki
Konuşmaz oldu
Hüzünler koyduk üstüste
Ayrılık oldu
Bir avuntu biraz keder
Böyle bize neler oldu
Bu ayrılık bir de hasret
Çekilmez oldu
Ay karanlık hep karanlık
Yüzün bize döner oldu
Bir ihtimal daha vardı
Felaket oldu
Gitme gitme gitme kal bu şehirde
Gitme gitme yazık olur bize

Nazan Öncel

6 Nisan 2010 Salı

Eğri Minare




Süleymaniye Camiinin inşası tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmişti O gün gelince istanbul’un her yanından insanlar bu eşsiz eserin açılışında bulunmak için şehrin bu noktasına akın etmişti Herkes hayranlıkla bu Türk mucizesini seyrediyordu Fakat bunlar arasında bulu nan bir çocuk, “Aaa şu minareye bakın nasıl eğri!” diye bağırıyordu Herkes de bakıyordu ama bir eğrilik görmüyordu Çocuğun minarelerden biri için eğri dediği Mimar Sinan’a kadar ulaştı Koca mimar hemen çocuğun yanına geldi ve ona, “Yavrum hangi minare eğri göster bana” dedi Çocuk da “İşte şu” diye minarelerden birini gösterdi Mimar Sinan hemen adamlarını topladı Uzun halatları biribirine ekletip minareye bağlattı “Çekin yukarı doğru!” diye çektirmeye başladı Çocuğa da, “Oğlum, bak bu minareyi doğrultturuyorum, sen dikkat et, dosdoğru olunca haber ver”

dedi Adamlar gerçekten düzeltiyormuş gibi çekiyorlardı Çocuk bir süre sonra, “Tamam, minare doğruldu” diye bağırdı İşçiler çekme işini bırakıp halatları çözdüler Başından beri olaya tanık olan Sinan’ın ustalarından biri herkesin kafasını kurcalayan soruyu Mimar Sinan’a yöneltti:

- Ulu mimarbaşımız, sen herkesten iyi biliyorsun ki, minarede eğrilik falan yok O halde niçin düzeltmeye kalkıştın?

Mimar Sinan’ın cevabı inceliğin, anlayışın, hoşgörünün simgesi idi:

- Ben bilmez miyim minarede eğrilik olmadığını Ama çocuğun kafasındaki “minare eğri” intibaını da öyle bırakamazdım Bu yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki “eğri” kanaati silinsin Yoksa her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten eğri olduğu şeklinde bir inanç yayılırdı

Elif Aşkı




Çekmez her terazi Elif aşkını
Çık dağlara ünle bağır aşkını
Ateşe atılan bir İbrahim ol
Al eline bir gül çağır aşkını

Düşünme dünyalık ne olur halim
Postun olsun senin eski bir kilim
Uzak mıdır diye sorma menzilim
Seç kendine bir yol çağır aşkını

Bir azık eyle ki mahşere yetsin
İkram et herkese varmadan bitsin
Çıkar elden ne varsa bedava gitsin
Yokluk sat varlık al çağır aşkını

Sıyrılıp nefsinin kötü elinden
Düşmez ise Elif aşkı dilinden
Bir rahmet eserse o Dost ilinden
Düşünme başka hal çağır aşkını

Çekmez her terazi Elif aşkını
Çık dağlara ünle bağır aşkını
Ateşe atılan bir İbrahim ol
Al eline bir gül çağır aşkını


Nuh Keniş

Kaybederken Kazanmak




Bir kaç yıl önce, Seattle Özel Olimpiyatlarında, tümü fiziksel ve
zihinsel özürlü olan dokuz yarışmacı, 100 metre koşusu için başlama
çizgisinde toplandılar. Başlama işareti verilince, hepsi birlikte başladılar, bir hamlede başlamadılar belki ama yarışı bitirmek ve kazanmak için istekliydiler.

Yarışa başlar başlamaz içlerinden genç bir delikanlı tokezleyip yere
duştu ve ağlamaya başladı. Diğer sekiz kisi oğlanın ağlamasını
duydular. Yavaşladılar ve geriye baktılar. Sonra hepsi yönlerini
değiştirdiler ve geriye döndüler ve oğlanın yanına geldiler.
İçlerinden Down Sendrom'lu bir kız eğilip oğlanı öptü ve "Bu onun
daha iyi olmasini sağlar" dedi. Sonra dokuzu birden kolkola girdiler
ve bitiş çizgisine doğru hep birlikte yürüdüler.

Stadyumdaki herkes ayağa kalkıp dakikalarca onları alkışladı. Orada
bulunan insanlar hala bu öyküyü anlatıyorlar. Neden? Çünkü şu tek
şeyi derinden bilmekteyiz :

Bu hayatta önemli olan şey, kendimiz için kazanmaktan cok daha
ötede olan bir şeydir. Bu hayatta önemli olan, yavaşlamak ve rotanızı
değiştirmek anlamına gelse bile diğerlerinin de kazanması için yardım
etmektir.

4 Nisan 2010 Pazar

Özürlü TOPAÇ




Bu yazıyı bir Dostumun tavsiyesi ile gördüm ve çok beğendim. Blog Sahibinden izin almayı bile bekleyemedim. Umarım kızmaz.

Çocuk yogasi öğretmenim Aylin, "oyunlarda kullanabilirim düşüncesiyle her türlü objeyi biriktiriyorum, evde bir dolap dolusu ıvırzıvır var" dediğinde gülümsemiştim sadece... Ne zaman çocuklara ders vermeye başladım, onu çok iyi anladım. Plastik bardaklar, boncuklar, renkli kartonlar, minik taşlar hepsi birikmeye başladı benim evimde de... Artık alışveriş yaparken, en olmadık dükkanda bile bazı objeleri çocuklar yararına nasıl kullanabilirim diye düşünmeye başladım üstelik...


Cumartesi günü öğle saatleri , çocukluk arkadaşım Afrodelfino ile Ankara kalesi çevresinde dolaşıyoruz. Ona; bugün mutlaka Mandal almamız gerektiğinden, Praktikere gittiğimden, orada bile bulamadığımdan bahsediyorum.

Şaşkınlıkla, “ne yapacaksın Mandalı ? “ diyor.
“Pazartesi derste çocuklara oyun oynatacağım” diyorum. Gülümsüyor.

Sonra, oyunu anlatmaya başlıyorum heyecanla....” Tempolu bir müzik çalacak, tamam mı? Ortada mandallar, müzik bitene kadar herkes ortadaki mandallardan alıp üstüne takacak. En çok mandalı üstüne takan birinci... Sonra eşli oynayacağız bu oyunu... Eşine en çok mandalı takan birinci... Sonra grup halinde oynayacağız oyunu... İki grup olacak... Sopalara gerili iki ip düşün. En çok mandalı takan grup birinci... “ Bunu anlatırken, bir yandan da, çocukları minik eteklerine, ufacık pantolonlarına, hatta burunlarına acele ile mandal takmaya çalışırken düşünüyorum. Anlatırken bile eğleniyorum.:)



Kale burası.. Gümüşçüler, seramikçiler, antikacılar var ama mandal bulabileceğim hırdavatçılar da var. Neden olmasın diyoruz, soruyoruz bir dükkana...

Mandal satıyor musunuz?

Dükkan sahibi cevap verirken çözmeye çalışıyor..” Kaleye gelmiş, heralde evde çamaşırı ıslak bırakmış, mandal arıyor ?“ şaşkınlığı devam ederken sadece “Yok bizde” çıkıyor ağzından...

Gözüm mandal arıyor. Renkli bir dolu mandal... Herşey var burada... Yüzükler, antikalar, sepetler, bakır cezveler, renkli lambalar, işli havlular, top top kumaşlar, keçeden işler, oyalar, tahta kaşıklar, heykeller var ama Mandal yok:)

Dolaşmaya devam ediyoruz. Bir tezgahta bir sürü tahta topaç gözüme çarpıyor. Tezgahın sahibi bir uçta boyanmamış olanları boyuyor.

Topaç (!) diyorum. O an beynimde bir ışık yanıyor, hemen mandal ile bağlantı kuruyorum. Oyunda müzik yerine bunu çevirebilirim... Topacın dönüşü bittiğinde mandal oyunu durur böylece... Çok heyecanlanıyorum.

Tezgahın sahibi ile göz göze geliyoruz. Elimi alıyorum birini “Topaç değil mi bu? ” diyorum. İsmi fırıldakta olsa alacağım aslında, heyecandan soruyorum.

Elime aldığım içlerindeki en renklisi... Çocuklar bu topacı görünce nasıl ilgilerini çekecek düşünüyorum bir yandan...

Tezgah sahibi eline alıyor benim seçtiğimi... “Bunu çocuklar için özel yaptım” diyor, bir hikayesi var topacın... Anlatmaya devam ediyor. “Bu renkler diyor sırayla göstererek, çocukların isimlerini söylüyor. Ayşe, Fatma, Ali, Ahmet... Hepsi farklı farklı renk... “ Sonra yere eğilip, topacın ipini çekiyor. Topaç fırıl fırıl dönmeye başlıyor. Devam ediyor anlatmaya “ Şimdi topaç dönüyor ve görüyorsunuz dönerken tüm renkler kayboluyor, tek bir renk oluyor topaç." Ekliyor sonra “Hepimiz farklı farklı olsakta, biriz, hepimiz aynıyız, bunu çocuklara anlatmak için yaptım bu topacı” ... Duygulanarak dinliyorum.

Yerde dönüşünü tamamlayan topaca bakıyorum, aldım, alacağım. Gözüm bir detaya takılıyor "Ama" diyorum " bu topaç özürlü !? ”

Genelde topacın dönen kısmı yuvarlak olur. Elimdekinin yuvarlağının bir köşesi düz... Sanıyorum ki kırıldı orası veya tahtası zarar gördü ama yine de satılıyor.

Gülümsüyor. Hikayeye devam ediyor. “ Bir haftasonu, bir çocuk grubu geziyle geldi buraya... Çok sevdiler topaçları... Sonra grup tezgahın önünden ayrılırken, içlerinden birinin yürüyüşü dikkatimi çekti. Arkadaşlarının arkasında kalmıştı ve yavaş yürüyordu. Bacağında bir özrü olduğunu farkettim. Onun için yaptım ben bu topacı... Yine gelecek buraya biliyorum, bunu ona hediye edeceğim “...

Ağladım ağlayacağım. Ayşe, Fatma, Ali, Ahmet... Hepsi farklı farklı renk, ama beraberken bir renk... Yani aslında hepsi TEK... Bu topacın köşesi özürlü, baktığında tam değil köşesi... Ama döndüğünde tamamlıyor mu yuvarlığı ? O tek rengi, BİR'liği...

Duruyorum öylece... Kalbimde bu hikayenin yankısını dinliyorum. Gülümsüyorum, neden ayaklarımın beni bu tezgaha getirdiğini anlıyorum. İçimde anlatılmaz bir minnet duygusu... Herşeye... Buraya gelişime, bu tesadüfe, hikayeye, mandala, hayatın kendisine ve o güzel çocuğun bize öğrettiklerine...

“Bunu alamam o zaman ben” diyorum. “Onun sahibi var çünkü... Gelecek ya buraya yeniden...”
Tezgahın sahibi gülümseyerek, “Alabilirsiniz” diyor,” O gelene kadar ben yenisini yaparım ona...
” Yapacaksınız ama değil mi? " diye tekrar tekrar soruyorum.
Her seferinde gülümseyerek, başını sallıyor bana...

Topacımı alıyorum. O kadar değerli ki o şimdi... O kadar anlamlı ki...

Umarım; onu her ne nedenle çevirirsem çevireyim, topacın çevresinde onu izleyenler hangi yaşta olursak olalım, tüm renklerimize, tüm farklılıklarımıza, tüm özürlerimize rağmen bize BiR olduğumuzu hatırlar diyorum.

Torbaya bile koydurmadan sarılıyorum topaca... Antikacılar çarşısından çıkarken, elimde topacım, hikayesini ondan dinliyorum defalarca...

Mandallar mı?
Gün bitmeden, yolda bir dükkan görüyoruz.


Dükkan sahibi "Mandal var" diyor, alttaki raftan bir torba çıkarıyor, önüme koyuyor.
Mandallara bakıyorum...
Hepsinin rengi topacın üstündeki renkler ile aynı...
Mandalların hepsi farklı farklı...
İşte o an daha iyi anlıyorum.
Topacı bulmadan, bulamayacağımı Mandalları...

Not: Bu yazı http://burcuca.blogspot.com/ dan alınmıştır

3 Nisan 2010 Cumartesi

EŞEKLE GELEN AYDINLIK




Yıl 1943. Genç Mustafa'nın tayini kütüphaneci
olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi'ne çıkar. Devlet memurluğu o
dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede
heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok.
Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: "Bakın kütüphane bomboş
duruyor, gelin kitap okuyun." Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu
bildirir.
- Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli
alıyon mu, almıyon mu?
- Alıyorum.
- Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak?

Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.

23 yaşındaki genç memur "Ne yapayım, ne yapayım?" diye düşünür
durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce "Deli
misin bey?" der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını
yakından görünce fikri kabullenir. O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, "Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da" zihniyeti aynen var. O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne "Kitap İare Sandığı" yazar.

Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar. Kütüphaneye de bir yazı asar: "Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz."
Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban
çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var. Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.
"Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı
gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak" der.
Mustafa artık Ürgüp'teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel'le köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde
alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde
yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca'nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa'nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.

Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer'e mektup yazar: "Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım" der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine
okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, "kendi görev tanımı dışında davranıyor" diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.

Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp'e "Eşekli Kütüphaneci" Mustafa GÜZELGÖZ ve eşeğinin heykelini dikerler.

Girişimcilik ne biliyor musun? Bulunduğun yere yenilik katmalısın. Mutlaka adım atmalısın. Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş. İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.

Bakın Nevşehir'den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa GÜZELGÖZ ve eşeğinin heykeli var.

Ahmet Şerif İzgören'in "Süpermen Türk Olsaydı Pelerinini Annesi Bağlardı" adlı kitabından alıntı. (Uyarı için teşekkürler Adsız)

2 Nisan 2010 Cuma

HAYATIMDAKİ EN İYİ ÖĞRETMEN




Bu, çok yıllar önce bir ilkokul öğretmenin başından geçen bir hikayedir. Adı Bayan Thompson'du.Ve 5.sınıf öğrencilerinin önünde ayakta durduğu ilk gün
onlara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, onlara baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi.
Bu mümkün değildi, çünkü orada ilk sırada, sırasına adeta çökmüş gibi oturan küçük bir öğrenci vardı. Adı Teddy Stoddard.
Bir önceki yıl, Bayan Thompson,Teddy'yi gözlemiş, onun diğer çocuklarla
oynayamadığını; giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü. Ve,Teddy mutsuz da olabilirdi.
Çalıştığı okulda Byan Thompson, her öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti. Ve Teddy'nin bilgilerini en sona bırakmıştı.
Onun dosyasını incelediğinde şaşırdı. Çünkü birinci sınıf öğretmeni: "Teddy zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve
çok iyi huylu...ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yzmıştı.
İkinci sınıf öğretmeni: "Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki yaşamı çok zor.." diyordu.
Üçüncü sınıf öğretmeni: "Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer birşeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu
etkileyecek." diye yazmıştı.
Dördüncü sınıf öğretmenine gelince: "Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermiyor, hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor." demişti.
Şimdi Bayan Thompson sorunu çözmüştü ve kendinden utanıyordu. Ve öğrenciler ona güzel kağıtlara sarılmış süslü kurdelerele paketlenmiş Noel hediyeleri
getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy'nin armağanı kaba kahverengi bir kese kağıdına beceriksizce sarılmıştı.
Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi. Bazıları paketten çıkan bazı taşları düşmüş ve sahte taşlardan yapılmış bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar, fakat öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı.
O gün okuldan sonra Teddy öğretmenin yanına gelerek "Bayan Thompson, bugün hep annem gibi koktunuz" dedi.
Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat kadar ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma, matematik öğretmekten vaz geçerek onları
eğitmeye başladı.
Teddy'ye özel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken zekasının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesatret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek,Teddy
sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu. Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum yalanına karşın Teddy onun en sevdiği öğrenci olmuştu.
Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Teddy'dendi. Tüm yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu.
Ondan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçti.O notta liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve Bayan Thompson'un hala en hayatında gördüğü en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu.
Dört yıl sonra, bir mektup daha aldı Teddy'den. O arada zamanın onun için zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak için çok çaba sarfetmesi gerektiğini yazıyordu. Ve Bayan Thompson hala onun hayatında tanıdığı en iyi öğretmendi.
Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Ve çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve hala Bayan Thompson onun tanıdığı ve en çok sevdiği öğretmendi. Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu. Theodore F.Stoddard Tıp Doktoru.
Bu hikaye burda bitmedi. Sonra ilkbaharda bir mektup daha aldı Bayan Thompson. Teddy hayatının kızıyla tanıştığını ve evleneceğini yazmıştı. Ve babasının birkaç yıl önce öldüğünü ve Bayan Thompson'un düğünde damadın anne ve babası için ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu, tabii ki oturabilirdi.
Ve tahmin edin ne oldu? O törene giderken birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı ve tabii ki Noel'de Teddy'nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu
söylediği parfümü de sürmeyi ihmal etmedi. Bribirlerini sevgiyle kucaklarlarken,Teddy onun kulağına "Bana inandığınız için çok teşekkürler Bayan Thompson, Beni önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için.." diye fısıldadı.
Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: "Ben sana teşekkür ederim Teddy" dedi. "Sen yanılıyorsun. Ben sana değil, sen bana öğrettin. Seninle
karşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum.!"

1 Nisan 2010 Perşembe

Dün Canım olan




Dün Canım olan
Yarın Düşmanım olmaz benim
Yaşananların hatırı hep saklı kalır
Hatırları hep sorulur selamları hep alınır…

Sildiklerim vardır bir de
onlar yanlışlarım ve pişmanlıklarımdır
Adları anılmaz hatırları sorulmaz
Sadece beddualarımdır

Vicdanla birlikte
Şeref ararım ben sevdiklerimde.

Her zaman doğru değildir elbet seçimlerim
Zaman gelir şerefsizleri de severim

Her yerde gözüm kulağım vardır benim
“Eksik söylemek yalan söylemek değildir” mantığındaki “Çok Dürüstler”?
Beni değil kendilerini kandırırlar yalnızca
Bilmezden gelişim aptala yatışım
Kaybetme korkumdan değil
"Karşımdakinin yalan söyleme potansiyeline olan merakımdandır!!!..."

İnkar olmaz benim hayatımda
Yaşananı “yaşanmamış” saymam
Sayanları da SAYMAM
kelimelere sığmaz
Sayfalar sürer beni anlatmak
Ama ne kadar anlatılırsa anlatılsın
Yaşayan bilir beni yaşamayan anlamaz

Ağırdır sevmelerim her yürek taşıyamaz
Büyüktür umutlarım her omuz kaldıramaz...

Can Dündar

Tahir ile Zühre




Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.

Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç forumdas.net sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Yavuz Bingöl

29 Nisan 2010 Perşembe

Derviş ve Para




Padişahın biri, adamlarından birine bir miktar para verip şehir içindeki dervişlere dağıtmasını söyledi. Adamcağız bir çok dervişin yanına gidip geldi ve ancak parayı olduğu gibi geri getirip padişaha iade etti.

Padişah, (Niçin dağıtmadın?) diye sordu.

Adam, (Padişahım verecek derviş bulamadım) dedi.

Padişah, (Nasıl olur, şehirde yüzlerce derviş vardır) deyince adam, (Efendim, dervişler para kabul etmiyorlar. Para alanlar ise zaten derviş değil ki) diye cevap verdi.

28 Nisan 2010 Çarşamba

Keskin Bıçak




Geldim yarım, kaldım yarım
Neydi, ne oldu şu tez canım
Ertelendim hayattan, sevdim yarım
Derken bugün olmazsa, olur yarın

Kendimden kaçak
Yarim keskin bıçak
Nerde bende o yürek
Yardan cayacak

Kendimden kaçak
Yarim keskin bıçak
Nerde bende o yürek
Yardan cayacak
Hep köşe bucak

Geldim yarım, kaldım yarım
Neydi, ne oldu şu tez canım
Ertelendim hayattan, sevdim yarım
Derken bugün olmazsa, olur yarın

Kendimden kaçak
Yarim keskin bıçak
Nerde bende o yürek
Yardan cayacak

Kendimden kaçak
Yarim keskin bıçak
Nerde bende o yürek
Yardan cayacak
Hep köşe bucak

Ben bu dünyayı anlayamadım
Niyetlendim de altından kalkamadım

Kendimden kaçak
Yarim keskin bıçak
Nerde bende o yürek
Yardan cayacak

Kendimden kaçak
Yarim keskin bıçak
Nerde bende o yürek
Yardan cayacak
Hep köşe bucak

Sezen Aksu

|

27 Nisan 2010 Salı

İyi Haber




Arjantinli ünlü golfçü Robert de Vincenzo, yine bir turnuvayı kazanmış, ödülünü alıp kameralara poz vermiş ve kulüp binasına gidip oradan ayrılmak üzere hazırlanmıştı.

Bir süre sonra binadan çıkıp otoparktaki arabasına yürürken yanına bir kadın yaklaştı. Kadın, başarısını kutladıktan sonra ona çocuğunun çok hasta ve ölmek üzere olduğunu anlattı. Zavallı kadının hastane masraflarını ödemesi olanaksızdı.

Kadının anlattığı öykü de Vincenzo’yu çok etkilemişti, hemen cebinden bir kalem çıkarttı ve turnuvadan kazandığı paranın bir miktarını yazdı çek defterine. Çeki kadının eline sıkıştırırken de ona; "Umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın" dedi.

Ertesi hafta kulüpte öğle yemeği yerken, profesyonel golf derneğinin bir görevlisi yanına gelerek; "Otoparktaki görevli çocuklar geçen hafta turnuvayı kazandıktan sonra yanınıza bir kadının geldiğini ve onunla konuştuğunuzu söylediler bana" dedi. De Vincenzo, evet anlamında başını salladı. "evet" dedi.

Görevli, "Size bir haberim var. O kadın bir sahtekardır. Üstelik hasta bir çocuğu da yok. Sizi fena halde kandırmış arkadaşım."De vincenzo; "Yani ortada ölümü bekleyen bir bebek yok mu?" Dedi. "Hayır, yok" dedi görevli. "İşte bu, bu hafta duyduğum en iyi haber" dedi, de Vincenzo.

26 Nisan 2010 Pazartesi

Hayat ve Ben




Otuzbeşime bastım geçen hafta... İlk yan bitti: Hayat: 1... Ben: 0... Ama belliydi böyle olacağı... Nicedir başlamıştı belirtiler:
Yolda çocuklar "Amca şu to pu atıversene" diye seslendik lerinde kuşkulanmıştım ilkin...
Sonra saçlarımdaki beyaz tel ler tescilledi yarı yolun ufukta göründüğünü...
Baktım, lise fotoğraflarım sa rarmış, sınıf arkadaşlarım yaş lanmış. Eş dost sohbetlerinde sağlık ve çocuk konuşulur ol muş... seyahat ve aşk yerine...
Gök gibi gürlemeye alışkın müzik setimin ses düğmesini kısar olmuşum, içindeki uçurt­manın ipini cekercesine...
"Bizim zamanımızda" diye başlayan nu tuklar atmaya başlamışım mezuniyet törenle rinde -hayret! daha dün değil miydi benimkisi?
Yıllar yılı dudak büktüğüm 'ölümden son ra hayat masalları' na kulak kabartmaya baş­lamışım gizliden gizliye...
İple çektiğim haziranlara sırt çevirmişim.
Yaşamın orta sahasına girmişim... irkilmişim...

* * *

Ruhumun ikizleri yine çekiştiriyorlar kol larımdan.
Biri, "Daha ne gördün ki" diyor yüzünde papatyalarla; "Asıl şimdi başlıyor hayat,..! Bundan sonrası rahat!"
Lakin, "Buydu işte görüp göreceğim" diye efkarlanıyor öteki... "2. yarı geçer hızla/yaşla­nırsın zamanla..."
Yaşı genç olanlar 35'e uzak durduklarını sanarak, "sahi oldu mu o kadar? Hiç göstermiyorsun" tesellisindeler...
35'le çoktan tanış olanlarsa "hayata hoşgeldin" pankartıyla karşılamadalar... ilk yan sa­dece bir ısınmaymış meğer: Asıl ikinci yarıda anlaşılırmış tadı, hayatın... kavganın... aşkın...
Bense şaşkın... devre arası bilancolarındayım:
Son dönemde, kimbilir kaç eski anıyı yaralı ele geçirdim, belleğimin derinliklerinde..?
Kimbilir kaç kez kendime yakalandım, kendimden kaçarken... ve sustum vicdan sor­gularında... Aksisedamla bile dertleşmedim.
Meğer ne yaman serüvenmiş hayat?
Bazen yediveren gülleri gibi bereketli... Sanki hayat değil, Körfez Krizi mübarek: Bir koyup, beş alıyorsun... Yaşıyor, seviyor ve se viliyorsun...
Bazense kıtlıktan kırılıyor ortalık...şaşıp kalıyorsun...
Oysa -herkes bilmezden gelse de-skoru belli oyunun:
30'larda dedeni ve nineni kaybe diyorsun. 40'lannda anneni ve ba bam... ve 70'inde kendini...

* * *

Şimdi devre arası/yolun yarısı...
Bugüne dek ancak tanıştık hayat la...
Ben O'na kendimi tanıttım... O bana kendimi...
Göğsüme madalya gibi dizdim hatalarımı... (Zaferlerim onlar be nim... Olgunluğumun yapıtaşları...)
...Ve derin bir yara gibi sakladım başarılarımı... Asansör çıkarken yukarı, dönüp bakmadım aşağı... Dönmesin diye başım...
Ben istikballe arkadaşım...

* * *

Ne var ki yarım her şey... Hayat da yarım, sevdalar da... Daha diyeti ödenmedi sevinçle­rin... ihanetlerin hesabı sorulamadı... Nazım'ın dediği gibi "kopardım portakalı dalın dan/ Ama kabuğu soyulamadı/ Sevdalara do yulamadı..."
"Doydum" diyen görmedim ki zaten ben...
Hiç doyulmaz ki zaten...
Lakin gel de zamana anlat bunu...
Sahi nedir bu telaş, bu kin? Sanki ölüye can yetiştireceksin..

* * *

Baktım ki ikinci yan kapıda... ve hayatın ceza sahası yakın...
Doldurdum bir kara kutuya 35 yılın hesabını. Acılar, sancılar bir çekmecede, sevdalar diğerinde... Bir yerde hüzünler ve korkular, bir üstte sevinçler ve zaferler... Kat kat, dizi dizi dizdim kullanılmış takvimlerimi...
Sabırla kapattım kutuyu, sevgiyle mühürledim ağzını...
İlk yarı bilançom o benim:
Yangında ilk kurtarılacak... kazada ilk açı lacak...
Yarımlar tam olduğunda kara kutuyu açıp bakanlar teşhis, koyacaklar halime... "Çok mutlu olmuş, fazla yüksekten uçmuş zavallı" diyecekler, ya da "sebepsiz alçalmış... Bile bi le vurmuş kendini dağlara..."
Fakat kara kutu ancak bir kısmını söyleye cek hikayenin...
Kalanı benimle gelecek...
Dağların yamaçlarına savuracağım en mahrem hatıralarımı...
Reyhanlar saklayacak sırlarımı..
Skoru bir tek Ege'nin sulan bilecek... Deni ze kavuşabilirse eğer içimdeki nehir... Hayat: 0... Ben: 1

Can Dündar

En güzel aşk zor olandır





Haber saldım dört bir yana
Karanfiller susuz kalmış
Muhabbete dost aradım
Bu şehri periler sarmış

Bitip tükenmez sigaram
Ciğerim nefessiz kalmış
Her şey yalan olsa bile
En güzel aşk zor olandır

Söyle bana güzel kadın
Her şey yerli yerinde mi?
Bırakıp gittiğim gibi
Deniz mavi gök yeşil mi?
Haluk Levent


haluk levent en güzel aşk zor olandır.ekoç | izlesene.com

24 Nisan 2010 Cumartesi

İyilik Eden İyilik Bulur




İskoçya’da yoksul mu yoksul Fleming adında bir çiftçi yaşardı. Bir gün tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Sesin geldiği yere koştuğunda, bataklığa beline kadar batmış bir çocuğun, kurtulmak için çırpındığını gördü. Çocuk, bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çiftçi çocuğu bataklıktan çıkararak ölümden kurtardı. Ertesi gün Fleming’in evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık giyimli bir aristokrat indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendini.

- Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum, dedi. Yoksul ve onurlu Fleming :

- Kabul edemem, diyerek ödülü geri çevirdi. Tam bu sırada kapıdan çiftçinin küçük oğlu göründü.

- Bu senin oğlun mu?, diye sordu aristokrat.

- Evet, dedi çiftçi gururla. Aristokrat devam etti:

- Gel seninle bir anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver, iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur.

Bu konuşmalar sonunda Fleming’in oğlu aristokratın desteğinde eğitim gördü. Aradan yıllar geçti. Çiftçi Fleming’in oğlu Londra’daki St. Mary’s Hospital Tıp Fakültesinden mezun oldu ve tüm dünyaya adını “Penisilin”i bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurdu. Bir süre sonra aristokratın oğlu zatürreeye yakalandı. Onu Penisilin kurtardı ! Aristokratın adı Lord Randolp Churchill’di.... Oğlunun adı ise Sir Winston Churchill. Kurtaran doktor, çiftçinin oğlu Sir Alexander Fleming’di.

Fotoğraf: www.netfotograf.com

23 Nisan 2010 Cuma

Ahde Vefa




Sevgili Sufi Dostun Bloğundaki bugünkü yazısını okuyunca aklıma hemen bu hikaye geldi ve paylaşmak istedim. Umarım beğenirsiniz.

Hz.Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girerler, derlerki
-Ey halife bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.
Bu söz üzerine Hz.Ömer suçlanan gence dönerek:
-Söyledikleri doğrumu diye sorar.
Suçlanan genç derki evet doğru bu söz üzerine Hz Ömer:
-Anlat bakalım nasıl oldu diye sorar.
Bunun üzerine genç anlatmaya başlar,derki :
-Ben bulunduğum kasaba hali vakti yerinde olan bir insanım ailemle beraber gezmeye çıktık kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Hayvanlarımın arasında bir güzel atım varki dönen bir defa daha bakıyor hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyva koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş attı atım oracıkta öldü, nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş attım babası öldü, kaçmak istedim, fakat arkadşlar beni yakaladı,durum bundan ibaret,dedi.
Bu söz üzerine Hz Ömer söyleyecek bir şey yok bu suçun cezası idam, madem suçunu da kabul ettin...
Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:
-Efendim bir özrüm var, ben memleketinde zengin bir insanım babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı, gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım şimdi siz bu cezayı ifnaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettğiniz için Allah indin'de sorumlu olursunuz, bana üç gün izin veriseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün için de yerime birini bulurum der.
Hz Ömer dayanamaz derki:
-Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalırki? der,
Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar derki,
-Bu zat benim yerime kalır, o zat Hz peygamber (s.a.v) efendimizin en iyi arkadaşlarından, daha yaşarken cennetle müjdelen Amr ibni Asr' dan başkası değildir. Hz Ömer Amr 'a dönerek
-Ey amr delikanlıyı duydun, der.
O yüce sahabi:
-Evet, ben kefili, der ve genç adam serbest bırakılır.

Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur, Medinenin ileri gelenleri Hz Ömere çıkarak gencin gelmeyeceğini, dolayısıyla Amr ibni Asr'a verilecek idamın yerine, maktülün diyetinin verilmesini teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz, derler.
Hz Ömer kendinden beklenen cevabı verir, derki,
-Bu kefil babam olsa farketmez, cezayı infaz ederim.
Hz Amr ibni Asr ise tam bir teslimiyet içerisinde derki,
-Biz de sözümüzün arkasındayız.
Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür.
Hz Ömer gence dönerek derki,
-Evladım gelmeme gibi önemli bir fırsatın vardı neden geldin.
Genç vakurla başını kaldırır ve:
-Ahde vefasızlık etti demeyesiniz diye geldim, der.
Hz Ömer başını bu defa çevirir ve Amr ibni Asr'a derki,
-Ey amr sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasıl oldu da onun yerine kefil oldun?
Amr ibni Asr :
-Bu kadar insanın içerisinden beni seçti, insanlık öldü dedirtmemek için kabul ettim der.
Sıra gençlere gelir derlerki,
-Biz bu davadan vazgeçiyoruz, bu sözün üzerine Hz Ömer :
-Ne oldu biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da vazgeçiyorsunuz?
Gençlerin cevabı dehşetlidir :
- Merhametsiz insan kalmadı deneyesiniz diye.

22 Nisan 2010 Perşembe

Sevgi Başarı ve Zenginlik




Bir kadın, evinden dışarı çıkar ve uzun beyaz sakallı üç yaşlı
adamın evinin önünde oturduklarını görür. Onları tanımaz.

- "Ben sizi tanımıyorum ama aç olmalısınız" der.
"Lütfen içeriye gelin ve bir şeyler yiyin."

- "Evin erkeği içerde mi?" diye sorarlar adamlar.

- "Hayır" der kadın. "O dışarıda."

- "Öyleyse içeri gelemeyiz" diye cevap verirler.

Akşam olup kadının kocası eve geldiğinde,
kadın başından geçenleri kocasına anlatır.

- "Git onlara söyle ben evdeyim içeri gelebilirler" der.

Kadın dışarı çıkar ve onları içeri davet eder.

- "Hepimiz aynı anda içeri girmeyiz." der ya lı adamlar.

Kadın öğrenmek ister ;

- "Niye giremezsiniz?"

Yaşlı adamlardan bir tanesi açıklar :

- "Onun adı ZENGİNLİK" der ve bir arkadaşını gösterir,
bir diğerini işaret eder,"O BAŞARI",
ben de SEVGİ." Sonra ekler ; "Şimdi içeri gir ve
kocanla konuş, hangimizi evinizde istersiniz?"

Kadin içeri girip söylenenleri kocasına anlatır.
Adam duyunca neşelenir.

- "Ne güzel!" der, "madem öyle, Zenginliği içeri
çağıralım ve evimizi zenginlikle doldursun."

Karısı itiraz eder ;

- "Canım, niçin başarıyı çağırmıyoruz?"

Bu sırada konuştuklarını evin diğer köşesinde bulunan
gelinleri duyar. Zıplayarak gelir ve kendi fikrini söyler.

-"Sevg'yi çağırsak daha iyi olmaz mı?
Evimiz sevgiyle dolar!"

- "Gelinimizin önerisini dikkate alalım" der adam karısına.
"Dışarı çık ve Sevgiyi bizim misafirimiz olması için davet et."

Kadın dışarı çıkar ve üç yaşlı adama sorar ;

- "Hanginiz Sevgi? Lütfen içeri gel ve misafirimiz ol".

Sevgi ayağa kalkar ve eve doğru yürümeye başlar.
Diğer iki yaşlı adam da onu takip ederler. Kadın şaşırmış
bir şekilde Zenginlik ve Başarıya sorar :

- "Ben sadece Sevgiyi davet ettim, siz niye geliyorsunuz?"

Zenginlik ve Başarı bir ağızdan cevap verirler :

- "Eğer Zenginlik ya da Başarıyı davet etmiş olsaydın
diğer ikisi dışarıda kalırdı ama sen Sevgiyi davet ettin.
O nereye giderse biz de oraya gideriz.
Nerede Sevgi varsa,
orada Başarı ve Zenginlik de vardır!"

Bazen








































20 Nisan 2010 Salı

Böyledir bizim sevdamız




Yüce dağlar başında mı
Zemherinin kışında mı
Şu gönlümün bir umudu
Gözlerimin yaşında mı

Kırılsa da kanadımız
Asiye çıksa adımız
Duyan duysun bilen bilsin
Böyledir bizim sevdamız

Zülfü Livaneli

böyledİr bİzİm sevdamiz-zülfü lİvanelİ | izlesene.com

17 Nisan 2010 Cumartesi

Sakat Arkadaş





Vietnam Savaşı sonrası... Evine dönmekte olan bir asker San Francisco'dan ailesini aradı: "Anne, baba eve dönüyorum, ama sizden bir şey rica ediyorum. Yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum."

"Memnuniyetle, O'nunla tanışmak isteriz", diye cevapladılar. Oğulları "Bilmeniz gereken bir şey daha var." diye devam etti.

"Arkadaşım savaşta ağır yaralandı, bir mayına bastı ve bir koluyla ayağını kaybetti. Gidecek hiçbir yeri yok ve O'nun gelip bizimle kalmasını istiyorum."

"Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum. Belki O'nun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz."

"Hayır. Anne, baba O'nun bizimle kalmasını istiyorum."

"Oğlum." dedi babası. "Bizden ne istediğini bilmiyorsun. O'nun gibi özürlü biri bize korkunç yük olur. Bizim kendi hayatımız var ve bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz. Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin. O kendi başının çaresine bakacaktır."

Oğlu o anda telefonu kapattı.

Ailesi O'ndan bir süre haber alamadı. Ama birkaç gün sonra, San Francisco polisinden bir telefon geldi. Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler. Polis bunun intihar olduğuna inanıyordu. Üzüntü dolu anne-baba hemen San Francisco'ya uçtular ve oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler.

Anne-baba oğullarını hemen tanıdılar yalnız bilmedikleri bir şeyi de öğrenince dehşete düştüler:

Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı...

Büyük İnsan




At, savur at sevdayı bir yere fırlat
Bitti sayıp acıyı kaldır öyle yat
Sor, herkese sor acılar unutuluyor
Ağlayınca gözlerinden silinmiyor
Aşk her defasında bak bulunuyor
Bırakırım zamanı öyle biraz da
Sen olmadan da yine geçer nasılsa
Hatırla bunları sakın unutma
Diyordun ama o zaman gülüyordun
Yanımdaydın, canımdaydın
Şimdi nasıl geçer bu ömür?

Susma söyle nasıl yaşar böyle insan!
Susma konuş, hadi anlat büyük insan!
Söyle bir aşk mı çare olurdu zaman mı ?
Böyle kaldırıp atardık ya sevdayı!

Susma söyle nasıl yapar bunu insan?
Susma nasıldı anlat hadi ayrılırsam!
Söyle hayat mı çare bulurdu kendin mi?
Böyle büyük aşklar böyle mi biterdi?

At, silip at aşkları bir yere fırlat
Bitti say ki derdini kaldır öyle yat
Sor, ne olur sor sen benden ayrılırsan
Ne olur düşümde bir ömrü durdursan
Aşk her defasında bende ararsam
Bırakırım kendimi öyle biraz da
Sen olmadan da ben yaşarım nasılsa
Hatırla bunları sakın unutma
Diyordun ama o zaman gülüyordun
Yanımdaydın, canımdaydın
Şimdi nasıl geçer bu ömür?

Susma söyle nasıl yaşar böyle insan!
Susma konuş hadi anlat büyük insan!
Söyle bir aşk mı çare olurdu zaman mı böyle?
Kaldırıp atardık ya sevdayı!

Susma söyle nasıl yapar bunu insan
Susma nasıldır anlat hadi ayrılırsam
Söyle hayat mı çare bulurdu kendin mi böyle
Büyük aşklar böyle mi biterdi

Susma hani aşk insanı zaten bulurdu?
Susma hani yıllar aşka çare olurdu?
Söyle yıllar mı daha hızlı bir kurşun mu?
Böyle sensiz her gün biraz yok oluşum mu?


gökhan türkmen - büyük İnsan | izlesene.com

16 Nisan 2010 Cuma

İki Bardak Su




Çok eski zamanda, bir hükümdar varmış. Zenginliği tüm dünyaca bilinirmiş. Hükümdar her gittiği yere hazinesinin bir bölümünü götürür ve bunları sergilemekten büyük onur duyarmış.

Hükümdarın yaşamda en çok güvendiği, tek akıl hocası bir bilge kişiymiş.

Günlerden bir gün bu bilge kişiyle otururken hükümdar şöyle bir soru sormuş:

"Sen ki göğün gizemine ermiş, bilime yön vermiş bir adamsın.

İnsanlar, ister hükümdar denli güçlü, ister savasçılar denli onurlu olsun ayağına kapanır ağzından çıkacak bir sözü beklerler. Şimdi senin gibi bilge bir adamın fikrini merak etmekteyim,

"Benim hükümdarlığım ve servetim hakkında ne düşünüyorsun?"

Bilge bu soru karşısında hükümdarın gözlerine bakarak şu sözleri söylemiş:

"Diyelim ki hükümdarım, kızgın ve uçsuz bir çöldesiniz.

Ölmemek için, size uzatacağım bir bardak suya servetinizin yarısını verir miydiniz?"

"Verirdim tabii."

"Zaman geçti diyelim susuzluğunuz arttı,

size uzatacağım bir sonraki bardağa servetinizin öteki yarısını da verir miydiniz?"

Hükümdar biraz düşünür ve ardından " Ölmemek için evet" der.

Bunun üzerine bilge kişi gülerek şu sözleri söylemiş:

"Madem öyle, o zaman övünmeyin fazlaca.

Çünkü haşmetlim, sizin servetiniz yalnızca; iki bardak sudur."

15 Nisan 2010 Perşembe

Kadınlar Ne İster




Harun Resit, savasta esir aldigi dusman generale

-Hayatını bağışlarım, der, ama bir şartım var:
Kadinlar hayatta en cok ne ister, budur bilmek istedigim. Bu
sorunun
yanıtını getir; kurtar kelleni.' der.

General sorar sorusturur, bu çetin sorunun yanitini arar ve
Kafdagi'ndaki
bir cadinin bunu bildigini ogrenir. Gunlerce gecelerce at kosturur,
cadiyi
arar bulur ve sorar

- Kadinlar hayatta en cok ne ister?'
Korkunc cadinin, yanit icin oyle bir sart ileri surer ki yenilir
yutulur
degil.

'-Evlen benimle, o zaman öğrenirsin istedigini.'
Bu ölümcül teklifi, kabul eder General ve dogru yanıtı alır almaz
koşar
Harun Reşid'e:

'-Kadınlar, en çok kendi özgür iradeleriyle hareket etmek ister.'
Harun Resit bizimkinin hayatini bagislar ya; cadiyla evlenmek icin
de soz
verilmistir. Evlenirler.

O ilk gece; general bir bakar ki o korkunc cadi, dunyalar guzeli
bir afete
donusmus, karanlik odada.Konusur cadi:

'-Benim kaderim boyle; gunun sadece yarisi guzel olabilirim, diger
yarisi
ise cirkinim. Ne dersin geceleri seninleyken mi, yoksa gunduzleri
disaridayken mi guzel olayim?

General dusunur ve
'-Sen bilirsin, kararini kendin ver' der; iste o andan itibaren
korkunc cadi
sonsuza dek cok güzel bir kadin olarak kalir.'

Fotoğraf: www.netfotograf.com

14 Nisan 2010 Çarşamba

Anne Sevgisi





Bebeğimi görebilir miyim?" dedi yeni anne...

Kucağına yumuşak bir bohça verildi ve mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağı açtı ve şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu! Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan bakmaya başladı. Bebeğin kulakları yoktu...

Muayenelerde, bebeğin duyma yetisinin etkilenmediği, sadece görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı.

Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu...

Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığı idi;

Ağlayarak: "Büyük bir çocuk bana ucube dedi..."

Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça da başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi; eğer insanların arasına karışmıl olsaydı.

Annesi, her zaman ona "Genç insanların arasına karışmalısın" diyordu, ancak aynı zamanda yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu...

Delikanlının babası, aile doktoruyla oğlunun sorunu ile ilgili görüştü;

- "Hiçbir şey yapılamaz mı?" diye sordu.

Doktor : - "Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir" dedi.

Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı. İki yıl geçti bir gün babası :

- "Hastaneye gidiyorsun oğlum, annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk ancak unutma bu bir sır..." dedi.

Operasyon çok başarılı geçti ve adeta yeni bir insan yaratıldı. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat oldu. Yıllar geçti, bir gün babasına gidip sordu:

- "Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım..."

Bir şey yapabileceğini sanmıyorum" dedi babası, "Fakat anlaşma kesin, şu anda öğrenemezsin, henüz değil..."

Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi...

Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesı başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavasça annesinin başına elini uzattı; kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru itti; annesinin kulakları yoktu...

- "Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu" diye fısıldadı babası...

- "..ve hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?"

Fotoğraf: www.netfotoğraf.com'dan alınmıştır

13 Nisan 2010 Salı

Son Ders




İki ay ömrü kaldığı söylenen profesörün son dersi

amatör - 2 ay ömrü kalan profesörün son dersi | izlesene.com

10 Nisan 2010 Cumartesi

Mükemmel




Hikayesini çoğu kişi duymuştur belki ama videosunu yeni gördüm ve paylaşmak istedim.Umarım beğenirsiniz.


salyangoz- Duygusal kısa film
Yükleyen hatira18. - Filmler ve diziler Dailymotion'da

BİLGE ile KÖPEK





Bir bilge, bir göletin başında oturmaktadır. Susuzluktan kırılan bir köpeğin devamlı olarak gölete kadar gelip, tam su içecekken kaçması dikkatini çeker. Dikkatle izler olayı. Köpek susamıştır ama gölete geldiğinde sudaki yansımasını görüp korkmaktadır. Bu yüzden de suyu içmeden kaçmaktadır. Sonunda köpek susuzluğa dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi yansımasını görmediği için suyu içer. O anda bilge düşünür:
-Benim bundan öğrendiğimm şu oldu,der.
-Bir insanın istekleri ile aras೩ndaki engel, çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır. Kendi içinde büyüttüğü engellerdir. İnsan bunu aşarsa, istediklerini elde edebilir.
Ama biraz daha düşününce aslında gerçek öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür. Asıl öğrendiği şey, insanın bir bilge bile olsa bir köpekten öğrenebileceği bilginin var olduğudur. Bu yüzden ne varsa paylaş, senden de öğrenilecek bir şeyler vardır diğer insanlar için…
Her insanın bir hikâyesi ve söyleyecek bir sözü mutlaka vardır.

Kadınlar Anlar




Karımı 1998'in sonbaharında kaybettim... Yedi senelik evliliğimizin iki senesini kanser tedavisi için hastanelerde geçirmiştik. Karim, her evlilik yıldönümümüzde ikimizin fotoğrafını çerçeveler, "Bunlar bizim hayatimizin gölgeleri" derdi.. Öldüğünde, yedi tane resmimiz vardı. 97'in bir gecesinde onu aldattım. Oysa ona sürekli onu ne kadar çok sevdiğimi ve sonsuza kadar sadık alacağımı söylerdim. Ölmeden iki hafta önce yine aynı şeyi tekrarladım. Tuhaf bir gülümsemeyle baktı bana ve sadece: "Biliyorum" dedi. İzmir’e kar yağdığı gün, yani bir ay önce,evdeydim. Fotoğraflarımıza bakıyordum yine... Her çerçevenin altında bir harf olduğunu ilk kez o gün fark ettim.
- A.
- R.
- K.
- A.
- S.
- I.
- N.
Gerisi için yılları yetmemişti. Ama sanırım "Arkasına bak" yazmaya filan niyetlenmişti. Hemen çerçevelerin arkasına baktım. Hiçbir şey yoktu. Sonra bir şey dürttü beni, hepsini teker teker söktüm. inanabiliyor musunuz, her birinin arkasından bir mektup çıktı! Geçirdiğimiz her sene için sevgi dolu sözler yazmıştı. 1997'deki resmimizin içinden çıkan zarf ise simsiyahtı. Ve içinden su sözler çıktı: "14 Mart 1997/Gözlerin bana başka birine dokunmuş gibi baktı/ Söylemene gerek yok, biliyorum..." 2002'deyiz. Onu kaybedeli 4, aldatalı 5 yıl oluyor. İçim acıyor simdi. Çünkü kadınlar biliyor, hissediyor... Seni seviyorum diyenin sevgisinden şüphe et, çünkü; aşk sessiz, sevgi dilsizdir...

9 Nisan 2010 Cuma

Yağmur




Yağmur yağıyor. Mutfak camındayım. Nasıl üşüdüğümü
bilemezsin. Menekşelerim çiçek vermiyor artık anne.
Söylediğin gibi hep dibinden su verdim ama…

Şimdi telefon açsam sana, sesini duymak da yetmiyor ki.
Hep aynı cümleler; “Babamlar nasıl, ilacını aldın mı?”
Nedenini bilmediğim bir ağlamak var içimde.
Bir yerlere sığdıramıyorum yüreğimi. Bazen mutfakta
dalıp giderdin yemek yaparken, tahta kaşıkla
tencerenin başında öylece ne düşünürdün acaba?
Özlemek çok fena anne. Anlamak seni; daha da fena…

Omuzlarım ağrıyarak uyanıyorum sabahları.
Benim kızımın omuzlarımı ovmasına daha çok var.
Gittikçe sana mı benziyorum ben, ya da
“Annenin kaderi kıza” dedikleri doğru mu?
“Baban eskitir her şeyi kızım” demiştin bir kez,
anlamamışım meğer, eskiyormuş anneciğim.
Omzunu ovacak kalmıyormuş meğer aynı evin içinde.
Şimdi duysan bunları ne üzülürsün; mutsuz mu kızım diye,
çoktan kendinden vazgeçmiş bir sesle. Mutsuz değilim de anne,
yağmura ve mutfağımdaki kedere çare bulamıyorum.

Evimi topluyor, toz alıyor, patlıcan kızartıyor,
televizyon seyrediyor, akşam çalan kapıyı açıyorum,
açtığımı gören olmuyor.
Pişirdiğim yeniyor da, güzel olmuş denmiyor.
Çay demleniyor, demleniyor, demleniyor…

Kederim mutfağımın her yerine yerleşiyor.
Ah nasıl eskiyor her şey anne, nasıl eskiyor.
Eskilerimi de atmaya kıyamıyorum. Seni çok özlüyorum.
Bana yasakladığın bahçeler, sana da mı uzaktı hep?
Gidemeyişine ağladın mı sende? Ne zaman eskiyor sevgiler?
Ödenen bedellerin acısı geçince mi? İşte böyle,
kalbimde bir acı. Şarkılar seni söyler.

İclal Aydın

müzik - iclal aydın - yağmur | izlesene.com

8 Nisan 2010 Perşembe

Babama Sarılırdım




Küçük kız, annesiyle yürürken birden durdu.Yağmur damlacıklarıya ıslanan gözlüğünü çıkartarak baktığı şey, babasıyla birlikte bisiklette giden bir başka kız çocuğuydu. Bisikletin arka tarafındaki minder üzerine oturan kız, düşmemek için babasına sıkı sıkı sarılmış ve soğuktan pembeleşen yanaklarını onun sırtına dayamıştı.Adamın ara sıra dönerek söylediği sözler, küçük kızı kıkır kıkır güldürüyordu.
Kaldırımdaki kız bisikletin arkasından bakarken, annesi durumu fark edip:
-Evdekiler yetmiyormuş gibi gözün hala bisikletlerde, diye çıkıştı.Ama eğer beğendiysen, baban onan da alır.
Küçük kız, yumuşak bir sesle:
-Bisiklet değil kıza bakmıştım, dedi. Babası o vaziyette bile kendisiyle sohbet ediyor da...
Annesi, küçük kızı duymamış gibiydi. Onun kürklerle çevrili şapkasını düzeltirken:
-Arkadaşların, bu havada bile okula yürüyerek geliyor,dedi. Halbuki baban, işe giderken de olsa, birkaç dakikasını ayırıp seni mersedesiyle getiriyor.
Kızın gözü yine bisikletteydi.Kadın alaycı bir ifadeyle:
-İstersen baban da seni bisikletle getirsin, diye devam etti. Ne de güzel yakışır, öyle değil mi?
Küçük kız, inci taneleri gibi süzülen gözyaşlarını annesinden saklamaya çalışırken:
-Çok isterdim,diye cevap verdi. Belki de öylelikle, babama sarılırdım.......

7 Nisan 2010 Çarşamba

Sevginizi Söyleyin





Öğretmen, yetişkin sınıflardan birisine şöyle bir ödev verir:

- "Sevdiğiniz birine gidin ve ona kendisini sevdiğinizi söyleyin."

Bir sonraki dersin başında ise öğrencilerden birisi söze şöyle başlar:

- Geçen hafta bize bu ödevi verdiğinizde size sinirlenmiştim. Bu sözleri söyleyebileceğim hiç kimsenin olmadığını düşünüyordum. Eve giderken bir anda yüreğimin sesine kulak verdim. İşte o zaman kime "Seni Seviyorum" diyeceğimi anladım.

Bundan beş yıl önce babamla aramızda bir tartışma geçmişti ve o günden bu yana bu sorunu çözememiştik. Önemli aile toplantılarının dışında birbirimizi görmemeye çalışıyorduk ve hemen hemen hiç konuşmuyorduk. Eve vardığımda babama kendisini çok sevdiğimi söylemeye hazırdım. Bu kararı almak bile üzerimden büyük bir yük kaldırmıştı. Saat 5:30'da annemle babamın evinin kapısını çaldığımda kapıyı babamın açması için dua ettim. Çünkü kapıyı annem açarsa kendimi tutamayıp, ona kendisini sevdiğimi söylemekten korkuyordum. Fakat Allah yardım etti ve kapıyı babam açtı. Hiç zaman kaybetmeden eşikten adımımı attım ve :

- "Baba, buraya seni sevdiğimi söylemeye geldim" dedim. Babam sanki bir anda başka bir adam olmuştu. Yüzündeki ifade yumuşadı, kırışıklıklar yok oldu ve ağlamaya başladı. Kollarını açtı, beni kucakladı ve bana :

- "Ben de seni seviyorum oğlum, ama bunu hiçbir zaman dile getirmedim" dedi.

Fakat sizlere asıl anlatmak istediğim esas nokta bu değil. Babamı ziyaretimden iki gün sonra babam bir kalp krizi geçirdi ve hala hastanede. Şimdi yaşam savaşı veriyor. Şimdi sizlere şu mesajı vermek istiyorum:

- "Yapmanız gerektiğine inandığınız hiçbir şeyi ertelemeyin. Ya babama olan sevgimi ifade etmek için hala bekliyor olsaydım? Yapmanız gerekeni hemen yapın, hiç beklemeden...

Gitme, kal bu şehirde




Güz yaprakları düştü
Gazeller oldu
Bulut indi yeryüzüne
Sevdalı oldu
Bir avuntu biraz keder
Böyle bize neler oldu
Bu ayrılık bir de hasret
Çekilmez oldu
Ay karanlık hep karanlık
Yüzün bize döner oldu
Bir ihtimal daha vardı
Felaket oldu
Gitme gitme gitme kal bu şehirde
Gitme gitme yazık olur bize
Geceler kör dilsiz sanki
Konuşmaz oldu
Hüzünler koyduk üstüste
Ayrılık oldu
Bir avuntu biraz keder
Böyle bize neler oldu
Bu ayrılık bir de hasret
Çekilmez oldu
Ay karanlık hep karanlık
Yüzün bize döner oldu
Bir ihtimal daha vardı
Felaket oldu
Gitme gitme gitme kal bu şehirde
Gitme gitme yazık olur bize

Nazan Öncel

6 Nisan 2010 Salı

Eğri Minare




Süleymaniye Camiinin inşası tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmişti O gün gelince istanbul’un her yanından insanlar bu eşsiz eserin açılışında bulunmak için şehrin bu noktasına akın etmişti Herkes hayranlıkla bu Türk mucizesini seyrediyordu Fakat bunlar arasında bulu nan bir çocuk, “Aaa şu minareye bakın nasıl eğri!” diye bağırıyordu Herkes de bakıyordu ama bir eğrilik görmüyordu Çocuğun minarelerden biri için eğri dediği Mimar Sinan’a kadar ulaştı Koca mimar hemen çocuğun yanına geldi ve ona, “Yavrum hangi minare eğri göster bana” dedi Çocuk da “İşte şu” diye minarelerden birini gösterdi Mimar Sinan hemen adamlarını topladı Uzun halatları biribirine ekletip minareye bağlattı “Çekin yukarı doğru!” diye çektirmeye başladı Çocuğa da, “Oğlum, bak bu minareyi doğrultturuyorum, sen dikkat et, dosdoğru olunca haber ver”

dedi Adamlar gerçekten düzeltiyormuş gibi çekiyorlardı Çocuk bir süre sonra, “Tamam, minare doğruldu” diye bağırdı İşçiler çekme işini bırakıp halatları çözdüler Başından beri olaya tanık olan Sinan’ın ustalarından biri herkesin kafasını kurcalayan soruyu Mimar Sinan’a yöneltti:

- Ulu mimarbaşımız, sen herkesten iyi biliyorsun ki, minarede eğrilik falan yok O halde niçin düzeltmeye kalkıştın?

Mimar Sinan’ın cevabı inceliğin, anlayışın, hoşgörünün simgesi idi:

- Ben bilmez miyim minarede eğrilik olmadığını Ama çocuğun kafasındaki “minare eğri” intibaını da öyle bırakamazdım Bu yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki “eğri” kanaati silinsin Yoksa her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten eğri olduğu şeklinde bir inanç yayılırdı

Elif Aşkı




Çekmez her terazi Elif aşkını
Çık dağlara ünle bağır aşkını
Ateşe atılan bir İbrahim ol
Al eline bir gül çağır aşkını

Düşünme dünyalık ne olur halim
Postun olsun senin eski bir kilim
Uzak mıdır diye sorma menzilim
Seç kendine bir yol çağır aşkını

Bir azık eyle ki mahşere yetsin
İkram et herkese varmadan bitsin
Çıkar elden ne varsa bedava gitsin
Yokluk sat varlık al çağır aşkını

Sıyrılıp nefsinin kötü elinden
Düşmez ise Elif aşkı dilinden
Bir rahmet eserse o Dost ilinden
Düşünme başka hal çağır aşkını

Çekmez her terazi Elif aşkını
Çık dağlara ünle bağır aşkını
Ateşe atılan bir İbrahim ol
Al eline bir gül çağır aşkını


Nuh Keniş

Kaybederken Kazanmak




Bir kaç yıl önce, Seattle Özel Olimpiyatlarında, tümü fiziksel ve
zihinsel özürlü olan dokuz yarışmacı, 100 metre koşusu için başlama
çizgisinde toplandılar. Başlama işareti verilince, hepsi birlikte başladılar, bir hamlede başlamadılar belki ama yarışı bitirmek ve kazanmak için istekliydiler.

Yarışa başlar başlamaz içlerinden genç bir delikanlı tokezleyip yere
duştu ve ağlamaya başladı. Diğer sekiz kisi oğlanın ağlamasını
duydular. Yavaşladılar ve geriye baktılar. Sonra hepsi yönlerini
değiştirdiler ve geriye döndüler ve oğlanın yanına geldiler.
İçlerinden Down Sendrom'lu bir kız eğilip oğlanı öptü ve "Bu onun
daha iyi olmasini sağlar" dedi. Sonra dokuzu birden kolkola girdiler
ve bitiş çizgisine doğru hep birlikte yürüdüler.

Stadyumdaki herkes ayağa kalkıp dakikalarca onları alkışladı. Orada
bulunan insanlar hala bu öyküyü anlatıyorlar. Neden? Çünkü şu tek
şeyi derinden bilmekteyiz :

Bu hayatta önemli olan şey, kendimiz için kazanmaktan cok daha
ötede olan bir şeydir. Bu hayatta önemli olan, yavaşlamak ve rotanızı
değiştirmek anlamına gelse bile diğerlerinin de kazanması için yardım
etmektir.

4 Nisan 2010 Pazar

Özürlü TOPAÇ




Bu yazıyı bir Dostumun tavsiyesi ile gördüm ve çok beğendim. Blog Sahibinden izin almayı bile bekleyemedim. Umarım kızmaz.

Çocuk yogasi öğretmenim Aylin, "oyunlarda kullanabilirim düşüncesiyle her türlü objeyi biriktiriyorum, evde bir dolap dolusu ıvırzıvır var" dediğinde gülümsemiştim sadece... Ne zaman çocuklara ders vermeye başladım, onu çok iyi anladım. Plastik bardaklar, boncuklar, renkli kartonlar, minik taşlar hepsi birikmeye başladı benim evimde de... Artık alışveriş yaparken, en olmadık dükkanda bile bazı objeleri çocuklar yararına nasıl kullanabilirim diye düşünmeye başladım üstelik...


Cumartesi günü öğle saatleri , çocukluk arkadaşım Afrodelfino ile Ankara kalesi çevresinde dolaşıyoruz. Ona; bugün mutlaka Mandal almamız gerektiğinden, Praktikere gittiğimden, orada bile bulamadığımdan bahsediyorum.

Şaşkınlıkla, “ne yapacaksın Mandalı ? “ diyor.
“Pazartesi derste çocuklara oyun oynatacağım” diyorum. Gülümsüyor.

Sonra, oyunu anlatmaya başlıyorum heyecanla....” Tempolu bir müzik çalacak, tamam mı? Ortada mandallar, müzik bitene kadar herkes ortadaki mandallardan alıp üstüne takacak. En çok mandalı üstüne takan birinci... Sonra eşli oynayacağız bu oyunu... Eşine en çok mandalı takan birinci... Sonra grup halinde oynayacağız oyunu... İki grup olacak... Sopalara gerili iki ip düşün. En çok mandalı takan grup birinci... “ Bunu anlatırken, bir yandan da, çocukları minik eteklerine, ufacık pantolonlarına, hatta burunlarına acele ile mandal takmaya çalışırken düşünüyorum. Anlatırken bile eğleniyorum.:)



Kale burası.. Gümüşçüler, seramikçiler, antikacılar var ama mandal bulabileceğim hırdavatçılar da var. Neden olmasın diyoruz, soruyoruz bir dükkana...

Mandal satıyor musunuz?

Dükkan sahibi cevap verirken çözmeye çalışıyor..” Kaleye gelmiş, heralde evde çamaşırı ıslak bırakmış, mandal arıyor ?“ şaşkınlığı devam ederken sadece “Yok bizde” çıkıyor ağzından...

Gözüm mandal arıyor. Renkli bir dolu mandal... Herşey var burada... Yüzükler, antikalar, sepetler, bakır cezveler, renkli lambalar, işli havlular, top top kumaşlar, keçeden işler, oyalar, tahta kaşıklar, heykeller var ama Mandal yok:)

Dolaşmaya devam ediyoruz. Bir tezgahta bir sürü tahta topaç gözüme çarpıyor. Tezgahın sahibi bir uçta boyanmamış olanları boyuyor.

Topaç (!) diyorum. O an beynimde bir ışık yanıyor, hemen mandal ile bağlantı kuruyorum. Oyunda müzik yerine bunu çevirebilirim... Topacın dönüşü bittiğinde mandal oyunu durur böylece... Çok heyecanlanıyorum.

Tezgahın sahibi ile göz göze geliyoruz. Elimi alıyorum birini “Topaç değil mi bu? ” diyorum. İsmi fırıldakta olsa alacağım aslında, heyecandan soruyorum.

Elime aldığım içlerindeki en renklisi... Çocuklar bu topacı görünce nasıl ilgilerini çekecek düşünüyorum bir yandan...

Tezgah sahibi eline alıyor benim seçtiğimi... “Bunu çocuklar için özel yaptım” diyor, bir hikayesi var topacın... Anlatmaya devam ediyor. “Bu renkler diyor sırayla göstererek, çocukların isimlerini söylüyor. Ayşe, Fatma, Ali, Ahmet... Hepsi farklı farklı renk... “ Sonra yere eğilip, topacın ipini çekiyor. Topaç fırıl fırıl dönmeye başlıyor. Devam ediyor anlatmaya “ Şimdi topaç dönüyor ve görüyorsunuz dönerken tüm renkler kayboluyor, tek bir renk oluyor topaç." Ekliyor sonra “Hepimiz farklı farklı olsakta, biriz, hepimiz aynıyız, bunu çocuklara anlatmak için yaptım bu topacı” ... Duygulanarak dinliyorum.

Yerde dönüşünü tamamlayan topaca bakıyorum, aldım, alacağım. Gözüm bir detaya takılıyor "Ama" diyorum " bu topaç özürlü !? ”

Genelde topacın dönen kısmı yuvarlak olur. Elimdekinin yuvarlağının bir köşesi düz... Sanıyorum ki kırıldı orası veya tahtası zarar gördü ama yine de satılıyor.

Gülümsüyor. Hikayeye devam ediyor. “ Bir haftasonu, bir çocuk grubu geziyle geldi buraya... Çok sevdiler topaçları... Sonra grup tezgahın önünden ayrılırken, içlerinden birinin yürüyüşü dikkatimi çekti. Arkadaşlarının arkasında kalmıştı ve yavaş yürüyordu. Bacağında bir özrü olduğunu farkettim. Onun için yaptım ben bu topacı... Yine gelecek buraya biliyorum, bunu ona hediye edeceğim “...

Ağladım ağlayacağım. Ayşe, Fatma, Ali, Ahmet... Hepsi farklı farklı renk, ama beraberken bir renk... Yani aslında hepsi TEK... Bu topacın köşesi özürlü, baktığında tam değil köşesi... Ama döndüğünde tamamlıyor mu yuvarlığı ? O tek rengi, BİR'liği...

Duruyorum öylece... Kalbimde bu hikayenin yankısını dinliyorum. Gülümsüyorum, neden ayaklarımın beni bu tezgaha getirdiğini anlıyorum. İçimde anlatılmaz bir minnet duygusu... Herşeye... Buraya gelişime, bu tesadüfe, hikayeye, mandala, hayatın kendisine ve o güzel çocuğun bize öğrettiklerine...

“Bunu alamam o zaman ben” diyorum. “Onun sahibi var çünkü... Gelecek ya buraya yeniden...”
Tezgahın sahibi gülümseyerek, “Alabilirsiniz” diyor,” O gelene kadar ben yenisini yaparım ona...
” Yapacaksınız ama değil mi? " diye tekrar tekrar soruyorum.
Her seferinde gülümseyerek, başını sallıyor bana...

Topacımı alıyorum. O kadar değerli ki o şimdi... O kadar anlamlı ki...

Umarım; onu her ne nedenle çevirirsem çevireyim, topacın çevresinde onu izleyenler hangi yaşta olursak olalım, tüm renklerimize, tüm farklılıklarımıza, tüm özürlerimize rağmen bize BiR olduğumuzu hatırlar diyorum.

Torbaya bile koydurmadan sarılıyorum topaca... Antikacılar çarşısından çıkarken, elimde topacım, hikayesini ondan dinliyorum defalarca...

Mandallar mı?
Gün bitmeden, yolda bir dükkan görüyoruz.


Dükkan sahibi "Mandal var" diyor, alttaki raftan bir torba çıkarıyor, önüme koyuyor.
Mandallara bakıyorum...
Hepsinin rengi topacın üstündeki renkler ile aynı...
Mandalların hepsi farklı farklı...
İşte o an daha iyi anlıyorum.
Topacı bulmadan, bulamayacağımı Mandalları...

Not: Bu yazı http://burcuca.blogspot.com/ dan alınmıştır

3 Nisan 2010 Cumartesi

EŞEKLE GELEN AYDINLIK




Yıl 1943. Genç Mustafa'nın tayini kütüphaneci
olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi'ne çıkar. Devlet memurluğu o
dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede
heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok.
Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: "Bakın kütüphane bomboş
duruyor, gelin kitap okuyun." Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu
bildirir.
- Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli
alıyon mu, almıyon mu?
- Alıyorum.
- Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak?

Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.

23 yaşındaki genç memur "Ne yapayım, ne yapayım?" diye düşünür
durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce "Deli
misin bey?" der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını
yakından görünce fikri kabullenir. O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, "Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da" zihniyeti aynen var. O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne "Kitap İare Sandığı" yazar.

Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar. Kütüphaneye de bir yazı asar: "Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz."
Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban
çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var. Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.
"Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı
gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak" der.
Mustafa artık Ürgüp'teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel'le köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde
alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde
yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca'nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa'nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.

Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer'e mektup yazar: "Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım" der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine
okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, "kendi görev tanımı dışında davranıyor" diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.

Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp'e "Eşekli Kütüphaneci" Mustafa GÜZELGÖZ ve eşeğinin heykelini dikerler.

Girişimcilik ne biliyor musun? Bulunduğun yere yenilik katmalısın. Mutlaka adım atmalısın. Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş. İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.

Bakın Nevşehir'den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa GÜZELGÖZ ve eşeğinin heykeli var.

Ahmet Şerif İzgören'in "Süpermen Türk Olsaydı Pelerinini Annesi Bağlardı" adlı kitabından alıntı. (Uyarı için teşekkürler Adsız)

2 Nisan 2010 Cuma

HAYATIMDAKİ EN İYİ ÖĞRETMEN




Bu, çok yıllar önce bir ilkokul öğretmenin başından geçen bir hikayedir. Adı Bayan Thompson'du.Ve 5.sınıf öğrencilerinin önünde ayakta durduğu ilk gün
onlara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, onlara baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi.
Bu mümkün değildi, çünkü orada ilk sırada, sırasına adeta çökmüş gibi oturan küçük bir öğrenci vardı. Adı Teddy Stoddard.
Bir önceki yıl, Bayan Thompson,Teddy'yi gözlemiş, onun diğer çocuklarla
oynayamadığını; giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü. Ve,Teddy mutsuz da olabilirdi.
Çalıştığı okulda Byan Thompson, her öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti. Ve Teddy'nin bilgilerini en sona bırakmıştı.
Onun dosyasını incelediğinde şaşırdı. Çünkü birinci sınıf öğretmeni: "Teddy zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve
çok iyi huylu...ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yzmıştı.
İkinci sınıf öğretmeni: "Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki yaşamı çok zor.." diyordu.
Üçüncü sınıf öğretmeni: "Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer birşeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu
etkileyecek." diye yazmıştı.
Dördüncü sınıf öğretmenine gelince: "Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermiyor, hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor." demişti.
Şimdi Bayan Thompson sorunu çözmüştü ve kendinden utanıyordu. Ve öğrenciler ona güzel kağıtlara sarılmış süslü kurdelerele paketlenmiş Noel hediyeleri
getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy'nin armağanı kaba kahverengi bir kese kağıdına beceriksizce sarılmıştı.
Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi. Bazıları paketten çıkan bazı taşları düşmüş ve sahte taşlardan yapılmış bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar, fakat öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı.
O gün okuldan sonra Teddy öğretmenin yanına gelerek "Bayan Thompson, bugün hep annem gibi koktunuz" dedi.
Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat kadar ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma, matematik öğretmekten vaz geçerek onları
eğitmeye başladı.
Teddy'ye özel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken zekasının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesatret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek,Teddy
sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu. Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum yalanına karşın Teddy onun en sevdiği öğrenci olmuştu.
Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Teddy'dendi. Tüm yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu.
Ondan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçti.O notta liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve Bayan Thompson'un hala en hayatında gördüğü en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu.
Dört yıl sonra, bir mektup daha aldı Teddy'den. O arada zamanın onun için zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak için çok çaba sarfetmesi gerektiğini yazıyordu. Ve Bayan Thompson hala onun hayatında tanıdığı en iyi öğretmendi.
Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Ve çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve hala Bayan Thompson onun tanıdığı ve en çok sevdiği öğretmendi. Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu. Theodore F.Stoddard Tıp Doktoru.
Bu hikaye burda bitmedi. Sonra ilkbaharda bir mektup daha aldı Bayan Thompson. Teddy hayatının kızıyla tanıştığını ve evleneceğini yazmıştı. Ve babasının birkaç yıl önce öldüğünü ve Bayan Thompson'un düğünde damadın anne ve babası için ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu, tabii ki oturabilirdi.
Ve tahmin edin ne oldu? O törene giderken birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı ve tabii ki Noel'de Teddy'nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu
söylediği parfümü de sürmeyi ihmal etmedi. Bribirlerini sevgiyle kucaklarlarken,Teddy onun kulağına "Bana inandığınız için çok teşekkürler Bayan Thompson, Beni önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için.." diye fısıldadı.
Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: "Ben sana teşekkür ederim Teddy" dedi. "Sen yanılıyorsun. Ben sana değil, sen bana öğrettin. Seninle
karşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum.!"

1 Nisan 2010 Perşembe

Dün Canım olan




Dün Canım olan
Yarın Düşmanım olmaz benim
Yaşananların hatırı hep saklı kalır
Hatırları hep sorulur selamları hep alınır…

Sildiklerim vardır bir de
onlar yanlışlarım ve pişmanlıklarımdır
Adları anılmaz hatırları sorulmaz
Sadece beddualarımdır

Vicdanla birlikte
Şeref ararım ben sevdiklerimde.

Her zaman doğru değildir elbet seçimlerim
Zaman gelir şerefsizleri de severim

Her yerde gözüm kulağım vardır benim
“Eksik söylemek yalan söylemek değildir” mantığındaki “Çok Dürüstler”?
Beni değil kendilerini kandırırlar yalnızca
Bilmezden gelişim aptala yatışım
Kaybetme korkumdan değil
"Karşımdakinin yalan söyleme potansiyeline olan merakımdandır!!!..."

İnkar olmaz benim hayatımda
Yaşananı “yaşanmamış” saymam
Sayanları da SAYMAM
kelimelere sığmaz
Sayfalar sürer beni anlatmak
Ama ne kadar anlatılırsa anlatılsın
Yaşayan bilir beni yaşamayan anlamaz

Ağırdır sevmelerim her yürek taşıyamaz
Büyüktür umutlarım her omuz kaldıramaz...

Can Dündar

Tahir ile Zühre




Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.

Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç forumdas.net sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Yavuz Bingöl

Popüler Yayınlar